HABER MERKEZİ
Doğanın kendisinde hep diyalektik bir gerçeklik vardır. Doğa bu diyalektikle aslında kendini tamamlamış oluyor. Bu bir denge durumudur ve doğadaki diyalektik denge bozulursa doğanın dengesi de bozulmuş olacaktır. Doğa, bu dengeyi hep korudu. Ta ki insan denilen varlık doğaya müdahale edinceye kadar. İnsan da doğanın yarattığı bir varlıktı ve ilk yaratımıyla doğayla dengeli bir uyum içerisinde yaşayabilmişlerdir. İnsanlar daha doğrusu “insanoğlu” yani “eril akıl hakimiyeti” ele geçirince artık doğanın yaratımı olan insan kendini doğadan daha üstün olarak ele aldı ve doğaya hükmetmeye başladı. Artık iyinin ve kötünün savaşını başlatmış oluyordu bu eril akıl. Kötü olan yıkandı, efendiydi, hükmedendi, ezendi. İyi olan ezilen, köle olan, haksızlığa uğrayan toprağı gasp edilen ve direnendi. Bu ne insanlığın ne de doğanın dengesiydi. Eril aklın kadına karşı birleşmesiyle oluşturulan bir sistemdi. Bu sistem Ziggurat olacak, devlet olacak, hükümdarlıklar, imparatorluklar, rejimler, ulus-devletler olacak ve kendilerince kurdukları sistemlerle toplumu, halkı, doğayı yönetmeye çalışacaklardır. Kendilerince herkesi yönetebilecekleri, hükmedecekleri çarklar oluşturacaklardır. Kendi dışındakileri yani; bu sistemlerini kabul etmeyenleri haksız, isyankar, asi olarak görecek ve aslında savaşlarda o zaman başlayacaktır. Çünkü iyiler yani ezilenler, haksızlığa uğrayanlar, toprakları elinden alınanlar, direnenler bu kurulan kurmaca sistemi kabul etmeyeceklerdir. Haksız dengeler, hükmedenler, efendiler oldukça direnenlerde hep olacaktır. Direnenlerde oldukça sistemler de kendilerini ayakta tutmak için bunu kabul etmeyecek ve bu haklı davaları bastırmak için sürekli yeni yöntemler deneyeceklerdir. Bunlar baskılar, işkenceler, teslim almalar, işgal, katletmeler, soykırımlar olacaktır. Tarih boyunca bir çok yöntem denenmiştir ve bu yöntemlerden birisi de, kendilerince terbiye etme, ıslah etme, pişman ettirme, dize getirme yöntemi olarak ele alacakları hapsetme yöntemleri olacaktır. Bu hapsetme yöntemleri tarihten günümüze kadar hep bir şekliyle süregelmiştir. Değişik yöntemlerle bunu uygulamışlardır. İbranilerin kullandığı boş sarnıçlardan bugün tecrit amaçlı kullanılan tekli hücrelere kadar bir tarihi süreçten geçmiştir hapishaneler sistemi.
İbraniler isyancıları, ezilip de hakkını isteyenleri ya da bir cezalandırma yöntemi olarak insanları boş sarnıçlarda tutmuşlardır. Eski Roma ve Yunanistan da bu işlem kullanılmayan taş ve maden ocaklarında yapılmış ve isyancılar buralara koyularak hapsedilmişlerdir. Bu artık hükmedenlerin, egemenlerin bir cezalandırma, terbiye etme yöntemi olarak sürekli kullanılacak bir yöntem olacaktır. İslamiyet de Mescidi-i Şeriften tut kale burçlarına, saray dehlizlerine kadar en kötü ve karanlık yerler bir işkencehaneye dönüştürülecektir. Çağımızda kullanılan hapishane modeli ise ilk defa 1596 yılında Amsterdam da inşa edilen Rasphois hapishane modelidir. Sıkı denetim ve tecrit sistemiyle aslında bugünkü hapishaneleri aratmamaktadır. Bu artık devletlerin kendilerince geliştirdikleri modeller olarak devam etmiştir. Hapishane modeli değişmiş olsa da politikalar hep aynı olmuştur ve amaç tecrit etmek, pişman ettirmek olmuştur. Ama bu politikalar daha çok politik insanlara karşı uygulanmıştır. Zaten 19. yy’da Avrupa ve Amerika modeliyle adli ve siyasi tutsaklar ayrı ayrı tutulmaya başlanmışlar. Siyasi bir yönelim olarak artık bütün ülkelerde bir yıldırma politikasına dönüştürülüyor. Bu özelde sisteme karşı muhalif olan komünist ve direnenlere uygulanıyor. 20. yy’ a kadar ABD eliyle Vietnam’a, Hitler eliyle Almanya’da, İngiltere tarafından IRA militanlarına, İtalya’da Kızıl Tugaylara karşı uygulanıyor ve hücre sistemiyle teslimiyet, iradesizleştirme dayatılıyor.
Türkiye’de de bu yöntemler Nazilerle aynı dönemde geliştiriliyor. 1944 yılında Sansaryan Han’ında inşa tabutluk hücrelerle aslında muhalifler tabutlara gömülüyor bir diğer adıyla ölüme terk ediliyor. Yine tarihe mal olan Saygon zindanları, Haydari kampları, Diyarbakır 5-Nolu zindanı bir yanıyla işkence ve vahşet yöntemleriyle, bir diğer yanıyla da direnen ve direnişlerle tarihte yerini alıyor. Yine bu hapishaneler yanında bir de kişilere özel olarak tasarlanmış toplumdan ve topluma dair yaşam belirtilerinden tamamen soyutlayan ve tecrit eden ada hapishaneleri kurulmuştur. Günümüzde bu en somut haliyle Türkiye de bulunan ve aslında bütün devletlerin eliyle tasarlanmış İmralı ada hapishanesinde uygulanmaktadır. Kişiye özel olarak zamana yaydırılarak hastalıklarla yüz yüze bıraktırılan ve yavaş yavaş ölüme terk edilen bir ağırlaştırılmış tecrit uygulamasıdır. İmralı’da da yapılmak istenen aslında bu olmaktadır. Ama bütün bu uygulamaları boşa çıkartan ve tarihe yön veren Önderliğin iradesi ve direnişi olmaktadır. Bu yönüyle Önderliğimiz iradenin en somut hali olmaktadır. Özel olarak tasarlanmış İmralı işkence sisteminin bütün uygulamalarına rağmen bu yöntemleri muazzam bir iradeyle boşa çıkarmaktadır. Normal bir insanın bir an bile yaşayamayacağı bu işkence sisteminde Önderlik 21 yıldır bu müthiş bir iradeyle bu işkence ve ağır tecrit uygulamalarını komployla beraber boşa çıkarmıştır. Önderliğin deyimiyle; anı anına anlamsal yüceleşmeyle düşmana, ölüme teslim olmamayı, nasıl direnilmesi gerektiğini bütün dünyaya rağmen herkese göstermekte ve öğretmektedir. Yine Heval Abbas’ın “Direnenler asla onurunu satmazlar” deyimiyle aslında bir onur savaşı yürütülmektedir bu işkence sistemlerinde. Tarihe dönüp baktığımızda bunun birçok örneğini görebiliriz.
Yakın tarihimizde Diyarbakır 5-nolu zindanıyla PKK’nin öncü kadroları düşmana asla teslim olunmaması gerektiğini bedenlerini direnişe yatırarak gösterdiler. Ş. Mazlum Doğan arkadaş yaktığı üç kibrit çöpüyle direnişi Demirci Kawalardan devralarak direnmenin yaşamak olduğunu, bir direnişçinin ölümünü bile düşmana bırakmamanın bir direniş olduğunu öğretti bizlere. Yine Kemal’in, Hayri’nin, Akif’in ve Kızıl Yıldız Ali Çiçek’in başlatmış olduğu büyük ölüm orucu onurun asla satılmayacağının kanıtıydı. Diyarbakır 5-noluyla başlayan bu direniş bir gelenek halinde günümüze kadar süregelen, düşmana asla tabi olunmayacağının iradesini açığa çıkaran bir gelenek halini aldı. Bugün her karışının bir zindan haline dönüştürülen Türkiye ‘de bir kez daha direnenler onurun asla satılamayacağını, satın alınamayacağını düşmana ve herkese göstermektedir. Sema Yüce, Serhildan Garzan, Zülküf Gezen, Ayten Becet ve son olarak da Nurcan Bakır arkadaşların göstermiş olduğu tutum ve direniş bir kez daha teslim olunmayacağının, baskılara teslim olunmayacağının ve teslimiyetin ihanete, direnişin zafere götüreceğini kanıtlamış oldular.
NC/Andok Özgür