HABER MERKEZİ
Sosyal çizginin gelişmesinde köye boyun eğmedim, aileye boyun eğmedim, hatta Türk dünyasına (ki buna düzen de diyebiliriz) boyun eğmedim.
Köy toplumu yerine burjuva toplumu sınırlarına giriş, son derece yorucudur. İlk şehir toplumuna giriş, benim için hayli zorluklarla dolu bir giriştir. Gerek küçük şehirler olsun, gerek Ankara olsun, girişim hayli zordur. Bu da çok önemli. Girdim, ama kendimi kaybetmedim. Çok tutucu olmama rağmen, şehir içinde herhangi bir erime durumum yoktu. Aylarca, yıllarca bekledim. Şehri anlamanın büyük merakına, çabasına karşın, şehri yaşamanın kenarından bile geçmedim. Arkadaşlarım üç ayda kendilerini daldırıp yaşatıyorlardı, ben beceremedim. Ve bana karşı oldukça alaycı bir yaklaşım içindeydiler. Evet, şehir çocukları önemli oranda alaycı bir yaklaşıma sahiptiler.
Öğretmenlerin ilgisi daha değişikti. Belki gelişebilirim umutları vardı. Fakat akrabalar, yanı başımdakilere göre, alay edilmesi gereken biriydim. Büyük ihtimalle kendi düzenlerinin farklı bir konumunda kalıyordum veya onu da bir tehlike olarak görüyorlardı. Burjuva sosyalitesine karşı az çok bir tehlike olabileceğimi görüyorlardı. Burjuva sosyal yaşamına tepkim vardı. Ve girmedim, enerjimi böyle harcamadım. Ben onları kendi iç dünyamda mahkum ediyordum, onlar beni alaylarıyla mahkum ediyorlardı. Böyle bir sosyal giriş söz konusuydu.
Kemalist ve feodal etkilerin ikisine karşı da çok temkinliydim. Böyle balıklamasına dalmayan ve farkını sürekli koruyan bir konumdaydım.
Arkadaş gruplarının oluşmasında büyük çaba harcadığımı söylemiştim. Temel konulara zaman zaman giriş yaptığım, ama birinden diğerine de sıkça atladığım zamanlar oldu. Din ve felsefe konularına el yordamıyla girişler yapardım. Hepsinde öyle başarılı biri olduğum söylenemez. Fakat bir deneme tarzım var ki, ilginçtir. Yani birileri dalar, yaşamın sonunu getirir; bense sadece yoklarım.
Geleneksel Kürt kişiliğinden kopuşum, bu toplumda kesin bir haksızlık olduğunu sezmem ve hepsine karşı çıkmamla bağlantılıdır.
Nizip’te henüz ortaokuldayken benimle hep dalga geçilirdi. Düşünün, anlattığım türden bir isyanı yapan bir çocukla hep dalga geçiliyor. Belki de okulun en zavallı öğrencisi durumundaydım veya sanırım öğretmenlerime göre de en akıllısıydım. Çünkü dönemine göre hem kadın öğretmenler, hem de erkek öğretmenler bana hayli değer biçiyorlar, giderek bilgilerimi geliştiriyorlardı. Okulda ön sıralardaydım, ama buna rağmen çocukların veya öğrencilerin büyük alayı, şehrin olumsuz etkileri vardı. Bunu daha sonra patlamaya dönüştürmem için yıllar gerekliydi. Halen hatırlıyorum, kimisi subay çocuğu, kimisi köyden gelmiş ağa-eşraf çocuğuydu. Benim biraz böyle Kürtlük özelliğim vardı, sanırım davranışlarım fazla güçlü değildi veya onlara göre kesin davranışlarımda farklılık vardı. Onlar gibi olamıyordum. Onların toplumsal özelliklerine göre erimeyeceğim açık ve bunu tehlike olarak görüyorlardı. İğneleyerek, alay ederek, böyle her gün kendilerine göre beni geriletme durumları vardı.
Benim verdiğim karşılık neydi? Öğretmenlerimle biraz diyalogu iyi geliştirmek. Çıkışı, biraz öğretmenlerle iyi ilişkilerde buluyordum, kitaplarıma iyi bakıyordum; sınıf birinciliğinde sürekli tırmanıyordum ki, bu da sonuçta savaştır.
Çok anlamlı bir savaştır. Öğretmenle ilişkiye hakim olduktan sonra, bir de sınıfın birincisi olmayı sağladıktan sonra, bu burjuva çocukları yenmiş oluyordum. Çok somut, üç sınıfı da böyle geçiyorum. Burjuva ilişki biçimlerine karşı kesin bir tepkim gelişiyor. Belki de çok daha tehlikeli geliyorlardı ve onların dayattığı tarzdan uzak duruyordum. Çünkü biraz yakınlaşsam, beni mahvederlerdi. Onların dayattığı bir tarzla değil de, benim bildiğim doğrultuda mücadeleyi geliştirme, sınıfın birincisi olma ve öğretmenin gözüne girme; bu ikisinde de tamamen başardığımı söyleyebilirim.
Kemalist mantık, biraz da yatılı okul mantığıdır. Kemal’in kendisi zaten yatılı okul öğrencisidir. Ve az çok her aydının da ona benzer tarzda devlete girişi başlar. Normal ölçülere göre işte, Türkçe dersi, matematik, tarih ve birkaç dersi daha başarıyla verdin mi, bir yatılı okula girersin.
Ben onu rahatlıkla başardım. Daha ortaokuldayken ölçülerim fena değildi ve sonuçta yatılı okula girdim. Ankara merkezde bir kadastro okulu öğrencisi oldum. Sanırım şu gelişmeye yol açtı: Hem devlete dayanarak Ankara’da gerçekleri görme (ki bu çok önemli herhalde), hem de Ankara’nın göbeğinde burjuva toplumunu gözleme imkanı edindim. Oraya sıçramayı gerçekleştirmeseydim, bir gözlem imkanı olmayacaktı. Burjuva toplumuna giriş yapıyorum, yine devlete dayanarak, özlemediğim bir okul, fakat işin içine Ankara girince, “denemeye değer” dedim.
Ankara’ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. “Biraz bana yardımcı olur musun” dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Daha önce Birecik’te babamın eteğinden tuttuğum gibi, aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk’ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm: “Bak, bak buna!” diyordum. Her şey bana inanılmaz gibi geliyordu. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi gibi. Hepsi aklımda şimdi.
Tapu Kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp Okuluna gidiyorlardı. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, “çocuklar, aldım Abdullah’ın kompozisyonunu, gittim Harp Okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti” diyordu. Ve kendisi yorumluyordu. Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi, önemli değil.
Duygu olarak da giderek kendini bastıran, burjuvazi karşısında kendini fazla şanslı görmeyen biriydim. Yine faal birisi olduğum halde, son derece kendimi bastırıyordum. Giderek dine daha çok gömülme gereği duydum. Sanıyorum dayatılan burjuva toplum değerleri karşısında ideolojik bir biçim olarak erkenden, daha köydeyken bulduğum, kendimi içinde daha rahat ifade edebileceğim, dini gerçeklik üzerinde yoğunlaştım.
Köyde de namaz kıldığımı anlatmıştım. Bizim imam “sen bu hızla gidersen uçarsın” diyordu. İşte o uçuş daha sonra gerçekleşti. Uçuş, devrimdir. Demek ki, o hoca biraz kendi dini anlayışında da olsa, tespit etmiş. Ben burjuva toplumuna karşı kendimi son derece korudum. Ve herhalde bu iyi bir şey olmuştur. Çünkü burjuva değer yargıları beni istila etseydi, benim 1970’lerdeki sürece sağlıklı bir giriş yapmam mümkün değildi.
Görünüşte biraz muhafazakardım. Aslında son derece çelişkili bir durumu da yaşıyordum. Haram olmaması için her adımı son derece ölçerek atıyordum. Harama karşı olağanüstü bir hassasiyetim vardı.
İşte o zaman dindarların okudukları büyük bir alim vardı sanıyorum. Seyyid Kutub’un bir kitabını o zaman yakalamıştım: Din Budur. Benim tamamen yol diye, yaşam diye bildiğim budur biçiminde içine girdiğim bir süreç var. Tabii orta öğrenimin kocaman altı yılını da böyle değerlendiriyorum. Ki bunun köyde uzantıları var.
Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ndeyken, sanırım son yılında Maltepe Camisi’ne gitmekten geri durmuyordum. Bizim okulun hemen yanındaydı Maltepe Camisi; güzel bir camidir. Sık sık oraya giderdim. Komünizmle Mücadele Derneği’nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta Ülkü Ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim. Ama fazla ısınmadım da. Böyle bir atmosfer içindeydim. İşte Hulusi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor, okuyordum. Yani bu yanım da vardı. Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısakürek’i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta coşturdu beni. Yine Türk Ocağı’nda verilen iki konferansa katıldım. Bunlar sanırım temel çizgiyi kavramakta önemli anılardır. Komünizmle Mücadele Derneği’nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut’tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel’in bile geldiği bir toplantıya da katılmıştım.
Böyle bir süreçteyken bir gün, hatırlıyorum, Hubermann’ın Sosyalizmin Alfabesi adlı kitabını tesadüfen ele geçirdim. Okumaya çalıştım, öyle planlı değil. Elime alayım da okuyayım diye bir niyetim yoktu. Elime aldım, bir-iki sayfasını okudum, ki tepki duyuyordum. Aziz adlı köylü bir arkadaşım vardı okulda o zaman. Çetin Altan hayranıydı, NATO aleyhine sahte nutuk atıp tutardı, yine solculuk adına nutuk atardı. Şimdi düzenin iyi bir bürokratı herhalde. Ben ona da tepki duymuştum. Böyleyken bir gün işte o kitabı elime aldığımda, satırlar ilerledikçe dilimden düşen şey “Din kaybediyor, Marks kazanıyor” oldu.
Değişimin bir sloganıydı bu. Daha somut olarak ifade edilirse geleneksel ideoloji kaybediyor, sosyalist yaşam kazanıyordu. 1969’da tam böyle bir karara ulaştığımı söyleyebilirim. Çünkü kendi kendime bu sözü söylediğimi de hatırlıyorum.
Ardından bir kadastro memuru olarak Diyarbakır’a uçtum. Diyarbakır’da Kürdistan’ı gözlemlemek biraz daha ufuk açabilirdi.
Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı. Çünkü daha önce buğday tarlalarında, pamuk tarlalarında gözümüzü açamazdık. Ama biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Küçük-burjuvalarla oturup kalkma seni biraz cesaretli kılabilir. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük demagog yığını küçük-burjuvalarla her gün karşılaşıyorsunuz. Bunlar gözlem gücünü daha da arttırıyor.
Bağlı köylüler, ağa köyü, bir kadastro memuru olmama rağmen, tarlalara çıktığımda “burnumuzdan kan gidiyor” derlerdi ve gerçekten öyleydi. O memur yaşantısında bile köylülere kan kusturuyordum. Tabii bu, tempoyu gösteriyor.
Diyarbakır tapu memurluğunda bir yıl kaldım.
Ana en yakın insandır ve haklı olarak oğlundan birçok şey ister. İnat etmişti, “Sen” dedi “niye bana birkaç metrelik bez almıyorsun?” O gün bugündür ben ona hiçbir şey almadım. Bir oğul, almaz olur mu? Maaş da bulmuştum, ama “almayacağım” dedim. “Sen bir beze göz diktiysen, ben de onu vermemekte kesin tutum sahibiyim.” Böyle büyük uzlaşmazlığım da vardır. Neden? Çünkü benim daha büyük işler yaptığımı görmüyor, bu konuda istemlerde bulunmuyor, her şeyi bir bez parçasına indirgemek istiyor. Ne kadar edepli ve yüksek duyarlık içinde bir kişi olarak kalmaya özen gösterdiğim, o zamanki halimden anlaşılıyor. Yoksa anamı düşünmediğim için değil, anama yakışmayan bir oğul olduğum için değil. Böyle basit düşündü, ben de böyle tavır takındım ve almadım. Öyle gözü arkada gitti.
O zaman paramın hiç olmadığını söylemiyorum. Aslında bankaya on bin lira yatırdığımı biliyorum. Nitekim o köylerden, ağalardan para aldığımda bile “bunlar devrim parası olabilir” diyordum. Bir nevi rüşvetti, ama tek bir şartla kabul ettiğimi hatırlıyorum. Baba parasını nasıl isyan için kullandıysam, onlardan aldığım paraları da “bir gün genel isyana yatıracağım” diyordum. Ve kabul ettim. Bana ilk rüşvet verildiğinde, rüşveti kabul etmek için, “sen nasıl rüşvet yersin” diye terleyip durdum. Düşündüm, tartıştım, en son vicdanıma kabul ettirebildim. Bu para Kürdistan için kullanılabilir ve meşrudur. Bu para buradan geliyor, yine buranın iyiliğine güzelliğine kullanılabilir. Öyle bir bağlılığım vardı.
Arkadaşlarım ise bol bol kafayı çekerlerdi, her türlü pis işlere girip bu parayı harcarlardı. Çok önemlidir, bir rüşveti kabul etmek insanı bozabilir, ahlaksız yapabilir. Hala hatırlıyorum, birdenbire maaşımın iki-üç katı olan üç-dört bin lirayı o koşullarda (yetmişler de) cebimde görmem çok ilginçtir. Bozulmamak için hızlı düşünme ve çareyi bulmak önemlidir. Ve düşünün ki, bir rüşvet beni Kürdistan’a çağırdı. Kürdistan düşüncesi bir rüşvetle bağlantılı hale geldi. Oysa Kürdistan’ı bitiren bu rüşvetçiliktir. Orada tam tersine bu rüşvetçilik beni Kürdistan üzerinde düşünmeye götürdü. Çünkü bu parayı sen alır ve harcarsan, kesin kişiliğini kaybedersin. Ben memurluk yapmaya gelmişim, belki de bol para bulup kendimi zenginleştirebilirim. Fakat parayı alarak hatalı veya yanlış yola girersem (ki, Kürdistan somut değil) kişiliğim çok farklı bir yola girebilir. İlk rüşvetle yitip gidebilir. Ama ben “ilk rüşveti ne yapayım” diyorum. Sabaha kadar terliyorum ve bir çare buluyorum. Ki, o zaman çok sınırlı bir Kürdistan düşüncesi vardı ve neye yöneleceğim belli değildi. Devrime yönelsem bile, çok farklı yöneleceğim, hızlı olmayacağım. İşte rüşvet hızlandırıyor. Cebimde duran bu para sürekli “Kürdistan’ı düşün, çünkü sen bu parayı onun için aldın” diyor. İşte on bin lirayı bulunca, kendimi İstanbul’a attım.
Toplumsal gerçekleşmemizde birçok kayıtlı, mülkiyetli, zaaflı, uzlaşmalı bir yürüyüş yerine; onurlu, kişilikli, kimlikli, iradeli, eşit, moral olarak da kendini ifade etmiş, böyle kararlaşmış ve yaşama geçirilmiş bir yürüyüşün sahibi olabilmek çok önemlidir. Gerçek tutku bu, diye düşünüyorum. Ona göre, birbirini etkileyecek, yaşamı zorlayacak bu güç gösterilmelidir. Ben bugün de böyle olmaya ne kadar özen gösteriyorum? Bu ayıp değil, tam tersine ayıp olan bu köhnemiş, her şeyin bitişi anlamına gelen tarzda yaşamaktır. Esef ediyorum, bu yaşantılar neredeyse ruhumu bozuyordu.
Diyarbakır’da bir yıllık memurluğum sonuçta ilginçtir. Para ile tanışıyorum biraz, rüşvet ile tanışıyorum, “efendim, beyim” deyimleriyle karşılaşıyorum, devlet memuruyum, köylü-devlet ilişkisini anlıyorum. Fakat böyle küçük bir memur olarak kalmaya da niyetim yok. Kesin biraz daha yükselebilmek için bir okul aracı var, onu denemeliyim, diyorum. Bunun için üniversite hazırlık çalışmalarına katıldım.
Diyarbakır surlarında epey dolaştım, kaldım. O zamanlar bir Sur Palas Oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk’lerin. Daha sonra Demir Oteli mi, öyle bir şeye dönüşmüş. Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tutkum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade, Türkiye’nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi katılmaktı. Amacımda da Siyasal Bilgiler vardı. Bununla siyaset ilişkisi ortaya çıkıyor. Ama bir ara okul olarak da, onu kazanamayınca, İstanbul’da hukuk da olabilir diye düşündüm ve tayinimi oraya aldırdım.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan