HABER MERKEZİ
Dünyamızda Corona Virüs’ü diye bir hastalık başını alıp gidiyor. En iyimser tahminler yüzbinlerce insanın yaşamını yitireceğidir. İnsanlık tarihinde bilinçli ya da bilinçsizce olsun insan eliyle oluşturulan hastalıklar kimi zaman milyonlarca insanın ölümüne yol açmış. Buna örnek Beyaz Adamların Amerika’da Kırmızı Adama bilinçli bir şekilde bulaştırdığı Çiçek Hastalığı sonucu on milyonca insanın yaşamını yitirişidir. Benzer bir şekilde İspanya Gribi diye bilinen hastalığın yol açtığı sonuçlardır. Ve tabi veba diye bilinen salgına ise Avrupalıların kendilerini çok akıllı bilen ve eril zihniyetle donatmış olan kilise babalarının cadıların kendilerini kedilere dönüştürmelerini iddia ederek tüm Avrupa’da kendi avına çıkmalarıdır.
Sonuç; Asya’da bir şekilde Avrupa’ya hastalık taşıyan bir farenin Avrupa toplumuna bulaştırması sonucu, -kediler de kilisenin sapkın dogmatikleri tarafından katledildikleri için,- Avrupa’da neredeyse insan kalmamıştı. Ve benzer hastalıkları son yüz yılda daha doğrusu yakın zamanda da gördük. AİDS’ten 30 milyon insanın öldüğü söyleniyor. Yine kuş gribi, domuz gribi, deli dana hastalığı derken Ebola gibi hastalıklar hem milyonlarca hayvanın katledilmesine hem de yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştır.
Bu hastalıkların bir ortak noktası vardır. O da, ağırlıklı olarak şehirlerde ortaya çıkmaları ve şehirlerden başlayarak insanlığın başına bela haline gelmeleridir. Özcesi, Kent dedikleri nüfusu milyonlarla ölçülen yaşam alanı bir kanser gibi hastalık üretiyor. Büyümenin sağlıklı biçimi ile kanserli biçimi hücre düzeyinde nasıl şaşırarak kansere, ölüme yol açarsa, benzer tarzda tekel kârı büyümeleri de toplumsal doğanın her düzeyinde sağlıklı büyümeyi engelleyerek, toplumsal ve çevresel kanser tarzı gelişmeyi tetiklemiş olur.” Tekellerin merkezi kentlerdir. Bunlar hem de milyonluk kentlerdir!
Rêber Apo sağlıksız kentleşmeye dönük birçok değerlendirmeleri bulunmaktadır. Kentin nememnem bir hastalık merkezi olduğunu ise aşağıdaki değerlendirmelerde göreceğiz. Rêber Apo’nun yaptığı değerlendirmelere dokunmadan olduğu gibi vermek en doğru olanı olmaktadır.
”Kentin kendisi organik toplumdan kopuş anlamına gelir. Dolayısıyla kent ortamında doğadan kopmuş bir zihniyet kolaylıkla biçimlenir. Her tür soyut, kaba metafizik ve materyalist düşüncenin rahmi çevreye ihanet temelinde kurulan kent uygarlığıdır…
Kent ortamında akıl gelişir. Kent toplumu savaş ve sömürü, iktidar ve sınıflaşma üreten başat ilişki yumağıdır… Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır… Ahlâka ve eşitliğe dair en büyük sorunlar kentlerde gelişen sınıflaşma ve pazar etrafında oluştuğu için devlet düzenlemesinde hukuk kaçınılmaz olur. Hukuk olmadan, imkânsız olmasa da, devleti yönetmek son derece zorlaşır. Tanım olarak hukuk, devletin siyasi güç eyleminin kalıcı, kurallı
ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Hukuk bir nevi donmuş, sakin, istikrar kazanmış devlettir… Kapitalizmde kent, sınıf ve devlet tüm toplumu olduğu gibi çevreyi de, yerin altını ve üstünü de yutar. Kaotik durumlar hem toplumu hem de çevreyi sarar… Kent toplumsal kanserleşmenin temel dokusunu teşkil etmektedir… Kent bir toplum biçimi olduğu kadar, bir sınıfsallaştırma olgusu ve devletleşmenin karargâhı konumundadır…
Endüstriyalizm çağı kentin ölümüdür. İşin daha da ilginç boyutu, biyolojik kanser hastalığının da ağırlıklı olarak bir kent hastalığı olmasıdır. Kanser kesinlikle kentin kendi toplumunu hasta toplum haline getirmesiyle bağlantılıdır…
Milyon ve fazlası nüfuslu kent, hastalığın kriz boyutlarının açığa çıkmasıdır… Kanserleşme denilen olgu, bir hücrenin tüm bünyeyi kapsayacak tarzda büyümesidir. Bu durumda organın diğer hücreleri görev yapamaz duruma düştüğü için hasta ölür. Kentin büyümesi de toplum açısından benzer sonuçlar doğurur… Sürüler nasıl ağıla doluşursa, insan toplumu için kenti en iyi ifade edecek durum da ağıla dönüşmedir. Sürüleşen insanlar kent denilen ağıla dolmaktalar… On milyonluk bir kenti beslemek, bir bölgenin ekolojik toplum olarak ölmesi demektir. Bu kentin sadece beslenmesi bile toplum ve çevrenin katliamını gerektirir. Bir ülkeyi öldürmek için beş, on milyonluk birkaç kent yeterlidir…
Endüstriyalizm yaşam-çevre ilişkisine saldırır. Kent daha çok içten toplumu kanserleştirirken, endüstriyalizm bir bütün olarak yaşam çevresine saldırır. Ulus-devletin halen önemini yitirmeyen endüstriyalizm politikası, tüm ülke ve toplum kaynaklarının endüstriye tabi kılınmasını gerektirir. Ulus-devlet bunu bir kalkınma yolu olarak görür. Aslında bu politikanın ülke zenginliği, kalkınma ve güçlenmeyle ilgisi yoktur. En temel neden sermayenin en yüksek ‘KÂR’ oranının bu sahada gerçekleştirilmesidir. Endüstriyalizm bir kâr yönetim harekâtıdır. Yatırım veya kalkınma kavramları asıl amacı gizleyen örtülerdir. Kâr varsa yatırım ve kalkınma olur. Yoksa kendi başına yatırım ve kalkınmanın hiçbir anlamı yoktur. Endüstriyalizm mülkiyetten binlerce kez daha büyük bir hırsızlıktır. Hem de tüm ülke halkından, doğasından yapılan bir hırsızlık… Kent tekelin baskı ve sömürü karargâhı olarak başını kaldırır. Tapınakla iç içe geçmiş olması ise ideolojik meşruiyet sağlamanın öneminden ötürüdür. O halde kent tarihte gerçekleşmiş haliyle öncelikle tapınak, askeri karargâh ve burjuva (‘Kentli’ anlamında tüm sömürücü kesime burjuva diyebiliriz) oturma yapılarının (saray) çekirdeği olarak sahneye çıkar… Aristo, ideal bir kentin nüfusunu beş bin olarak düşünür…
Mısır uygarlığı yarı-kent ve köylü uygarlığı olarak tarihte benzersizdir… Çoğu kent de askeri garnizon etrafında inşa edilir… Kent toplumunun ‘toplumkırım’ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak gerekir… Köy ve Kent birbirlerini gereksindiren iki yerleşim birimidir. Aralarında mutlaka korunması gereken bir denge vardır. Bu denge bozulunca ekolojik felaketin, sınıf ve devlet azmanlaşmasının, sermaye tekelleşmesinin yolu açılmış olur…
Mevcut halleriyle kentler kapsam ve anlamlarıyla gerçekten toplumu (ekolojik yıkım ve toplumkırım olarak) hızla tüketen ana merkezler konumundadır. Klasik uygarlığın iflasını kanıtlayan en sağlam delillerdir. Roma tekti ve tüm ilkçağdı. Çöküşü de tekti ve ilkçağın çöküşüydü. Günümüz kentleri ise, kır ve köy dahil toplum yutum merkezleri olarak kanserli toplumun çoğulu ve neredeyse her şeyidir. İnsan, toplum olarak bu hale düşmüş kentten kurtulmadıkça, kentin onu toplumsal doğa olmaktan çıkaracağından kuşku duyulmamalıdır!” Corona Virüsü etrafında yaşananları, yürütülen tartışmalara bir de bu değerlendirmeler ışığında bakmak, yeni bir bakış kazandırmaz mı?
Kim bugün var olan milyonluk mega kentlerin tüm hastalıkların merkezi olmadıklarını söyleyebilir?
Kim var olan tüm hastalıkların merkezlerden çevrelere yayılmadığını iddia edebilir?
Kim sömürünün en ileri düzeyde yaşandığı yerlerin kentler olmadığını söyle bilir?
Kim kentlerin ekolojik olarak tüm eko sistemimizi tehdit etmediğini söyle bilir?
Kim kanser hastalığının, kanserleşmenin bir şehir-kent hastalığı olmadığını söyleyebilir?
Ya da kim Corona Virüsü gibi salgınların, pandeminlerin özü itibariyle şehirlerden üretilerek insanlığın başına bela haline getirilmediğini söyleyebilir? Dahası kim kapitalizmin ve kapitalistlerin merkezlerinin şehirler olmadığını iddia ede bilir?
Söylenenler doğru ise o zaman yapılması gerekli ilk işlerden bir tanesi milyonluk kentlere karşı yüzbinlerce küçük köy tipi yerleşim birimini oluşturarak insanlığı ve dünyamızı yeniden sağlıklı hale getirmek için kollarımızı sıvayalım. Köy ve kentin dengesini yeniden oluşturalım. Kentlere yığılma yerine alternatif olacak kır yerleşkeleri ya oluşturalım ya da var olanlara yönümüzü verelim. Kentleri yaşayabilmeleri için küçültelim, bunu da önce kendimizden başlatalım. Gözümüzü kentlere değil gözümüzü köylere, kıra dikerek kente alternatif yaşamı sağlıklı olan bu mekanlarda geliştirmek umuduyla…
KASIM ENGİN