HABER MERKEZİ – Öncellikle belirtilmesi gereken T.C. devleti ile faşist mantık arasında özgün bir ilişkinin olduğudur. Keza faşizmin bir olgu olarak açığa çıkmasının ilk pratik öncülüğü İttihat ve Terakki Partisidir. İttihat ve Terakki sadece soykırım gibi insanlık suçlarıyla değil, devleti dönüştürme bakımından da faşist düşünceye kaynaklık etmiştir. Ve bu ön faşist oluşum, gerek doğrudan kadrolarının devamlılığıyla gerekse zihinsel olarak devlet aklını oluşturması ile T.C.’nin ana dinamiğini oluşturmaktadır.
AKP-MHP faşist iktidarının gayri resmi iktidara gelişinin neredeyse 5 yılı doluyor. T.C. tarihinde iki yılı aşan koalisyon hükümet dönemleri nadirdir, 5 yıl süren ise hiç yoktur. AKP-MHP faşizmi bu açıdan bir istisnayı oluşturmaktadır. Türk devlet geleneğinde bırakalım ilkeler üzerinde uzlaşmayı rant bölüşümü temelinde bir birliktelik bile ancak kısa vadeli olabilir. Çünkü biraz güçlenen taraf diğerini tasfiye edip tek hâkim olmayı bir an bile aklından çıkarmaz. Bu genel doğruya karşın beş yıl gibi kısa olmayan bir süre faşist ittifak iktidarının sürmesinin hikmeti nedir? Ahlaki ilkelerden zaten azade olan faşist klik hukuku kavram olarak bile yerle bir ederken, toplum üzerinde sürdürdüğü yoğun baskının yanında sürekli kriz halini normalleştirmeye çalışırken ve çeşitli defalar kendileri yönetim krizinden dem vururken nasıl oluyor da kör topal da olsa bunca zaman yürüdü ve halen yürümeye devam ediyor? AKP-MHP faşist iktidarını mümkün kılan etmenler nelerdi ve yine çözülmeye götüren nedenler nelerdir? Faşist iktidarın niteliği çözülme evresini yaşadığı içinde bulunduğumuz dönemde daha anlaşılır olmaktadır. Fakat bu sorulara doyurucu cevaplar bulabilmek için tarihsel-toplumsal bir bakış açısı şarttır. Ancak böylesine bütünsel bir perspektif 7 Haziran 2015 tarihinde fiili başlayan, Ekim 2016 itibariyle alenileşen, Şubat 2018’de ise resmi olarak ilan eden AKP-MHP faşist ittifakın iktidar dönemini anlaşılır kılar.
Biz bu yazıda AKP-MHP faşizmin dayanaklarını, üstünde yükseldiği zemini, kilitlenmesini ve sonrası için olasılıkları ele alacağız. Bu çaba aynı zamanda faşizmin çözülüş evresine girme nedenlerini de araştıracaktır. T.C. ’nin faşist geleneğine dair bazı tespitlerle başlamak onun son halkası olan AKP-MHP faşizmini kavramak ve bir noktada istisna olan durumunun aynı zamanda geleneksel bir izlek içinde pratikleştiğini anlamak için işlevsel olacaktır.
Kurumsallaşamayan ve Kürdü Bitiremeyen Faşizmin Kaderi Dağılmadır
Faşist birliktelik T.C. rejiminin komaya girdiği bir dönemde onu aynı özde fakat farklı bir şekilde yeniden organize etme iddiasıyla iktidara geldi. Devletin özü her şeyden önce Kürt düşmanlığıydı. AKP ve MHP, devleti yeni şekille yani başkanlık sistemi ile örgütleyecek artık varlığını ve özgürleşmesini kurumsallaştırma dönemine girmiş Kürt halkının direnişini kıracak, yarı kalan soykırımı tamamlayacak ve bu temelde T.C.’yi bölgesel hegemonik bir güç olacak şekilde yeniden inşa edecekti. Bu çerçevede 15 Temmuz darbesini de gerekçe yaparak sınırsız ekonomik ve yasal olanaklara kavuşan faşist yapı hedefine ciddi biçimde kilitlendi.
Fakat çözülüşü aynı hedefi nedeniyle gerçekleşecekti. Kurumsallaşamayan ve Kürdü bitiremeyen faşizmin kaderi dağılmaydı. Ve işte AKP-MHP faşizmi final evresine bu kıskaç üzerinden geldi. Kendine çoğu kez şaşırtıcı biçimde zaman kazandıran hamleler yaptı fakat yapısal fasit daireyi kıramadı. Kırmasının imkânları var mıydı? Kuşkusuz devletler zaman zaman deri değiştirir, yeniden örgütlenebilirler. Aynı zamanda örgütlü iradi müdahalenin yapısallıklar üzerindeki etkisi inkâra gelmez. Bu açıdan AKP-MHP faşizmi kendi kurumsallaşmasını zaten sağlayamazdı şeklinde bir tespit yavan olur. Devleti yineleme bilinçli bir müdahale ile de olabilir, farkında olunmadan gelişen bir süreç de. Lakin unutulmamalıdır ki her zaman değişim mekanizmasını çerçeveleyen sosyolojik-tarihsel hakikatler vardır. Örneğin Kürt halkının Önderlik gibi bir zihinsel gücü ve özgürlük hareketi gibi bu zihinsel güçle mücadele eden fiziksel gücü var oldukça soykırıma uğratılması mümkün değildir. Bu aslında faşistlerin de gördüğü çıplak bir gerçekliktir. Fakat onlar için Kürdü yok etmeden başarıya giden bir yolda yoktur. Daha önce denedikleri örtülü tasfiye çabaları Önderliğin hamlelerinde dağılmıştı. Kürtleri soykırıma uğratmadan devletleşemeyen faşist ittifak bu açıdan daha baştan sosyolojik hakikatlere karşı hareket ediyordu ve tarihsel-toplumsal gerçeklikle uyuşmayan tek yönü de bu değildi. Yani tarihsel diyalektik hem onun var olmasını sağlayan zeminler oluşturuyor ama varlığını kalıcılaştırmasına birçok açıdan da el vermiyordu. Aradığımız cevaplarda bu iki uçlu aralıkta ifadeye kavuşacaktır.
AKP-MHP Faşizmi Aldığı Her Darbede Daha da Saldırganlaşıyor Ve…
31 Mart 2019 yerel seçimleri AKP-MHP faşizminin kurumsallaşma çabalarının iflasının bir göstergesi oldu. 23 Haziran’da yinelenen İstanbul seçimleri ise iflasın daha açık bir biçimde tescillenmesiydi. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın önemli tüm şehirlerinde kaybeden AKP-MHP iktidarı onanmaz bir yara aldı. Bu yara onu daha saldırganlaştırdı, fakat Rojava’da işgal alanını genişletmesi direnişin derinleştirdiği yarasına deva olmadı. Kuşkusuz şimdilik faşist ittifakın dağıldığından ya da çözüldüğünden bahsetmek mümkün değil, fakat uzun zamandır baş aşağı giden ve ülkeyi yönetemediğini defalarca itiraf eden iktidarın çözülme aşamasına girdiği de inkâr edilemez. Son bir yıl açıkça AKP-MHP faşizminin gerilemesinin hızlandığı, görünür olduğu bir dönem oldu.
Yerel seçimleri faşizmin baş aşağı gidişinin başlangıcı değil çözülüşün görünür olmaya başlaması şeklinde ele almak daha doğru olur. Yani AKP-MHP faşist ittifakı sadece seçim sonucu nedeniyle zayıflamamış, her yönüyle açmaza girdiği için yerel seçimleri elindeki tüm olanaklara ve yaptığı hilelere rağmen kazanamamıştır. Erdoğan-Bahçeli faşizmi tüm saldırılarına karşın başta Kürt Özgürlük hareketi olmak üzere demokrasi güçlerinin direnişini kıramadığı için hegemonyasını kesinleştirememiş, içte ve dışta teşhir olmuştur. Özellikle Kürt halkının topyekûn direniş faşizmi açmaza sokmuş, hayallerini kursağında bırakmıştır. Dört parça da süreklileştirdiği saldırılara karşı geri adım atılmamış ve tüm olanaksızlıklara karşı faşizmin stratejisi bozguna uğratılmıştır. Rojava’nın Ekim 2019’da gösterdiği direniş küresel bir desteği kavuşup faşist saldırganlığın tüm insanlık tarafından görüldüğünü ve kabul edilemeyeceğini açıklıkla ortaya koymuştur.
AKP-MHP faşizmi miadını doldurmuş olsa bile tümden tasfiye edilmiş değildir. Dahası 2020 yazı itibariyle Kürt halkına saldırılarını dört parça Kürdistan’da yoğunlaştırmış durumdadır. Fakat bu geriye doğru gidişin hızlandığını örtmez. Yine de çöküş sürecinin kendiliğinden ilerlemeyeceğinin ve mücadelenin belirleyici olduğunun altının çizilmesi gerekir
Faşizm ve T.C. Devleti
Faşizmin insanlığa büyük zararlar veren içeriği ve pratiği açıktır. Ulus devlet zihniyetinin topluma açık savaşı olan faşizm, derinlemesine incelenmesi gereken ve tek bir devletle sınırlı ele alınmayacak bir vakadır. Ulus devletin topluma saldırısının açık zor aygıtlarıyla yaptığı evre olarak basitleştirilebilecek faşizm, her ulus devletin zor durumda açığa vurduğu gizli yüzüdür. Ulus devletin toplumu biçimlendirme hamlesini açık şiddet ve ırkçılıkla paralel bir milliyetçilikle yapması faşizm anlamına gelir. Faşizmde devletler toplumun mücadelesi sonucu açığa çıkan demokrasiye duyarlı yanları rafa kaldırır. Ayrıca devlet iktidarını meşrulaştırma amaçlı kullandığı hukuk gibi araçları kullanma gereği duymaz, faşizm çıplak zor üzerinde yükselir. Faşizm devletin bütüncül iktidarının aşırı şovenizm ve zor aygıtları dışında farklı bir yüze ihtiyaç duymadığı durumdur. Kısacası devletçi tekellerin topluma saldırılarını en vahşi ve açık yürüttüğü merhalenin adıdır, faşizm.
Öncellikle belirtilmesi gereken T.C. devleti ile faşist mantık arasında özgün bir ilişkinin olduğudur. Keza faşizmin bir olgu olarak açığa çıkmasının ilk pratik öncülü İttihat ve Terakki Partisidir. İttihat ve Terakki sadece soykırım gibi insanlık suçlarıyla değil, devleti dönüştürme bakımdan da faşist düşünceye kaynaklık etmiştir. Ve bu ön faşist oluşum, gerek doğrudan kadrolarının devamlılığıyla gerekse zihinsel olarak devlet aklını oluşturması ile T.C. ‘nin ana dinamiğini oluşturmaktadır. Önderlik Yol Haritası kitabında bu durumu şu şekilde açıklar:
“Ulus devletler iki katlı bir yabancılaşmayı temsil ederler; bir yandan eski uygarlıktan kalma iktidar olarak yabancılaşma, diğer yandan kapitalist modernitenin dayattığı ulus devlet yabancılaşması. Katmerleşen iktidar tekeli halk kültürü üzerinde soykırıma varan rejimler uygular. Devlet eliyle kapitalistleşme burjuvalaşma ve faşistleşmeyle iç içe yürümektedir. Türkiye bu süreci 20. yüzyılla birlikte yoğun yaşayacaktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak kendini adlandıran hareket bu gerçeği ifade etmektedir.”
Faşizm her ulus devlete içkin bir durum olsa bile T.C. örneğinde faşizmin baskın nitelik olduğunu belirtmek gerekir. Bu durum her şeyden önce sistemin Kürt soykırımı üzerinden şekillenmesinden kaynaklanır. Bir halkı yok etme üzerine kurulan bir devlet sistematiğinin faşizmle sürekli haşir neşir olması kaçınılmazdır.97 yıllık tarihinin neredeyse her döneminde gözlemlenen bu durum devletin yönetim geleneğini oluşturmaktadır.
T.C. ‘nin sömürgeci ve soykırımcı yapısı onun faşist çekirdeğini de sürekli kılmaktadır. Bir halkı yok edip ülkesini sömürge konumda tutmayı temel hedefi olarak gören bir devletin demokrasiye duyarlı hale gelmesi, evrensel hukuk kurallarına göre davranması mümkün değildir. Bu nedenle Kürt sorunu Türkiye’de demokratikleşmenin mihenk taşıdır. Çünkü soykırımcı ve sömürgeci mantık devletin tüm organizasyonuna hâkim konumdadır. Türk devleti her dönemde aynı zihniyeti sürekli pratikleştirmiş ve faşizan uygulamalarından vazgeçmemiştir. Devletin çekirdeği egemenliğini de bu zihniyet üzerinden inşa etmiştir ve onun üzerinden sürdürmektedir. Bu mantık kırılmadan devletin demokratik dönüşümden geçmesi söz konusu olamaz.
İttihat ve Terakki Partisinden arta kalan bir klik tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti baştan itibaren faşizan eğilimlere sahipti. 1925’te ise bir yandan Kürt soykırımı için düğmeye basılırken diğer yandan önceden herhangi bir alternatif muhalefet odağı bırakmamak için başlanan temizleme hareketine hız verildi. Ankara’da mücadeleyi veren meclis 1923’te tasfiye edilmiş, sadece bazı önde gelen isimler milletvekili olarak kalabilmişti. 1926’da kalan öncü kadrolar da susturuldu. Tasfiye edilenler de İttihatçı ve faşistti. Sonradan bazıları Kara ve Yeşil faşizmin atıf yaptığı kişiler olacaktı. Fakat mesele devletin siyasetten bile monolitik bir yapıya kavuşturulmasıydı. Türk devlet geleneğinde var olan tek egemen prensibi cumhuriyet makyajı ile devam ettiriliyordu. Cumhuriyet daha baştan oligarşik diktatörlüğün cilasıydı. Yeni Cumhuriyettin aynı zihniyette olan muhaliflere bile tahammülü yoktu. Kürt halkını ve demokratik, sosyalist hareketleri ise ortadan kaldırmayı temel hedef olarak belirlemişti.
Böylece Beyaz Türk faşizmi askeri-sivil bürokrasinin temel ideolojik yapılanması olarak hegemonyasını inşa etti. Devlet tamamen bu çerçevede oligarşik yönü baskın ve görünür bir biçimde oluşturuldu. Devlet yapısına dair yasalar faşist devletlerden kopyalandı. Çykünme sadece yasaları kopyalama açısından değildi, tarihten edebiyata, kültürden spora her alanda faşist bir atmosfer yaratıldı. 1930’lar zaten faşizmin dünyada da yükseldiği bir dönemdi. Tıpkı bugün yapıldığı gibi bu zihniyette yüceleştirilen “Devletin bekası” kavramı ile faşizm gerekçelendirilmeye çalışıldı. Ve o zamanda aslında bahsedilen beka, egemenlerin sömürü düzeninden başka bir şey değildi.
Devletin faşist yapısı gerek içte direnecek odakların cılız olması gerekse dışta yaşanan kaos durumu nedeniyle makyaja ihtiyaç duyulmadan 1946’ya kadar gelebildi. 1950’de gerçekleşen hükümet değişimi ve devletin şeklinde yapılan kısmi dönüşümler özü değiştirmemişti. Sosyalist muhalefet üzerindeki baskı hiç kalkmazken, Kürt halkına saldırılara ara verilmemiş hatta daha da katmerlenmişti. Kürt halkının varlığının buharlaştığını düşünen ve her fırsatta kalan değerlere yönelen devletin politikalarına ilişkin pratik örnekler 1950-1960 arası hayli fazladır, yalnız 49’lar davasının hatırlanması yeterlidir. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ise Beyaz Türk faşizminin iktidarı bırakmaya ya da paylaşmaya niyetinin olmadığının açık kanıtıydı. Askeri-sivil bürokrasi yeni palazlanan üst sınıflarla eski toprak beylerin hükümetine adı cumhuriyet olan bu devletin özünün sadece sınır ya da hukuk tanımaz güç ve iktidar olduğunu ve iktidarın da onlarda olduğunu acımasız bir şekilde gösterdi. Bu iktidara talip tüm tekelci gruplara açık bir gözdağıydı ve onlarda uzun süreli bir tramvaya(o günden sonra asılan başbakanın gölgesi yeni başbakanların neredeyse hepsinin üstüne düşecekti.) sebep olacaktı. 1960 darbesi Beyaz Türk faşist eğilimin iktidarını yeniden tahkim ederken uluslararası koşulların etkisiyle bazı demokratik adımları beraberinde getirdi. Bu durum sonradan 60 Darbesini ilerici biçimde ele alan birçok yanlış anlayışı besleyen bir çelişkiydi.
Çelişki, 71 darbesi ile aşıldı. Devlet faşist kimliğine daha güçlü bir şekilde geri dönmüş, topluma yönelttiği saldırı boyutlanmıştı. Fakat hem Kürt halkının hem de demokratik toplumcu güçlerin mücadelesi saldırılara karşı direnişle boyutlanmıştı. Direniş devletin faşist özüne uygun düzenlemeleri kısmen engelleyebilmişti. 71-80 arası demokratik mücadelenin gelişimi devletin yapısal buhranını ise derinleştirmişti. 12 Eylül Faşizmi T.C. rejiminin krizini hegemonik güçlerin verdiği yeni görevler ve daha açık topyekûn bir saldırı ile aşmaya çalıştı.
Faşizmin Etkilerini Kırmak İçin Demokratikleşme Mücadelesi Güçlenmeli
1980 Faşist darbesine mevcut devletin şekline yaptığı etki nedeniyle daha yakından bakmak gerekir. 12 Eylül faşizmi Türk devlet geleneğine dayanarak bir kurumsallaşma yaratmıştır. Bu kurumsallaşma Anayasa ve yasalarla oluşturduğu devlet sisteminin hala sürüyor olması ile ilgili olduğu gibi topluma dayattığı kalıpların ve palazlandırdığı ideolojik grupların etkileri ile de görünürdür. Faşizme karşı mücadele onu geriletmiş ve birçok açıdan iflas ettirmiştir. Fakat 12 Eylül döneminin kapanıp yeni bir döneme geçildiği söylenemez. Sürekliliğini tarihsel düzlemde yerli yerine oturtabilmek önemlidir.
12 Eylül cuntası iktidara el koyup devlet mekanizmasını yeniden örgütlerken yine toplumsallığa müdahale ederken bunu pratik araçlarla yapmıştır. Bu siyasal, kültürel, ekonomik araçlar devletin tüm yapısını etkilerken, toplumsallık üzerinde de ciddi tahribatlar yaratmıştır. Bu açıdan 1990’larla birlikte 12 Eylül’ün teşhir olması ve neredeyse tüm çevrelerin darbeyi olumsuz görür duruma gelmesi, bunun 2000’lerle birlikte zirve yapması tam bir hesaplaşma anlamına gelmez çünkü özellikle yapısal dönüşümler Türkiye’de söz konusu olmamıştır. Faşizmin etkilerini kırmak demek demokratik bir işleyişin hâkim olması demektir. Örneğin İspanya, Franco faşizmi ile yüzleşmek için önemli dönüşümler yapmış ve bu belli bir zamana yayılmıştır. Ancak bu şekilde faşizmden kısmi arınma gerçekleşmiştir. Kaldı ki Bask ülkesi ve Katalonya sorunlarında gördüğümüz üzere İspanya için de hala da yapılması gerekenler vardır. Türkiye için ise demokratikleşmenin çok yalın bir ilk adımı vardır. Bu adım Kürt sorunun çözülmesidir. Kürt sorunu çözümsüz kaldığı sürece Türkiye’nin darbeci faşist sistem çerçevesinde kalması kaçınılmazdır. Nitekim tutarlı bir metin olmaktan çıkarılacak kadar değiştirilip yamalı bohçaya çevrilse de(yapılan değişimlerin yüzeysel olduğu da unutulmamalıdır) 12 Eylül’ün Kürt düşmanı faşist Anayasa’sının hala yürürlükte olması bunu açıklıkla gösterir. Türkiye’de yaşayan herkesi Türk sayarak inkârcılığın zirvesinde olan bir anayasanın faşist sistemi sürekli gündemde tutmasında şaşılacak bir şey yoktur.
40 yıldır Türk devleti faşist darbenin çizdiği çerçevenin dışına çıkmamıştır. Mantık, zihniyet ve işleyiş değişmemiştir. Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye demokrasi güçlerinin mücadelesi kuşkusuz devletin geri adım atmasına yol açmıştır. Devlet buna zorlandığı için bazı değişimleri yapmak zorunda kalmıştır. Fakat cevher değişmemiştir. Bu zaman zarfında iktidar olan ya da mecliste temsilini bulan Kürt siyasal hareketi dışındaki tüm partilerde şöyle ya da böyle 12 Eylül mantığının ürünü olmuştur. Devlet içinde rekabet eden tüm tekelci klikler de aynı anlayışı paylaşmış aralarındaki farklılık çıkarda ve tarzda olmuştur.
1980-2000 arası T.C. devletinin faşist kimliği ise örneklemeye ihtiyaç duymaksızın açıktır. Kürt halkına karşı yürütülen soykırım saldırıları tipik faşist vahşetle yürütülmüştür. T.C. devletinin bu faşist yapısı kapitalist merkez ülkeler tarafından da öngörülmüş, desteklenmiş ve Ortadoğu’da gelişebilecek demokratik hareketlerine karşı bir fren olarak düşünülmüştür. Bu faşist sistemin her zaman emperyalizmin onayı çerçevesinde topluma, Kürt halkına ve demokratik muhalefete saldırdığının altını çizmeliyiz.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi