HABER MERKEZİ
“İnsan doğanın bir parçasıdır, onun doğaya açtığı savaş kendine savaş açması demektir.” Rachel Carson:
Herkesin bir yaşam ve dünya hayali vardır mutlaka. Peki kadın ya da erkek insan olarak nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Özgür, adil, eşitlik, barış, iyilik, güzellik dolu… şeklinde sonsuz istemlerimizi sıralarız. Peki böyle bir dünya özlemiyle pratiğimiz, yaşamımız arasındaki uçurumu hiç düşündük mü? Çünkü bu dünyada sadece insan yaşamıyor, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar taşlar, börtü böcek… Ya onların hakkı, onların özgürlüğü, onların iyiliği ve güzelliği…
Güzel dünya düşümüzün içinde onlara ne kadar yer var? Sadece bizi doyurabildikleri, ihtiyacımızı karşılayabildikleri kadar mı? Oysa doğa bizsiz yaşayabilir, peki biz doğasız yaşayabilir miyiz?
Doğasından, toprağından dolayısıyla inancından, kültüründen, dilinden kopan insanın yürüyeceği yol karanlıktır.
Kutsallıkların etrafında çöller yaratıldı
On beş yıldır Dersim merkezinin yanıbaşında, Milan köyünün sınırları içinde bir taş ocağı işletiliyor. Dersim’in hemen yanıbaşında, ormanlarla kaplı dağları olan, tarlalarında her baharda renk renk çiçeklerin açtığı küçük bir köy Milan (Milli, Milu, Mulu). Toprağında yer alan dervişleri ve ziyaretleri ile Alevi/Kızılbaş (Raa Haq) inancının bir sembolü aynı zamanda. Ancak 15 yıldır bir taş ocağıyla tahrip ediliyor. Kutsallıkların etrafında çöller yaratıldı. Milyonlarca yılda oluşan yalçın kayalıklı Kemerê Kunk vadisi ve tepeler yok edildi. Taş ocağının kapatılmasına yönelik birçok girişim sonuçsuz kaldı. Beş yıl önce taş ocağını doğaya verdiği zarardan ötürü kapatacağını söyleyen müteahhit de sözünde durmadı. Bu açıdan gecikmiş de olsa taş ocağına karşı bir kampanyanın yapılması zorunlu hale geldi.
Belki sadece Kürdistan’ı değil tüm ülkeyi betonlaştıran, yıkıma sürükleyen bir zihniyet ve iştirakçilerini düşünecek olursak küçük bir çaba, ama karanlığa karşı savaşmak gibi. Müteahhit yerelden olduğu ve para yardımları yaptığı için onulmadık hakaretler, hatta küfürlerle karşılaştık. Ölçüler oldukça değişmişti. Duyarlı-demokratik kurumlardan cılız bir destek geldi. Yapılan kimi açıklamalar zorakiydi, suskunluklar fazlaydı. Kurulan çıkar ilişkileri, aile, aşiret bağları vb karşı çıkmaya engeldi. Bunun üzerine bir kaç söz söylemek gerek.
Ekolojik bilinç?
Uzun yıllardır mücadele yürüten duyarlı kesimlerin de, ekolojik bilincinin ne kadar yetersiz, yetmez olduğu anlaşıldı. Ekolojik bilinç, salt çevrenin korunmasına yönelik bir bilinç değildir. Kadın üzerinde kurulan tahakkümün başlangıcına gitmeyi ve onun sonuçlarını sorgulamayı gerektirir. Zira çevre sorunlarını toplumsal sorunlardan ayırmak mümkün değil. Doğaya yönelik tahakkümün kadına dolayısıyla insana ve topluma yönelik tahakkümden ayrı tutmak mümkün değil. Sömürü ve işgalin başlangıcı oradadır.
Yaklaşık yirmi yıllık AKP iktidarında doğaya karşı şiddetin, kadına karşı şiddet ile paralel gitmesi de tesadüf değil. Eril insan merkezli düşünce ve pratik, kadına ve doğaya yönelik sömürüsünde sınır tanımıyor.
Yazar Ursula Le Guin, bu durumu şöyle tanımlar: “Uygar Adam der ki: Ben benim, ben efendiyim, geri kalan her şey öteki – dışarıda, altta, altımda, itaatkar. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim yaptığımdır. İsteklerim maddenin var olma sebebidir. Ben benim, geri kalanıysa uygun gördüğüm şekilde kullanılacak kadınlar ve vahşi doğa.”
Doğa, hayvan sözkonusu olduğunda çokça dile getirilen ihtiyaçlar meselesi var! İhtiyaçlar neye göre belirleniyor. Bir yanda insanların açlıktan öldüğü, öte yanda ise çok yemekten, obeziteden öldüğü bir dünya gerçeğiyle karşı karşıyız. Ve böyle bir dünyada gerçekte ‘ihtiyaç’ nedir sorusuna eğilmemiz gerekiyor. Beton ihtiyacı, et ihtiyacı, tahta ihtiyacı, kağıt ihtiyacı vb…
Yani ihtiyaçlarımızı gerçekten fonksiyonellik üzerinden mi belirliyoruz yoksa açgözlülük ve sınırsız tüketim ‘özgürlüğü’ mü? İhtiyaçların, fonksiyonel olmaktan öte tüketime dayalı hayat tarzı ve ekonomik model tarafından belirlendiği tartışmasız bir gerçek. Gerçekten ihtiyacımız olduğu için mi satın alıyoruz, yoksa…?
Doğa anadır, candır
O topraklar için dövüşen ve toprağa düşen dervişlerden Atakan Mahir, “Dersim Ana. Ana’nın yaraları da var, kapamalı, iyileşmeli. Dil, kültür ve inanç, toprağı…” derdi.
Dersim Ana’nın yaraları çok, ağaçları, dağları, suları ekokırım tehdidi altında. Raa Haq inancı, bir doğa inancıdır. Ana kültü hala dipdiri yaşıyor o topraklarda; Ana Fatma, Haskar, Jêlê, Buyerê…
Sular kutsaldır, çocukların, evlerin, hayvanların, ahırların, tarlaların üzerine serpilir. Toprağı kutsaldır, teverik (kutsal lokma) olup şifa niyetine yenilir, saklanır, uzaklara taşınır kalbin üzerinde. Ağaçları kutsaldır, gövdeleri öpülür, güneşe dönülüp dua edilir, yaş ağaç kesilmez, ziyaretlerinden ağaç kuru da olsa kesilmez. Taşları kutsaldır, öpülür, milyonlarca yılda büyük emekle oluştuğu bilinir, hakkı verilir. Doğa da, insan gibi bir candır, kırılmaz, kesilmez, incitilmez, kirletilmez.
Ama şimdi Dersim’de inanç yerleri, ‘ekonomik kalkınma, turizm, işsizliği bitirme’ vb adı altında piknik, mesire yerlerine dönüştürülüyor. Bu bilinçli bir politikanın ürünüdür. Oralara gidip eğlenenler bunun farkında olmayabilir. Ama bu durumu yaratan iktidarın ne yaptığını bildiği aşikardır.
Sadece Alevi inancı ve kültüründe değil Kürt halk kültüründe, hatta Ortadoğu’nun kadim kültüründe doğa, anadır, candır. Dünyanın hakikatini taşıyan tüm yerli halkların bakışı böyledir. Kadim hikayelerinde, şarkılarında kuşlar konuşur insanlarla, insan hayvana, hayvanlar insana dönüşebilir. Hikayeler birbirine dolanır. İşte bu doğadaki her canlı ile eşit yaşamın getirdiği bakış açısıydı. Doğada merkez yoktur, döngüsellik vardır. Bir can diğerinin önünde değildir. Ama bu ne zaman kaybedildi, insan merkezli bakış açısı doğayı da sömürülecek bir nesne haline getirince. Doğa ve kadın, ikisi de birer nesne, ‘ihtiyaçlar’ üzerinden sömürülecek birer metaydı.
Toprak çalındı, tohum çalındı, ağaç çalındı, taş çalındı. Dünyayı betona çevirmeye, insanın elini topraktan koparmaya çalışan bir sistem ve işbirlikçileri tarafından. Amerika’da çevre hareketinin öncü isimlerinden Rachel Carson der ki, “İnsan doğanın bir parçasıdır, onun doğaya açtığı savaş kendine savaş açması demektir.”
yüzyıl kadın ve doğanın yüzyılı olacak
Tüm bunlardan dolayı Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Kadın Özgürlük Mücadelesi, kadın ve doğa özgürlüğünü, toplum özgürlüğünün temeline koyar. Kadın ve doğa üzerindeki tahakkümün kaldırılması demek insanın özgürleşme tarihinin de başlangıcı olacaktır.
Nihayetinde kar esasına dayalı sistemden kaynaklı sorunları birbiriyle bağlamları çerçevesinde çözümleyen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Toplum paradigmasının temelinde de kadın ve doğa özgürlüğü yatar. Bu nedenle 21. yüzyıl kadın ve doğanın yüzyılı olacak.
Bu paradigmayı esas alarak mücadele yürütenler, bu paradigma içindeki ekoloji kavramını, bilincini oluşturmakla yükümlüdürler. Bu paradigmanın ilkelerinden birini geride bırakarak yol almak mümkün değildir. Bu nedenle Kadın Özgürlük Mücadelesi, sorunu salt çevre için mücadele ile tarif etmez. Cansız görülerek yıkıma uğratılan doğa ile yaşamın da değerden düşürüldüğünü belirtir. Kaybedilmiş canlı ve kutsal doğa anlayışına dönüşü çözüm olarak sunar, doğayla yeniden bütünleşmeyi esas alır. Yerli halkların kadim hikayelerindeki gibi bizimle konuşan, renkli, bizi var eden canlı doğa düşüncesinin vücut bulması için mücadele eder.
Özgür toplum ancak ekolojik olmakla mümkündür
Kürt Halk Önderi Öcalan’ın, toplumsal sorunların çözümü açısından sunduğu ekolojik toplum özelliklerinin bu anlamda esas alınması elzemdir: İktidar sırasıyla kadını, toplumu, doğayı köleleştirmiş, zihinleri çarpıtarak ilişki düzenlerini bozmuştur. Artık hiyerarşik ilişki temel ilişki biçimidir. İktidarın toplumda kurumlaşması toplumun doğasını bozduğu için doğal olmayan bir gelişmedir. Hiyerarşik-devletçi toplum doğadan kopmuş, ona yabancılaşmış toplum demektir. Zihniyetteki aşınma doğaya bakışı da etkiler. Doğa artık ölüdür, eski canlılığını yitirmiştir! İnsanlığın bir numaralı düşmanı olarak hizaya getirilmelidir! Doğa toplumun –burada iktidar kastedilir-, ihtiyaçlarını karşıladığı oranda anlamlıdır! Bunun dışında bir anlamı ve görevi olamaz! Ruhsal bütünlük yitirilmiştir. İlişki maddi ihtiyaçların karşılanması tarzında çıkarcı bir anlayışa indirgenmiştir. Özellikle kapitalizm çağında bu yaklaşım had safhaya ulaştırılmıştır. Modern bilim doğayı ondan daha fazla faydalanmak için araştırır. Temel güdüsü budur. Sömürülen sadece toplum değildir, doğa da vahşice sömürülmektedir. İlerleme için insanlığın önünde tek yol vardır; o da doğaya boyun eğdirerek sonuna kadar yararlanmaktır! Diğer yol doğaya boyun eğmek olacaktır ki, o da insanlığın ilerlemesine terstir! Ya boyun eğilecektir ya da boyun eğdirilecektir! Farklı bir algılama, ilişki biçimi düşünülemez bile. Sanki tarihte eşit-özgür ilişkiler hiç yaşanmamış gibi…
Özgür toplum ancak ekolojik olmakla mümkündür. Bilimin son verileri ışığında ekolojiye uyumlu toplum anayasal bir düzeye taşırılmalıdır. Özgür bir toplumda işsizlik, yatırımsızlık, gelir uçurumu gibi olgulara yer yoktur. Kârı esas alan bir ekonomiden toplumun sağlıklı beslenmesini esas alan, doğal gıdaya dayalı bir ekonomiye öncelik vermek gerekir. Bugün eşit-özgür bir topluma doğru yol alınmak isteniyorsa bunun belki de en birincil şartı ekolojik bilinç ve duyarlılığın geliştirilmesidir. Sapmalı toplumsal gelişme durdurulmadıkça toplumun doğayla yeniden buluşması sağlanamaz. Doğaya bakışımızdaki yabancılaşma, güçlü bir zihniyet ve vicdan devrimi ile aşılmadıkça sapmalı toplumsal gelişme durdurulamaz. Bu süreç iç içe işleyecektir. Toplumda iktidar aşıldıkça ekolojik bilinç gelişecek, yine ekolojik bilinç geliştikçe de, iktidar toplumdan dışlanacaktır. Böylece toplum doğasına yeniden ve daha güçlü bir biçimde kavuşacaktır. Doğa toplum ilişkilerinin özgürleştirilmesi, özgür bir toplum ve özgür bir doğaya doğru atılmış en büyük adım olacaktır.
Deniz Bilgin
Kaynak: Newaya Jin