HABER MERKEZİ –
“Akşam hüznünün çöktüğü uzun saatler nedense öteki akşamların insanın içine işleyen rüzgarından yoksun. Ilık esintili, herhangi bir yaz akşamını anımsatan bir sıcaklık var havada. Birazdan yerini karanlığa bırakacak olan kızıl rengin altında her şey sakin ve sessiz duruyordu; dağlar, dere, ağaç, patika. Bir akşam grisinde ağır usul soluyor her şey.
Günlerin aynı tonda süren melodisi yayılıyordu. Ve bir gün daha bitmek üzereydi. Behdinan’daki en güzel tepelerden biri olan Bahar tepesinin gür ağaçları arasında kuru ot kokusunun yayıldığı düz bir yerde oturmuştu.
-Ne düşünüyorsun? diye sordum.
-Gidenleri, dedi. Gözleri kımıltısız, bir noktaya bakıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti, “Bıraktıkları izler ve adımlar” dedi belli belirsiz bir ifadeyle
-Arkalarında bıraktıkları hep acı olmasa gerek?
-Ömrünü kendi elleriyle tamamlamak istediği bir zaman diliminde, yaşamın anlamını henüz çözmeye başladığında, onun gerçekliği, sarsıntıları, yıkımları ve güzelliği ile yeni yeni tanıştığı bir zamanda gitmesi acı veriyor. Ardıllarına miras kalan yarımlıktır.
-Adı neydi?
-Baran, dedi. Yüzünden dağ meltemi gelip geçti. Gözlerinin dalıp gittiği suyun yeşili görünüyordu. Karanlık gizlice değil ama fark edilmeden çökmüştü üzerimize. Yapraklar arasından esen rüzgar, ateşin alevlerini yana yatırıyordu.
-Bazen sadece ismini söylemek bile yetiyor. Yüreğe akşam yağmuru yağar gibi oluyor anarken.
Yaşam ilişkiler zinciridir.
Bir bütünün parçası olmak ve bunun yükümlülüğünü taşımak, bu yaşamın sırrına ermek gibidir. O sır ki, yaratmanın diğer adıdır; güzel’e ulaşmanın kolay olmadığını anlatır. Bazen vücudun iflas edeceğini düşünecek kadar çalışarak, bazen düşerek, bazen de bir hatanın tekrar etmemesi için kan dökerek halkaları diziyor gençlerimiz. Uzun zamanlara masallar biriktiriyor halkımın çocukları, hem de kahramanlığın sınırlarını, eşitliğe dayamışken ve sınırları çoktan aşmışken.
Ve çoğalıyor kervan.
-Anlatmak, sözcüklere hapsetmektir. Sana onu anlatacağım ve daha birçok insana da. Ama onun senden bir iz taşıdığını bilerek dinlemelisin. Kaldı ki bu, zincirde halka olmanın ilk şartıdır. Kendi hayallerimin ve düşüncemin sınırlarındadır söyleyeceklerim. O ise bunun daha da ötesindedir. Ben bir pencereden bakıyorum. Sen ona başka pencerelerden bakmalısın.
Yağmur yağıyordu. Naylon çadırda oturmuş, ıslak odunların çatırdayarak yanışını seyrediyordum. Vadiyi ve karşı tepeleri sarpa saran pus, her yeri kapatmıştı öyle hızlı ve çok yağıyordu ki, artık toprak kokusu gelmiyordu. Birden Sarya (Nursel İnce) arkadaş mangaya girdi. Röportajlarını tamamlamış, tam bölükten ayrılacakken, yağmura yakalanmış. Yağmurun dinmesini beklerken sohbet ettik.
-“Fatma Aslan’ı tanıyor musun? Kısa bir süre Eskişehir Anadolu Üniversitesinde okumuş” dedi. Tanımadığımı söyleyince konuyu değiştirdi.
Akşama doğru yağmur sonrası sis çökmüştü vadiye. Yükseklerde olmanın avantajını yaşıyorduk. Bölüğe yeni arkadaşların geldiği söylendi. Kısa bir süre sonra da Baran arkadaş mangamıza geldi. Etkileyici duruşuyla dikkatleri topluyordu. Kısa, emin ve sakin davranışları sıradan olmadığını gösteriyordu. Kıvırcık, sarı saçlarına verdiği model ise ona ve Sarya arkadaşa has bir modeldi. Yarım yamalak Kürtçe’si ile cevap veriyordu sorulara. Bana dönüp,
-“Buraya nereden geldin” diye sordu.
Yabancılığın verdiği suskunlukla onları dinliyordum. Güldüm,
-“Nasıl anladın” dedim.
-“Bu bölükte yeni olabilirim, ama alandaki tüm arkadaşları tanıyorum”dedi.
Sonra sanki yılların samimiyetini taşırcasına, “suskun olmak, fark edilmemek anlamına gelmiyor” dedi. Gözlerindeki incelik onun farkını ele vermişti. Arka arkaya sorduğu sorularla beni tanımaya çalışıyordu. Ama söylediklerimle değil, kendi ölçüleriyle. Eskişehir’i duyunca gözleri ışıdı. “Ben de kısa bir süre orada kaldım. Porsuk çayını hiç unutmuyorum” dedi.
-Fatma Aslan! dedim.
Donup kaldı.
-“Nereden biliyorsun?” diye sorma sırası ona gelmişti. Bir süre merakta bıraktım. Sonra, Sarya arkadaşın söylediğini öğrenince “ikizim beni hep deşifre ediyor” dedi.
Ateşin közleri her esintide üzerindeki küllerinden arınıyordu. Kızıl rengin en göz alıcısında dalıyorduk hatıralara. Ne başka mekanlara uzanan yollar ne de arkasında nefes nefese kaldığımız zaman vardı. Sadece, dalların arasından süzülen rüzgarın yapraklarda bıraktığı hışırtı ve yüzlerden gelip geçen hüzün duruyordu aramızda. Yeni bir insanı tanıyordum. Bizim olan, bizi yaşayan ve anlayan bu insanı tanıdıkça, onunla aramda olan uçurumun soğuk rüzgarı çarpıyordu yüzüme.
-En belirgin özelliği neydi?
-Şaşkınlığı ve sanatçı ruhu. Başkan ona “proleter kız” diyormuş. Öyle çalışkandı ki, yağmur, soğuk, yorgunluk dinlemeden çalışıyordu. Hem de en güzelinden yapma iddiasıyla, yaratıcılığını kullanarak yapardı işini. Hiçbir iş bulamamışsa eğer çoraplarını onarırdı. Belki de onun farklılığı buydu. Sürekli eylem halinde olmak ve bunları başarı ile tamamlamak hayata iz bırakmaktır.
Sanatçı olmak nedir diye soracak olursan, “zamanın gerçeğine varmış olmaktır” derim. Yaşadığı zamanı ve zamanın insanını tanımanın ayrıcalığıdır. Bu nedenle yapılması gereken karşısında ne umutsuzluğa ne de çözümsüzlüğe düşüyordu. Büyük bir kavgaydı verdiği hem de güzelliğin üzerine çöreklenmiş, köhnemiş gericiliğe karşı verdiği kavgaydı. Onun mücadelesi geri düşünceye karşıydı. Gittiği her ortamda yeni ile eski arasındaki sınırı öyle belirginleştiriyordu ki, bu nedenle gericiliğin tüm öfkesini üzerine topluyordu. Sık sık, “tarih yazıyoruz. Tarih geriliği yaşayarak değil, her gün yenileyerek yazılır” diyordu. Bu nedenle kalkıştığı her işi disiplinli ve başarıyla bitirme istemi onda en belirgin gördüğüm yöndü. “Egemenlik insan duygularını öyle parçalamış ki, bir çalışmayı başarmanın mutluluğunu bile tadamaz olmuş” derken, gericilikle yürüttüğü savaşı çoktan kazanmıştı. Çünkü o, bildiğinin eylemcisiydi.
1970 yılında Kars’ın Ardahan ilçesinde doğmuştu. Henüz dokuz yaşındayken annesini kaybetmiş, kardeşlerine annelik yaparak tanışmıştı yaşamla. Hem korumacılığını hem de emekçiliğini buradan alıyordu. İstanbul Üniversitesi İktisat bölümünü bitirmişti. Ama yüreği, ruhu, yaşamın her ayrıntısında tiyatroyu yaşıyordu. Sanat onun tek tercihi idi. Ama her koşul altında sanatın bir ilişki biçimi olarak almaktan vazgeçmiyordu. 1995’te partiye katıldı. Önderlik eğitiminden sonra ‘96’da dağlara geldi. Şimdi onu kime sorarsanız herkes biraz anlatır. Ya görmüştür ya da duymuştur. Behdinan’da gerillacılığı, sadeliği her türlü sınırı kaldırmıştı. Ona sadece hissetmek, düşünmek ve yapmak kalıyordu.
1999 yılının yalnızlık soluyan ağırlığında, savaşın ve yazın kızgınlığında, bir sabah, şafak sökmeden daha Baran arkadaş vuruldu. Nokta operasyonunda işbirlikçi-çeteler ilk onu görürler. Karnından kurşunlar alır. Ama her şeye rağmen on gün boyunca direnir. Tek bir damla su içmeden, serum kullanmadan ve tek bir lokma yemeden. Onun yaşam direnişi hala Metina’da söylenir. Tanıyan, tanımayan, gören, görmeyen herkes, Baran arkadaşın kan kaybederken gülümseyişini ve arkadaşlara “iyiyim” deyişini anlatır. On günde gözlerini sanat kadar sevdiği yaşama kapar. Ve herkes için yaşamın ve yüreğin bir parçası Baran’ın acısına ayrılır.
Hava ağırlaşıyordu, gece ağır yavaş yavaş kalkıyordu üzerimizden. Daha tan atmamıştı, rüzgar uzaklığın acımasızlığını hissettirircesine esip geçiyordu. Ayrılık kokuyordu toprak. Tanımışlığın acısı mıdır zamana sığdıramadığımız, yoksa yarımların tarihe vurdukları mı? Perdeler açılır toprağın tiyatrosunda. Her perdede başka zamanlara ve mekanlara ait kahramanlar çıkar karşımıza: her biri bir hikaye, her biri bir ömür ve her ömre bir toprak öyküsü sığdırır zaman uzayan yollara ve biriken anılara rağmen. Baran arkadaşı ne güleç yüzünün saçtığı huzur ile ne de hayallerinin sınırında çıktığı yolculuk ile anlatılabilir. O sadece suya ve rüzgara okuduğu duyguları ve bir tiyatronun çıplaklığı ile dokunduğu yaşam sevinci ile tanınabilir. Çünkü o, kuşakların eskitmediği bir erdeme; sanatın zamanın gerçeğine varan gücüne ulaşmıştı. “Sanat, doğayı olduğu gibi gösterecek aynayı tutmaktır” demişti Sheakspear. Baran arkadaşın tiyatroyu tercih etmesi kendisini bu aynada gördüğü kadar gerçeğe ulaşma azmidir de. Gerilla ve insanlığın tarih aynasıdır. İnsan olmanın onurunu ve tarih yaratmasının gücünü bir aynada gibi tutar yüzümüze. Her şey sade ve arıdır. Gerilla ile tiyatro birbirlerine benzeyen yanı da budur; her şey çıplak ve olduğu gibidir. Belki de bu nedenledir ki Baran arkadaş en az tiyatro aşkı kadar sıkı sarılıyordu gerillacılığa. Zamanın bilgisine ulaşmak, sevgiyi doğurur. Her şeyi severek yapmak ve sevgiyle yaşamak, aynada ki bilginin gerçeğini anlamış olmaktan geçer. Bu nedenle uzun söze ne gerek; kendinize bir ayna bulun. Böylece kendi erdeminize ve gerçeğinize ulaştıkça Baran arkadaşı anlayacak ve onun bizden bir parça olduğunu göreceğiz. Çünkü sanatın başka dili yoktur. Hele gerillacılığın hiç yoktur.
Soluk almak ile toprağa dönmek arasına sıkıştırılan zaman için de tanıdıklarımız o zamana dair izlerdir. Bunun, acıya veya mutluluğa dair olması ise bizim ellerimizdedir. Yaşadığımız anı ve yaşadıklarımız güzel ile anmak, parmak arasında akan uçurumda ince bir patikada yürümek kadar zordur. Bu nedenledir ki, an’ da sevgiyi ve yoldaş sıcaklığını yakalamak bir erdemdir. Kurutulmuş ruhların canlanması, yaşamın yeniden en özlü duygularına ulaşması bu erdemin esasıydı. Ve Baran Arkadaş, kendi ruhunun yeniden yaratıldığı anlarda buluştu toprakla. Ardında yarım kalan paylaşımların derin sızısını ve yaşanmamışlığın ağır yükünü bırakarak.”
Gerilla Kaleminden
Kaynak: PAJK Online