HABER MERKEZİ –
Kuzey rüzgarlarının ağırlığı altında ezilen uzun ve karanlık bir gecenin içinde, sadece toprağa batırılan, kimi zaman da taşlara çarpıp tiz bir sesle yankılanan bir kazmanın sesinden başka bir şey duyulmayan Ömeryan vadilerinin birinde harıl harıl çalışmaktaydık. Karpuz dilimini andıran ay, beşinci gününe biraz önce girmişti. Yıldızlar sürüsü, gökyüzünde büyük bir ihtişamla güzelliklerini sergiliyor, ay ışığının da aralarına katılması gökyüzüne olağanüstü bir güzellik katıyordu. Ta uzaklardan gelen kurt sesleri gece karanlığını yırtıp bize ulaşıyor ve hemen yanı başımızda bulunan, kalın ve yüksek bir meşe ağacının üstündeki baykuşun sesi kötüyü, tehlikeyi haber veriyordu. Küçükken babamızın dilinden dinlediğimiz masallarda bu hep böyle anlatılmaktaydı. Batıl inançlarda olumsuzluğun habercisi ve figüranı olan baykuşun üstümüzde dolaşması boşuna değildi. Ve biz bunu fark etmeyecek kadar çalışmaya dalmış bir şekilde sabah olmadan elimizdeki işi bitirmeye çalışıyorduk.
Daracık bir vadinin içinde daha önce büyük bir taşın altı oyularak hazırlanan ve yarıda bırakılan bir sığınağın tamamlanmasıyla uğraşıyorduk. Sığınağın içinde kazma darbeleriyle eşilen toprağı kısa saplı bir kürekle torbaların içine doldurup ta uzaklara kadar taşıyor, arazide bulunan taşların arasına sıkıştırıp geliyorduk. Bu iş gecenin geç vakitlerine kadar devam etmiş, her gidiş-geliş artık adeta bir işkenceye dönmeye başlamıştı. Arazide iz çıkmasın diye taşların üstünde seke seke gitmekten bir hal olmuş, yorgunluktan, uykusuzluktan bitkin düşmüş, artık torbalardan ziyade kürekleri sayar olmuştuk. Mevsimin kış olmasından dolayı geceyi kuşatan soğuk hava iliklerimize kadar işleyip dudaklarımızı titretiyordu. Bizim işimiz bitmiş, geriye sadece araziye taşıdığımız toprakların üstünü kamufle edip araziye uygun hale getirmek kalmıştı ve bu iş ince bir bağ işi kadar hassastı. Kamuflajı sağlam yapılamayan bir sığınak, beraberinde ölümü de getirebilirdi. Mardin gibi bir alanda yaşamın tek güvencesi, hareket tarzındaki duyarlılık, gizlilik ve kamuflajdı. Bu bütün alanlar için geçerli olsa da, Mardin’de bu çok daha önemli olmakta ve hayatın vazgeçilmez bir parçası olmaktaydı. Sabaha saatler kala kamuflaj işini bitirip sığınağı olduğu gibi kapatarak kullanmakta olduğumuz diğer bir sığınağa doğru yola koyulmuştuk. Yorgunluğun etkisiyle yürümekte güçlük çekiyor, yokuş tırmandığımızda bazen bir adım ileriye atlarken, iki üç adım geriye geliyor, düşecek gibi oluyorduk. Sığınağın çok fazla uzak olmadığını bildiğimiz için de bir diğer adıma yükleniyor ve bir an önce yerimize varmaya çalışıyorduk. Sığınağa iki yüz, üç yüz metre yakınlaştığımızda ay ışığı gökyüzünde son çığlıklarını atmaya başlamış, yerini ardından doğacak olan güneşe bırakmak istemezcesine, adeta çekile çekile giderken, doğuda, ufukta çoban yıldızı görünür olmuştu. Bizlerse ayakkabılarımızı çıkarmaya çalışıyor ve ayakkabı izi çıkmasın diye, taşların üstüne yalınayak basarak yürümek zorunda kalıyorduk. Yerlere düşen kırağıdan dolayı zemin ıslak ve soğuktu. Yavaş yavaş yürümeye çalışırken yerinden oynayan taşları düzelterek ilerliyorduk. Sığınağın üstüne vardığımızda ayak tabanlarımız yarılırcasına yanıyor ve üşüyordu. Önceki öğünden kalmış patates haşlamasını ısıtıp sofraya koyduğumuzda ne kadar acıktığımız, çayın kaynamasını beklemeden tandır ekmeğiyle kaşıkladığımız patatesleri yememizden anlaşılıyordu. Tıpkı annesinin sütüne saldıran çocuk saflığıyla bunu yapmıştık. Çayın kaynamasıyla beraber, yorgunluğumuzu dindirecek olan tek ilaçtan birer kadeh alıp yudumlamamızla birlikte, yorgunluk giderek yerini uykunun dayanılmaz ağırlığına bırakmıştı.
Sığınak yer altında olduğundan, içerde müthiş bir nem havası esiyor, nefes alıp vermekte bile bir hayli güçlük çekiyorduk. İçerisi naylonla kaplı olduğu için, nefes alıp verme ve tüpün yanma ısısından oluşan buhar, su damlacıkları halinde tavandan damla damla üzerimize düşüyordu. Alıştığımız bir mekan olduğu için çok fazla itici gelmiyor, aksine hepimiz için en rahat sıcacık bir oda gibi geliyordu. Yakın köylerde, ezan sesiyle beraber yükselen köpek ulamaları, ta sığınağın içine kadar geliyordu. Yatmak için, sığınağın ağzını kasayla kapatmaya çalışan Bawer arkadaşı bekliyorduk. Sığınak kapısı onun için adeta bir görev halini almıştı. Aramızda en güzel o kapatıyordu. Her zamanki gibi dinlenme deliğinin, taşlarını yerleştirdikten sonra iş bitmiş ve yatma pozisyonuna geçmiştik. Başımıza geleceklerden habersiz, uyumaya çalışıyorduk.
…
Güneş geceyi yarıp ortalığı aydınlığa boğmuştu. Işık, duvardaki deliklerin bir iki tanesinden ince çizgiler halinde sığınağın içine damlıyordu. Bir arkadaş sabah dokuza kadar, yatar halde dışarıda kalarak olup bitenleri dinlemeye çalışırdı. Düşmanın cihazlarını anı anına takip edip hareketlerini öğrenmek için cihazlarımız sürekli taramadaydı fakat o gece, çalışmadan dolayı takip etme fırsatını bulamamıştık. Zaten düşman da, onları dinlediğimizi bildiğinden, hareket ederken çoğu zaman cep telefonu kullanıyordu. O sıralarda köyler üzerinde düşmanın yoğun bir baskısı hakimdi. Bunu bildiğimiz halde, çalışmalara yüklenmek zorundaydık. Partimiz yeni bir stratejik sürece girmiş, gücünün çoğunu alandan çekmiş, fiili temsilini, umudunu, iradesini, başarısını, bu alanda bulunan bu dört arkadaşın mükellefiyetine bağlamıştı. En küçük bir başarı ve en küçük bir katkı da, bu alanda çok şeyin değişmesine yol açacaktı. Düşman bunun farkında olduğundan bizi ciddiye alıyor ve o temelde bir yönelim için hazırlık yapıyordu. Köylerde ajan faaliyetleri eskiye nazaran çok daha fazla geliştirilmişti. Her köye gidiş gelişimiz rapor olarak düşmana ulaştırılmaktaydı. Kabarık bir dosya haline gelen bu raporlar, düşmanın daha da rahatsız olmasına neden oluyor ve onları yeni yönelimlere sevk ediyordu.
Araziye çıkan düşman güçleri, taşların üstünde, ıslakken basılmış ve halen kurumamış bir iki adımlık mekap izi bulmuştu. Bu bulgu, sığınağın aşağı yukarı nerede olabileceğine yönelik hesap yapması için düşmana yeterliydi.
Uyku halinde düşüncelere dalmışken, ağır bir el üstüme çökmüş ve beni sarsarak uyandırmıştı. Uyanmamla birlikte, içime bir ürperti perdesi düşüvermişti. İlk defa bu şekilde uyandırılıyordum. Hafiften kafamı kaldırdığımda Sadık arkadaş, parmağını dudağına götürerek “Şşşşşş…” demiş, baş parmağıyla dışarıyı göstererek “Sesler geliyor” demişti. Hiç yerimden kıpırdamadan Bawer ve Diyar arkadaşları da uyandırmıştım. Sesleri artık biz de duymaya başlamıştık. Sesler gittikçe kalabalıklaşıyor, bağırış çağırış ve küfürlerle birbirine hitap ederek yakınlaştıkça, seslerin askere ait olduğu kesinlik kazanıyordu. Sadık arkadaş dinlemekte olduğu cihazı, kulaklığıyla beraber Diyar arkadaşa uzatmıştı. Diyar arkadaş, Küçük Güneyli olup fazla Türkçe konuşamamasına rağmen, cihazlardan iyi anlıyordu. Sığınağın en fazla elli metre ötesinde bulunan düşman, sığınağımızı arıyor fakat bir türlü bulamıyordu. Bir küçük dalın kırılışı bile ölmemiz için yetiyor ve artıyordu. Sığınağın karanlığında nefesimizi düzenli vermeye çalışsak da bunu başaramıyorduk. Yaşadığımız yoğun heyecan, askerin yakınlaşmasıyla daha da artıyordu. Aradaki mesafe metreyle ölçülecek bir yakınlığa düşmüştü. Heyecan bütün vücudumuzu sarmış, isteğimiz dışında titremeye başlamıştık. Bu titreme ve heyecanın nefesimizi etkileyip boğuk boğuk çıkmasını engellemek için dikkat ediyor, birbirimizin, yerinden çıkarcasına atan kalp seslerini duyabiliyor, sesleri dinlemeye çalışırken alnımızdan sıcak terler akıyor, elimizin tersiyle bunları silmeye çabalıyorduk. Birbirimizin gözlerini okumak isteseydik de okuyamazdık. Aramıza kara bir perde düşmüştü. Birbirimizi sadece kaba olarak görebiliyor fakat birbirimizin içini okuyabiliyor ve birbirimizi anlayabiliyorduk. Hümanizmin ve duygusallığın çok yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortama tanık oluyordum. Ağlamak istesem ağlayamıyor, gülmek istesem gülemiyordum. Yaşadığım tüm anılar ve arkadaşlarımın silueti gözümün önünden tek tek geçiyordu. Devrimcilik hayatımı, daha birkaç saat öncesine kadar köşklerle değişemeyecek kadar sevdiğim, yuvam olarak tanımladığım, ama artık bizim için karanlık bir mezardan hiçbir farkı olmayan bu daracık yerde mi noktalayacaktım?
Aniden gözlerimin daldığını hissettim. Gerçekten ölümün nasıl olabileceğini ilk kez duyguda hissetmiş ve ölümü özlediğimi sezinlemiştim. Oysa ölüm yaşama oranla daha rahat geldiği için işin kolayına kaçmıştım. Yine, ihanet hiç bahsedilmeyecek kadar uzaklarda durmaktaydı ve biz bu ihanetin yanımıza gelmeyecek kadar uzakta kalmasını istemiştik. İlk defa kararlıca ölümü tercih etmiştim ve mezarımız içinde, Azrail’in kapıyı çalıp içeriye girmesini beklemekten başka çaremiz kalmamıştı. Acaba onunla boğuşup, yenmesek de kendimizi gösterme zamanımız ve fırsatımız olacak mıydı? Ya da bu mezarın içine sızan güneş ışınları gibi kurtulacak bir şansımız olabilir miydi? Ölümü tek seçenek olarak kabul etmekten çok, yaşama da pay ayırıp dengeleyebilir miyiz? Ya ölüm kaçınılmaz ise bunca bilgiyi partiye kim ulaştıracaktı? Ya her şeyden önemli ve mühim olan partinin temsilini kim yapacaktı? Önderlik ne diyecekti bu olay sonrasında? İhanet etmiş olmaz mıydık? Böyle bir süreçte ölüm, ihanetin diğer bir adı değil miydi? Bu gibi düşünceler ve bunlardan doğan birçok sorunun beni bitkin düşürdüğünü hissediyordum. Dün geceden daha çok yorulduğumu hissetmiş ve uykuya ihtiyacımın olduğu kanısına varmıştım. Ama orada, o anda yatamayacak kadar ciddi bir sorunla karşı karşıyaydık ve ölüm uykusu olarak da tanımlanabilecek bu uyuma isteği de durumu kurtarmak için yararlı bir şey getirmeyecekti. Sesinden korkarak tuttuğumuz soluğumuz, içimizde öksürüğe dönüşüyor, dışarıya vermemek için kefiye ya da battaniyeyi ağzımıza tıkıp ısırarak nefesimizi vermeye çalışıyorduk.
Dışarıdan halen kalabalık asker sesleri geliyordu. Bir ayak sesi gittikçe yakınlaşıyor, üstümüze doğru geliyordu. Bizi mutlaka bulacağını, doğru keşif yaptığını mırıldanarak sığınağımızın üzerine geliyordu. Artık üstümüzdeki taştan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Sesler bir an duracak gibi olmuş, sanki bir kararsızlık anı yaşamışçasına duraklamış, sonradan yoluna devam etmişti.
…
Saatler henüz gündüz onu gösteriyordu. Bir ömür gibi gelen tüm bu zaman dilimi henüz bir saati aşmamıştı ve bitmek tükenmek bilmeyen bir yıl gibi ağır ilerleyen bir günün pençesine düşmüştük. Karanlık basar basmaz kurtuluşun kapısı aralanacaktı. Ama henüz öğlen dahi olmamıştı ve akşama daha en az altı saat vardı. Bu uzun zaman tabii ki düşman için bir avantajdı. Arama faaliyetlerini hızlandırmalarına rağmen, sığınağımızı halen bulabilmiş değillerdi. Yeri iyi bilmelerine rağmen, sığınağın ağzını bulamıyor, yanlış yerde arıyorlardı. Her şeyden önce sığınağın kapısını taşlarla kapatmamış, kapıyı meşe ağaçlarının içinde bir yerde açmış, çukurlaşan giriş-çıkış yerini meşe yapraklarıyla, kapatmıştık. Bu yüzden tahmin etmeleri biraz zordu. Biz halen içeride nefes nefeseydik ve ses çıkmasın diye hiç hareket etmiyor, hatta kimi zaman nefesimizi dahi tutuyorduk. Kafamız karma karışık olmuştu. Bekliyor ve hiçbir hamle yapamıyorduk. Kurtuluş umudumuzu halen yitirmiş değildik. Yaşama azmi, direnci ve kararlılığı içimizde güçleniyordu. Bu gücün yegane kaynağı kuşkusuz parti, yoldaşlık ve birbirimize karşı duyduğumuz güvendi. Her şeye rağmen taşıdığımız iyimserlik kısa bir sürede kendimizi toparlayıp kazanma umudumuzu arttırmıştı. Ölüm düşüncesi kısa sürmüş ve adeta korkunun cesaretin kaynağı olduğu gibi, bu ölüm düşüncesi de yaşama gücünün ana kaynağı olmuştu. Burada eli-kolu bağlı olarak ölmeyi beklemeyi psikolojik olarak bir türlü kabul edemiyorduk. Psikolojik zorlanmayı yaşamamıza rağmen, inisiyatifi, duruma hakimiyetimizi elden bırakmak istemiyorduk. Bu ruh haliyle bekleyiş saatlerce uzamış fakat artık düşman da yorulup tükenmişti. Kuşkusuz tek korkan biz değildik. Her taşı kaldırışlarında içlerine oturan ölüm psikolojisi onların da psikolojilerini alt etmişti. Hiçbirisi o an orada olmak istemezdi. İşte aramızdaki temel farklardan bir tanesi de buydu. Bizler, gerekirse gözümüzü kırpmadan canımızı avuçlarımızın içine alabilecek bir şekilde yaşamayı öğrenmiştik. Onlarsa böyle bir şeye hiç hazır değillerdi ve hiçbir zaman da olmayacaklardı.
…
Komutanlarının sesi geliyordu. Komutan, ara vereceklerini, arayacakları bir yerin daha olduğunu söylemiş, askerlerin sesi gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Bu bizi biraz olsun rahatlatmış, doyasıya nefes almamızı sağlamıştı. Bulunduğumuz yeri bir daha arama ihtimali de olsa, bu durum bize biraz olsun zaman kazandıracaktı.
…
Saatler ilerlemesine rağmen düşmandan halen bir ses çıkmaması iyiye işaretti. Ara sıra uzaklardan bazı bağırış çağırışlar geliyor, seslerin uzaklığı bizleri memnun ediyordu. Cihazlardan anladığımız kadarıyla çekiliyorlardı. Fakat cihazları dinlediğimizi bildiklerinden, bunun bir aldatmaca, bir oyun olabilme ihtimalini göz önünde bulundurarak temkinli yaklaşmak ve eğer herhangi bir oyun söz konusuysa, bu oyuna gelmemek en doğrusu olacaktı. Öğleden sonra saat iki civarında, ortalık engin okyanuslar gibi sessiz ve sağır kesilmiş, sanki şiddetli bir kasırga gelmiş ve yıkacağını yıkıp gitmişti. Sadık arkadaş önce yavaşça dinleme deliğini açmış ve ortalığı iyice dinledikten sonra sığınağın ağzını da açmıştı. Dürbünle araziyi keşfetmek için belden yukarısını sığınağın dışarısına çıkarıp etrafı keşfetmişti. Hemen karşımızda, yıllar önce yurtsever olup mücadeleye aktif bir şekilde katkı sunduklarından dolayı boşaltılıp yıkılmayla yüz yüze bırakılan Xırep köyü vardı. Bu köy tam da sığınağın karşısına düştüğünden iyice keşfedilmesi gerekiyordu, çünkü isterlerse bu harabeler içerisinde yüzlerce asker saklaya bilirlerdi ve bunu yapmadıkları ne malumdu? İyi bir keşfin ardından Sadık ve Diyar arkadaşlar birer silah alarak telefon bağlantısı kurmak için dışarıya çıkmışlardı. İçerdeki nemden dolayı silahlarımız pas tutmuştu. Ben ve Bawer arkadaş da yemek ve su hazırlığı yapmak ve sığınağın içindeki çöpü dökmek için sığınakta kalmıştık. Halsiz, yorucu ve korku dolu bir günü geride bırakmıştık. Kurtulduğumuza inanmak bile zor geliyordu. Ölümün pençesinden kurtulmuş, yaşama gücünü yeniden gösterebilmiştik.
Kirlenmiş çoraplarımı görünce tiksiniyordum. Çünkü sığınaktaki küçük bir koku bile, içeriyi dayanılmaz kılıyordu. Karanlık basmadan su ihtiyacını karşılamak ve çöpü kamufleli, uzak bir yere dökmek gerekmekteydi. Ben suya gideceğimi söylediğim zaman Bawer arkadaş, saçını yıkayacağını, dolayısıyla çabuk çıkacağını söylemiş fakat çorap kokusunun dayanılmaz olacağını belirtince benim gitmeme razı olmuştu.
Pet şişeleri kefiyenin içine koyup elime alarak dışarıya çıkmıştım. Bawer arkadaşın, silahımı bana uzatmasından sonra belimi doğrulttuğumda, batıda, kırmızının bütün tonları ve mavi karışımlı bir dünyanın sonsuz güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı. Yaşamın her şeye rağmen çok daha güzel ve çekici olduğunu bütün benliğimle hissetmiştim. İçten içe derin bir nefes alıp tekrar aynı derinlikte dışarıya savurmuştum. Gözlerim sonsuzluğun girdabına takıldığında, uzaklarda bir köy çobanının, köyün sürüsünün önünde köye doğru yol aldığını görmüştüm. Etrafımda uçuşan yüzlerce tarla kuşunun özgürce yaşamalarını kıskanmıştım. Dürbünü de boynuma geçirdikten sonra su kuyusuna doğru yola koyulmuştum. Ayaklarım yürüyor, ellerim tetikte bekliyor, gözlerimse etrafı kolaçan ediyordu. Kuyunun üstüne geldiğimde gizemli bir ayak izi gözlerime ilişmiş, fakat bağın içinde olduğundan bahçıvan olabileceği düşüncesiyle kendimi avutmuştum. Kuyuya sarkıtmak için şutiğimi yavaş yavaş çıkartırken etrafı da gözlemeye çalışıyordum. Şutiğin ucunu kovaya bağlayıp kuyunun içine daldırmıştım. Bir iki pet şişeyi doldurduktan sonra tekrar etrafıma bakınırken, gözüme yerde sürünen iki insan silueti ilişmiş ve o anda yarı çember biçiminde kurulmuş olan bir pusunun orta yerinde olduğumu fark etmiştim. Durumu netleştirmek için hızlı bir şekilde etrafımı kontrol edebilmiştim. Yüz metre uzaklıkta, tam karşıda düşman askeri mevzilenmişti ve beni bir atışta vurmaları işten bile değildi. Beni şimdiye kadar neden vurmamışlardı? Yoksa elle yakalayıp esir almak mı istiyorlardı? Hala anlamış değildim. Korku denen o lanetli duygu bir afyon, bir uyuşturucu gibi bedenime sinmeye başlamış, elimde olmadan titreme nöbetine tekrar yakalanmıştım. Şimdi çok daha açık bir şekilde ölümle burun buruna gelmiştim. Bir göz kırpışı, bir saniyenin ucuna saklanmıştı ölüm ve de lanetli bir parmağın tetiği çekmesiyle her şey olup bitecekti. Yılların emeği bir nefesin dışarıya verilmesi gibi bir kenara çekilecekti. Kalp atışlarım normalin çok üstüne çıkmış, neredeyse duracak gibi çarpmaya başlamıştı. Suyun üstündeyken susuzluktan damağım kurumuştu ve ilk defa kendimi çok yalnız hissediyordum. Cesaretim bile nerede ise beni terk edecek oluyordu. Ayaklarım titriyor, neredeyse birbirine dolanacak gibi oluyordu. Ellerim titriyor, bir şey tutamaz oluyordu. Beynim durmuş gibiydi, adeta şok olmuştum. Nefesim daralmış, beni boğacak gibi boğazımı tıkıyordu. Fakat bu durum fazla sürmemiş, kendimi bu şoktan kurtarmak için çaba harcamaya başlamış ve bu şok durumu yarım dakikaya yakın bir süre devam etmişti. Bir anda, bu durumdan kurtulmaya yönelik aklımdan bir sürü düşünce gelip geçmeye başlamıştı. Acaba kaçsam mı? Yok, yok, kaçarsam tepeye varmadan vurulurum. Çünkü çukur, tepenin yamacındaydı ve ben de tam karşıda, hakimiyetleri altındaydım. Dursam mı acaba? Kaçsam mı kaçmasam mı ikilemi arasında bocalayıp duruyordum. En sonunda onların beni takibe alıp sığınağa dönmemi bekliyor olabileceklerini düşünmüş ve böylece tek başıma benim yerime, hepimizi birden imha etme gibi bir düşünce ve plana sahip oldukları kararına varmıştım. Buna göre benim yapacağım tek şey, soğuk kanlılığımı korumak, onları gördüğümü onlara hissettirmeden işime devam etmek ve ikide bir sağa sola bakmaktan çok, kendi işimle ilgilenmek olacaktı. Bu kararımın, yüreğime, gözlerime, ayaklarıma ve ellerime hükmetmesini sağlamak bir hayli güç olmuştu. Kovayı tekrar suya daldırıp diğer pet şişeleri doldururken, ha vurdular ha vuracaklar, düşüncesinden bir türlü kurtulamıyordum. Doldurma işi bittiğinde, şutiğimi açmak için uzun bir süre uğraşmıştım. Şutik kördüğüm olmuş, bir de ellerimin titremesiyle hiç mi hiç açılamayacak bir hale gelmişti. Düğüm bir türlü çözülmüyor ve beni gerginleştiriyordu. En son çareyi şutiği kesmekte bulmuştum. Bir ayağımı kovanın üstüne basarak var gücümle şutiği çekmeye çalışırken şutik sonunda zayıf halkasından kopmuştu. Acele mi etmem gerekiyordu? Sığınak denen lanetli mezardan kurtulmuştum kurtulmasına fakat bu sefer de bu su kuyusu mu mezar olacaktı benim için? Buna hiç mi hiç niyetim yoktu ve acele etmem, beni ölüme de, kurtuluşa da götürebilirdi. Sonunda acele etmeme kararı alarak parkemi giymiş, dürbünü boynuma geçirip pet şişeleri kefiyenin içine sıkıştırıp bağlamıştım. Şişelerin kefiyenin içine pek de düzenli girdiğini söylemek doğru olmaz.
Silahımı da omzuma attığım gibi yokuşa vurmuştum. Yokuşu nasıl çıktığımı ben bile anlamıyor, sadece ayaklarımın yol yürüdüğünü hissediyordum. Ha vurdular, ha vuracaklar endişesi içerisinde tepenin üstüne varmıştım. Bahçeler için yapılan uzun bir duvarın arkasına atladığımda ölümün pençesinden bir kez daha kurtulmuştum. Artık özgür bir kuş kadar hafiftim. Beni takip ediyorlardı ama yol güzergahımı değiştirerek direkt sığınağa gitmek yerine, dolaylı olarak gitmeyi tercih etmiştim. Sığınağa vardığım gibi arkadaşlara haber vermiş, sığınağı bir çırpıda boşaltmış ve ağzını kapatarak oradan uzaklaşmıştık. Biz sığınaktan uzaklaşır uzaklaşmaz, düşman tekrar sığınağın etrafını çembere almış, bir hafta kadar ablukada tutmuş ve giriş çıkış olmadığını görünce de imha etmişti.
Bir asker sürekli iki duyguyu bir arada yaşar. Ölümün soğuk nefesinde yaşama olan bağlılık, korkunun kök damarı üzerinde cesaretin fidesi yeşerir, boy verir. İkisini dengeleyen ise akıl ve beyin gücüdür. Birinin ağır basması ters sonuçlara yol açabileceği gibi, soğukkanlılık bunları tamamlayan, dengeleyen etmen rolünü oynar. Yani korku, cesaretin kaynağıdır. Cesaret, aklın pratikçisi, akıl ise zaferin müjdecisidir.
Gerillanın Kaleminden