HABER MERKEZİ –
Milliyetçilik pozitivist-laik ideolojinin dinselleştirilmesidir
4- Büyük filozof Nietzsche (Kendisini kapitalist çağın en güçlü muhalif peygamberi olarak tanımlamak yerinde bir tespittir), Alman ulus devletinin 1871’deki ilanında büyük tehlikeyi ilk fark edenlerdendi. Sosyal demokratlar dahil, tüm aydınlar bu gelişmeyi alkışlarken, o bunda insanlığın büyük kaybını görüyordu. Yanılmıyorsam yorumlarının özü şöyledir: “Tanrılaşan devlet, karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan, iğdiş edilen toplum.”
Proudhon’un vatandaşlık eleştirisi daha da çarpıcıdır. Günümüzdeki bireyi çok önceden görmüş gibidir. Max Weber, modernitenin etkisindeki toplumu ‘demir kafese kapatılmış toplum’ olarak tanımlar. Çok daha ürkütücü tanımlar edebiyat dünyasında yapılmıştır. Toplum ulus-devlet kapanına kıstırılınca, benzeri yorumlar daha da artacaktır. Fakat tüm bu eleştiriler ve öngörüler toplumun somut bir çözümünden ve özgürlük programından uzaktır. 16’ncı yüzyıldan 20’nci yüzyılın sonlarına kadar halklar ve aydınlar tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak bir direniş gösterdiler. Geçici birçok başarı da elde ettiler. Fakat kapitalizmin finans tekelleri çağındaki küresel hegemonyası bütün gücüyle ayaktayken, demokratik modernite eğiliminin büyük çözümleme yetersizlikleri yaşaması program, strateji, örgüt ve eylem hattındaki yanlışlıklar ve eksikliklerinden kurtulamadığını kanıtlamaktadır.
5- Modernitenin üç ana unsurunu eşit ağırlıkta çözümlemek, bu temelde alternatif olarak Demokratik Modernitenin ana unsurlarını büyük entelektüel aydınlanma ve her tür toplumsal hareketle yürütmek, her uygarlık döneminin vazgeçilmez ve ertelenmez görevidir. Kapitalizmin eleştirisi eksik de olsa haddinden fazla yapıldığından okun ucunu ulus devlete yöneltmek, bunu endüstriyalizm eleştirisiyle tamamlamak, tekelci finans çağında demokratik, özgür ve eşitlikçi toplum mücadelesindeki önemini ağırlaştırarak korumaktadır. Kendi payımıza düşeni sunmaktayız.
Gerek ulus devletin oluşturulmasında, gerekse sürdürülmesinde zamk işlevinin her türden milliyetçilik tarafından yerine getirildiğini belirlemek artık zor değildir. Bu durumda milliyetçiliği özgün rolü olan ideolojik bir unsur olarak değerlendirdiğimize dikkat çekmek isterim. Pozitivist-laik ideolojinin dinselleştirilmesi demek daha uygun düşer. Sistemin doğuş aşamasında pozitivist ve laik yaklaşımlar Demokratik Modernite zihniyetinden çok uzak olsalar da, geleneksel dogmatizmin aşılmasında olumlu rol oynadılar. Bilimsel yorumun gelişmesinde payları vardır. Fakat 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren bir yandan siyasi ve ekonomik zaferini sağlamış olması, diğer yandan demokratik eylemin devam eden tehdidi nedeniyle sistem, her uygarlıkta rastlandığı gibi ideolojik yönden dinselliğe kaydı. Bu ihtiyacı da milliyetçilik fazlasıyla karşılıyordu. Ulus-devlete ilişkin giriş kabilinden bu ön açıklamalardan sonra konunun önemine binaen daha somut ve ayrıntılı bir çözümleme yapmayı denemek hayli öğretici ve gerekli olacaktır.
Vatandaşın devletleştirilmesi ulus devletin özüdür
a- Daha kapsamlı tanımlarsak, kapitalist modernite döneminde toplumun bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtları ile vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurumları ve kadrolarıyla sınırlıydı. Ulus devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmaya çalıştığı bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi ulus devletin özüdür. Vatandaş oluşturulması ulus devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyetçi, askerî, dinsel, eğitsel ve medyatik birçok unsurdan yararlanmaya çalışılır.
1- En etkili ideolojik araç milliyetçiliktir. Yeni din değerindedir. Milliyetçilik, ulus devlete, ‘tanrının yeryüzündeki hali’ gibi bir kutsallık atfetmektedir. Devlete ölümüne bağlanmak, onu en üst değer olarak benimsemek yeni dinin gereğidir.
2- Siyasi iktidarın çekiciliği ve etki gücü bireyi vatandaş kılmak için yoğunca kullanılır. Siyasi partiler özellikle bu amaçla rol ifa ederler. İktidara kapılanmak, “Devlet benimdir” demek, birey için güvenlik ve itibarın en kestirme yoludur.
3- Devletin ekonomik tekel niteliği sanayi devrimiyle daha da yaygınlaştığı ve sanayi tekelciliği çok geliştiği için, neredeyse toplumun yarısı devlet kurumlarında işçi-memur olarak istihdam edilir. Kendi başına bu durum toplumun büyük kısmını ulus devlet üyesi, yani vatandaşı olmak için yarış durumuna sokar. Özel denilen tekelleri ulus-devlet tekellerinden ayırmak güçtür. İkisi arasında çok sıkı birlik, ortaklık hali mevcuttur. Devlet tekelinin nerede başlayıp nerede bittiğini ve özel tekelin yerini tespit etmek güçtür. Özel tekeller kârın yarısından çoğunu devlete verirken, devlet de kendilerine bir nevi modern iltizamlar biçiminde sınırsız kolaylıklar sağlar. Dolayısıyla özel tekellerin bireyi vatandaşlaştırması devletinkinden bazen daha da gericidir. Çünkü işsiz bırakma tehdidiyle istediği kıvamda eğitmesi çok kolaylaşır. Sendikaların son dönemlerinde tutuculaşıp ulus devletçi kesilmesi de bu gelişmelerle bağlantılıdır. İşçiler reel sosyalizmle adeta ulus devletin militanı haline getirilir.
4- Hukukun vatandaşlıkla ilişkisi çok somuttur. İşini yürütmek isteyen her birey kimlik belgesine sahip olmak zorundadır. Kimlik zaten kendi başına devlet vatandaşlığı anlamına gelir. Devlet üyesi olunduğunun simgesel ifadesidir.
5- Tarih boyunca canlı tutulan iktidar ve devlet bilinci yani geleneği, açık ki vatandaşlık biçimlenmesine önemli katkılarda bulunur.
6- Cinsiyetçiliğin etkisi babanın aile ocağında devletin temsilcisiymiş gibi algılanmasından ileri gelir. Evde her erkek kadınlar karşısında devlet demektir. Bu algı toplumun bütünlüğü açısından da geçerlidir. Ulus-devlet bu algıyı daha da geliştirip kendisine uyarlamaya çalışır.
7- Ulus-devletin en temel değeri olarak askerlik kurumu, beynine ve duygularına kazımak suretiyle bireyin kimliğinin yeniden şekillendirildiği devlet kurumlarının başında gelir. Her ulus devlet kurumunun benzer işlevi vardır. Ama hiçbiri askerlik kurumunun rolüne erişemez.
8- Din, ulus-devlet sürecinde milliyetçiliğin en çok kullandığı, direkt ulus-devlet dinine dönüştürdüğü araç konumundadır. Hem ulusallaştırılan hem de milliyetçileştirilen din, ulus-devlet döneminde toplumsal kurum olarak ahlaki özüne en ters konuma düşürülür. Seküler milliyetçiliğin dışında kalan toplum kesimlerinin dinî milliyetçilikle, eski tanrının yeni haliyle bilinçli veya kendiliğinden kulu biçiminde bütünleştirilmesiyle birlikte, din bir nevi kendi iç ihanetini de yaşamış olur. Din-laiklik çatışması bu ihanetle yakından bağlantılıdır.
9- Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar bireyi vatandaş kılmakta en etkili modernite kurumudur. Askeri kurumlarla bu konuda yarış halindedir. Farklılaşarak gelişim ve değişimini sürdüren tarihsel toplumun oluşturduğu değerleri kapitalist modernite için önce dinciliğin, sonra milliyetçiliğin süzgecinden geçirerek, resmi ideolojinin potasında yoğrulan en aptallaştırılmış vatandaş yetiştirilmesinde kullanmak, bu kurumların öncelikli hedefidir. Bu konudaki softalık ortaçağ skolastiğini fersah fersah geride bırakmıştır.
10- Medya, modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. Bu aygıt iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanan ulus devlete dilediği vatandaşı yetiştirmekte büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle seks, spor ve sanatın popülerleştirilip özünden boşaltılarak topluma sunulmasında ve böylece en aptal, banal ve afyonlanmış vatandaş oluşumunda medya başat rol oynamaktadır.
Ana başlıklar halinde daha da çoğaltabileceğimiz bu araç ve yöntemlerle tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir vatandaş tipi yetiştirilmektedir. Esas yaşam hedefi, bir araba+aile (karı veya koca bulmak, bir iki çocuk sahibi olmak)+daire sahibi günlük standart tüketici olabilmektir. Toplumsallığın anlamı en süfli bireyci ihtiraslar için rahatlıkla bir tarafa bırakılır. Hafızasızlaştırıldığı için tarihten de kopmuştur. Tarih sandığı şey milliyetçi ulusal klişelerdir. Felsefesizdir ya da en dar faydacılık dışında bir mutluluk felsefesinin olabileceğine hiç inanmaz. Görünüşte moderndir. İçerikte ise en kof, içi boşaltılmış, en karanlık emeller (faşizm) için koşmaya hazırlanmış ‘vatandaş sürüsü’ ve ‘kitle toplumu’ bireyi, daha doğrusu BİREYSİZLİĞİ söz konusudur.
Faşizme gidişte bu vatandaş tipinin oynadığı role ilişkin çok sayıda değerli roman yazılmıştır. Bu konuda çok ünlü yazarlar vardır. Özellikle soykırım çözümlenmesine dayanan romanlar oldukça öğreticidir. Son dönemlerde postmodernizmin etkisi altında geliştirilen ‘yurttaş’ eleştirileri de oldukça aydınlatıcıdır.
Demokratik modernitenin önündeki en temel engellerin başında bu tip vatandaşı üreten ulus-devlet ve toplumu gelir. Dolayısıyla demokratikleşmenin başta gelen görevlerinden biri, bu tip bireysizliği (Çünkü gerçekte birey yok sayılmaktadır) doğuran ulus-devlet ve toplumunu çözümleyerek, demokratik uygarlığı inşa edecek eşitlikçi, özgür ve demokrat bireyleri (özgür yurttaşı) yetiştirmektir.
Resmi modernitenin temel iktidar biçimi ulus-devlet olduğu gibi yeni dini de milliyetçiliktir
b- Ulus-devletle faşizm arasındaki ontolojik bağı görmek çok önemlidir. Faşizm konusunda yapılan en temel hatalardan biri, ulus-devlet sistematiğiyle bağını ya hiç görememek, açıklayamamak ya da mızrak çuvala sığmadığında bir iki kalem darbesiyle geçiştirmek olmuştur. Halbuki taslak halindeki bu çözümlememiz bile, faşizmin Aydınlanma ideolojisi (pozitivist laik ideolojiler dahil) ile olan kökten akrabalığını ortaya koyabilmiştir. Resmi modernitenin temel iktidar biçimi ulus-devlet olduğu gibi, yeni dini de milliyetçiliktir. Ulus-devlet milliyetçiliğinin süzgecinden geçen toplumlar, sürekli faşizm üretmeye hazır toplumlardır. Faşizmi ulus devletsiz düşünmek mümkün değildir. Tabii ulus devleti de ekonomik tekelciliğin (ticaret+sanayi+finans) yoğunlaşmış ifadesinden ayrı düşünmenin mümkün olmaması gibi.
Hitler faşizminin kökenlerini Alman ideolojisinde görmek zor değildir. Alman burjuvazisi için tek çıkış yolu, ulus-devlet olarak tekelci yoğunlaşmaydı. 19’uncu yüzyıl boyunca hem ideolojik hem de maddi alanda bu devlet tipini üretmek, Alman burjuvazisi ve ideologlarının en önemli işi ve başarısı olmuştur. Hikâyesi uzundur, anlatacak durumda değilim. Bunda Yahudi sermayesi ve ideologlarının payı da elbette küçümsenemez. Almanya’da Yahudi ve Yahudicilikle Alman milliyetçiliği ve faşizmi arasında bir diyalektik bağ olduğunu yüzlerce araştırma doğruladığı gibi, teorik yaklaşımımız da bu ilişkinin varlığını kanıtlamıştır.
Alman modeli daha sonra tüm milliyetçilikler ve ulus-devlet hareketleri için esin kaynağı olmuştur. Sosyalistler başta olmak üzere tüm anti-faşistlerin en büyük zaafı, ulus-devlet-tekeller (devlet ve özel tekel)-ile faşizm arasındaki sistematik bağı görememeleri, dahası genel olarak kapitalist moderniteyle faşizm arasındaki ontolojik bağı çözememeleridir.
SSCB örneği, Sovyet deneyiminin sosyalizm olmadığını en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir
c- Ulus-devlet ve Sovyetler Birliği meselesi önemini halen koruyan ve çözümünü bekleyen diğer bir konudur. Daha Marks ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezî ulus devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların kaynağı olmuştur. Almanya’da 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar çok güçlü olan kent ve köy isyanlarına dayalı demokratik konfederatif oluşumlar gerici bulunarak merkezî ulus devletin desteklenmesi, bizzat Marks ve Engels’in görüşleri arasındadır. Bu konuda Bakunin ve Kropotkin’in eleştiri ve görüşleri bence güncelliğini halen korumaktadır. Marks ve Engels’in bu saptamaları, Birinci ve İkinci Enternasyonal’in düşük doğum gibi gerçekleşmesinin temel nedenidir. Objektif olarak Alman sanayi burjuvazisiyle yapılan bir ittifak vardır. Zaten bu husus açıkça yazılmıştır. Sonuç, ulus-devlet içinde erime olmuştur. Marksizm’in yüz elli yıllık öyküsü bu hatanın kurbanı olma öyküsüdür.
Sovyetler Birliği deneyimi ve günümüz Çin’i bunun en kanıtlayıcı örnekleridir. Rusya’da daha 1920’ye varmadan Sovyetlerin demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır. Bunun için tüm muhalifler tasfiye edilmiş, demokratik güçlerin başında gelen köylülük yok edilmiş, aydınlar susturulmuştur. Ortaya çıkan şey modern ‘Firavun Sosyalizmi’dir. Demokratik Modernite akıllara bile gelmemiş, daha doğrusu engellenmiştir. O demokrasi de yine düşük doğum halinde 1990’lardan sonra gündeme gelecektir. Hitler faşizmi karşısında aynı dönemde gerçekleşene ‘Stalin faşizmi’ demeyi doğru bulmam. İkisi farklı kanallardan gelen hareketlerdir. Ancak SSCB örneği, Sovyet deneyiminin sosyalizm olmadığını ve demokratik uygarlığı esas almayan bir sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir.
Mao’nun demokrasiyle ilgilendiği olmuştur. Sovyetler’e yönelik eleştirileri önemlidir. Çin’deki kültür devrimi bir şeylerin yanlış gittiğinin kanıtıdır. Ancak Mao’nun bilinç seviyesi ve dayandığı araç ve yöntemler Marksçı yanılgıyı ve Sovyet deneyimini aşacak güçte olmamıştır. Bugünkü Çin gerçeği bu konuda çok şeyi açıklıyor.
Çoğu reel sosyalist çizgide gelişen ulusal kurtuluş hareketleri, daha başında ulus devleti azami programları saymışlardır. Gerçekleştirdikleri bu modelin ancak ABD, AB, IMF, Dünya Bankası gibi ana kapitalist tekellerle işbirliği halinde ayakta durabildiği göz önüne getirildiğinde, anti-demokratik ve gittikçe tutuculaşan yapılarına şaşmamak gerekir.
En hazin örnek Saddam Hüseyin’in BAAS sosyalizmidir. Anlamak isteyenler için altın değerinde bir örnek olaydır.
Sosyal demokratların ‘refah devleti’ zaten ulus devletten farklı bir şey değildir. Yine dünyada bu konuda da önderlik eden Alman sosyal demokratları, ekonomizmleriyle kendi ulus devletlerine Hitler’in verdiği zararın tersine kâr sağlayarak muhkem yerlerini hâlâ korumaktadırlar. Ama dünya demokratik hareketini de ‘iğdiş edip’ kendi burjuvalarının yedeği haline getirme karşılığında!
Ulus-devlet gelecek için umut vaat eden her yeni oluşuma karşı kütlesel bir sosyal savaş hareketidir
d- Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hakim bir ulus etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki diğer tüm etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (‘Tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet’, Hitler’in baş sloganıydı) yok sayması, buna dayalı olarak yıkması, asimile ve tasfiye etmesidir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus devletin yapısıyla ilgilidir. ‘Tek devlet, tek millet, tek dil’ gibi tekli nakaratlardan başlayarak hep birbirine benzeyen vatandaşlar ve kurumlardan ibaret tek renkli, ya simsiyah ya da bembeyaz bir çöl yaratmak esas kültür politikasıdır. Darwinizm, yani biyolojizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Pozitivizmin en vahim günahlarından biri de bu alana yöneliktir. En güçlü kültürün diğer tüm kültürleri eritmesini evrim kuralının gereği saymaktadır. Tabii insanın milyonlarca yıllık evrimi yok sayılarak ya da yok edilerek!
Günümüzde kültürün gittikçe sığlaşması, büyüleyiciliğini kaybetmesi, sır veremez duruma düşmesi ve ilham verici olmaktan çıkması, kültürel gelenek üzerinde ulus devletin yürüttüğü buldozer hareketi dolayısıyladır. Binlerce dil, on binlerce kabile, aşiret, kavim, arkeolojik miras, farklı yaşam biçimi, yani kültürler hep bu tekçi kültürel soykırım politikasının kurbanı olmuşlardır. Bunun nerede duracağı da belli değildir. Tek tip ve renkten ibaret ulus-devlet, ulus-birey ve ulus-toplum kültürü sadece faşizm üretmekle kalmaz; yaşamı çölleştirerek sadece savaşacak hedef arayan bir canavarlaşma sürecine girer. Sonuç ise içinden çıkılmaz etnisite, din, dil ve diğer kültür savaşlarıdır. Günümüz bu savaşlarla çalkalanmaktadır. Hitler bu savaş kültürünün başlangıcı ve simgesel değeridir. Günümüzde bu simgeselliğin gerçeğe dönüşmüş hali yaşanmaktadır. Yine öğrenmek isteyenler için altın değerinde bir örnek olan Irak ve bu ülkede olup bitenler ortadadır.
Ulus-devlet, İkinci Dünya Savaşı’nda görüldüğü gibi, devletler ve öne çıkmış kültürlerle sadece bir siyasi ve askeri savaş hareketi değildir; tüm tarihsel-toplumsal geleneğe, gelecek için umut vaat eden ve farklı olan her yeni oluşuma karşı kütlesel bir sosyal savaş hareketidir. Ulus-devletin kuruluş mantığında, ekonomik, sosyal ve siyasal hedefinde olan ‘tek ulus, tek devlet, tek dil, tek vatan’ gibi devam eden tekli dizelerin varlığı sürekli, bazen gizli bazen açık, bazen kanlı bazen demagojik, her cephede süren kalıcı savaş halinden başka anlama gelmez!
Ulus-devlet, yapısı gereği siyasi çoğulculuğa karşıt olduğundan anti-demokratiktir
e- Ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Ulus-devlette farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer verilmez. Merkezî devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan farklılıklar temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Yerel yönetimlere asgari yetkilerin tanınmasını bile bu kapsamda kuşkuyla değerlendirir. Merkezî bürokrasi ana gücünü ve gövdesini oluşturur. Ulus-devlet modern bürokrasinin yarattığı devlettir. Tüm toplumu demir kafeste gözaltında tutar. Partiler ve sivil toplum konusundaki temel şartı, devlet politikalarıyla özdeş hareket etmeleridir. Dolayısıyla demokrasinin vazgeçilmez bir ilkesi olan çoğulculuk gereği, farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik örgütlenmelerin gelişmesi tehdit nedeni olarak görülüp hep takipte tutulur. Seçenek oluşturmalarına, böylelikle yönetimde yer bulmalarına olanak tanınmaz. Ulus-devlet, yapısı gereği siyasi çoğulculuğa karşıt olduğundan anti-demokratiktir. Ulus-devlet kapsamında demokrasi ve sosyalizm anlayışlarının (reel sosyalizm ve diğerleri) bir türlü gelişememeleri ve tasfiye olmaları, belirttiğimiz gibi ya ulus devleti savunmalarından ya da ona teslim olmalarından kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet ve demokrasinin, farklı birimler olarak ilkeli bir uzlaşmaya varmaları halinde demokrasiye açık bir yapıdan bahsedilebilir.
Spor ve sanat ulus-devletin hizmetinde toplumla savaşın etkili ajan kurumlarına dönüştürülmüştür
f- Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle hem kendi iktidarını tüm topluma yayar hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur. Korporatif bir toplum (faşizmin toplum modeli) oluşturmayı hedefler. Toplumun iktidarlaşmasını yanlış anlamamak gerekir. Bunun tersi doğrudur. Ulus-devlet toplumun tüm gözeneklerine kendi ajan kişi ve kurumlarını yerleştirerek, iktidarını derinliğine ve genişliğine çoğaltmayı esas alır. Güdülen toplum ancak bu yöntemle gerçekleşir. Yani iktidarın topluma yayılımı tüm topluma karşı savaş anlamına gelir, yoksa toplumun iktidarlaşması anlamını taşımaz. M. Foucault bu noktayı önemser. Kadın üzerinde egemen erkeklik bir ajan kurumu olarak bu rolü oynar. Seks politikalarıyla toplumsal cinsiyetçilik bir veba hastalığı gibi topluma yayılarak toplumla savaşılır. Özellikle kadın derinliğine köleleşir. Erkekleşmeyi özgürlük sanması, yenilmiş kadınlıktır. Hem de en derinliğine!
Toplumda spor ve sanat da işlevleri açısından artık ulus devletin hizmetinde toplumla savaşın etkili ajan kurumlarına dönüştürülmüştür. Özellikle popüler kültür ve spor programları bu amaçla genişçe kullanılmaktadır. Seks, spor ve sanat alanlarının bilinçli olarak küresel sermaye tarafından içi boşaltılarak en etkin toplumsal ajan kurumlara dönüştürülmeleri, son dönemin topluma karşı en etkili savaş hareketleri olmalarına yol açmıştır. Bu değerlendirmeyi sunarken, şüphesiz kendi öz varlıkları itibariyle cinsel, sportif ve sanatsal etkinliği mahkûm etmiyoruz. Tersine, toplumun esenliği için büyük bir etik değer temelinde bu alanların toplumun hizmetinde değerlendirilmeleri demokratik uygarlığın temel görevlerindendir.
Spor, sağlıklı toplum için bir eğitim aracı iken, ulus devletler bağlamında devletin şan ve şeref aracına indirgenmiştir. Sanki savaştaymışçasına, spor sadece bir yenme ve yenilme ikilemine sıkıştırılarak, iktidarın savaş aracına dönüştürülüyor. Özellikle futbol, ulus devletler için bu amaçla bir iktidar tekeli olarak kullanılmaktadır. Spor hem ulus devletleştirilmiş hem de topluma karşı etkili savaş alanına dönüştürülmüştür.
Sanat hem devlet hem de özel tekellerin el attıkları ikinci önemli bir toplumsal savaş alanıdır. Özellikle popüler kültür ve arabesk kültürü toplumun eğlence kültürü tarafından tutsak edilmesinde etkili rol oynamaktadır. Adeta bir starlar ordusu toplumu ateş altına almış gibidir. Klasik sanat gözden düşürülüp, halk kültürü popülerleştirilme yoluyla binlerce yıllık esas fonksiyonundan uzaklaştırılmakta ve toplumun imha edilmesinde rol oynayan bir araca dönüştürülmektedir. Seks veya cinsellik tarihte hiç olmadığı kadar toplumla savaş nesnesine dönüştürülmüştür. Hiçbir araç seks kadar topluma karşı savaşta etkin rol oynayamaz.
Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda kapsamlı tartışmayı umduğum bu konuda parantez içi bir not olarak şu kadarını belirteyim ki, her erkek için cinsel eylem bir iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem yaşamın ve cinsin devamı için biyolojik işlevinden çıkarılıp veya saptırılıp, toplumsal ve siyasal alanda erkek egemen iktidarın sınırsız çoğalması ve yayılması işlevine dönüştürülmüştür. Cinsel eylem iktidar eylemine dönüştürülmüştür. Tüm homoseksüel, heteroseksüel vb ilişki biçimlerinde iktidar ilişkisi belirleyici rol oynamaktadır. Yaygın bir tarihsel temeli bulunmakla birlikte, hiçbir toplum ve devlet biçiminde ulus-devlet ve toplumunda olduğu kadar sistemli, yaygın ve iktidar amaçlı (dolayısıyla köleleştirme amaçlı) derinliğine ve genişliğine çoğaltılıp uygulanmamıştır. Toplumsal cinsiyetçilik toplumsal ve siyasal iktidar olayı, ilişkisi ve olgusudur.
Ulus-devlet, hem aile içinde hem de dışında cinselliğe yönelik yürüttüğü politikalarla tam bir iktidar sapıklığına yol açmıştır. Kadın kendini seks metası gibi görerek, erkek ise kendini cinsel iktidar aracı kılarak, sadece toplumu ahlaki buhrana sürüklemiyorlar; hem kendilerini hem de toplumu iktidar savaşının kurbanı haline getirmiş oluyorlar.
Medya bu üç alanda da savaşın en etkili aracı konumundadır. Hiçbir araç tekellerin kontrolündeki medya kadar topluma karşı savaşta tahripkâr rol oynamamıştır. Demokratik uygarlık tarafından kullanıldığında da, şüphesiz çok etkili demokratikleşme aracı rolünü oynama konumundadır.
Ulus-devletin özenle oluşturduğu hapishane ve hastane politikaları da kendi iktidarını güçlendirmede ve toplumu tutsak kılmada etkili rol oynarlar. Hapishane ve hastane yollarına düşenler, iktidar karşısında maddi ve manevi birçok değerini yitirmekle karşı karşıya kalırlar.
Ulus-devlet kendi iktidarını kılcal damarlarına kadar topluma dayatırken, aslında sonun sonuna geldiğini itiraf etmiş olmaktadır. Bu duruma gelmiş iktidar, son noktada yere çakılmaktan kurtulamaz. Gerekli olan, demokratik uygarlığın etkili demokratikleştirme, örgüt ve eylem anlayışını toplumun tüm bütünlüklerinde, yani alanlarında yayıp uygulamaktır.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Kapitalist Uygarlık’ adlı savunmasından alınmıştır.