HABER MERKEZİ –
“Dağda gerilla ortamının zorlu koşullarında, kar ve tipilerin en amansız gecelerinde sahneleyeceğin tiyatro oyunlarının, dekor ve kostümlerini sırtında taşıyıp, tabur tabur dolaşarak arkadaş yapısına sunacağın oyununun heyecanı hala gözlerimin önünde. Halkın acılarını, sevinçlerini ve yiğit evlatlarının gerçek yaşamlarını sahnede tiyatroyla canlandırmak, senin için inanılmaz bir duyguydu.”
“Kod adı: Zerdeşt Munzur
Adı soyadı: Erdoğan Kaya
Doğum yeri ve tarihi: Erzingan/1968
Şehadet yeri ve tarihi: 4 Ocak 2010 Qendîl“
“1999 yıllının ilkbahar ayıydı. Her yeni bahar, yeni başlangıçların umudu ve gerçeği olsa da, bu umutlar ve gerçekler ters yüz edilmeye çalışılmıştı. Başkan Apo’nun esaret altına alınmasının ilk birkaç ayıydı. Herkes patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Kimisine göre 29. isyanın son çırpınışlarıydı; ama içinde olduğumuz gerçeklik, Özgürlük Mücadelemizin alevlendiği baharlardan birisiydi ve Zerdeşt Yoldaş özgürlük dağlarında gerillaya gelmişti. Gabardin elbiselerini yeni giymiş, ellindeki silah ve sırtındaki çantanyla her cepheye hazır olmanın baharındaydı. Artık o bir gerillaydı.
Bir gerillanın zorlu sabahlarından birinde olup, halkına layık olma çabası içerisindeydi. Birçok yeteneğe sahipti. İnanılmaz bir görev ve sorumluluk aşkıyla çalışıyordu. Adeta tüm yeteneklerin adresi onu gösteriyordu. Tüm bu yetenek ve fedakârlılıklarını, halkı ve yoldaşlarının hizmetine sunuyordu. Bu yaşam ve çalışma aşkı, onda bir yaşam felsefesi haline gelmişti. Dağa gelişinden 2 yıl sonra gerilla ortamında oluşan kültür-sanat okuluna geçti. Gerilla ortamında sanat çalışmalarını yürütmek elbeteki kolay değildi; ama bir gerillanın zorlukları nasıl başarıya dönüştürdüğünün bilincindeydi. Onun için tüm zorluklara göğüs geriyor, nasıl olması gerekir konusunda kendini her gün yeniden yaratıyordu. Dağ ortamı dediğimizde ilk akla gelen şey, savaş oluyordu. Savaşın anlamı da ölüm, yıkım ve gözyaşı; ama hiç kimse bu savaşın neden yapıldığını, bizleri buna mecbur eden olguyu ya da gerçekten bu savaşın Kürt halkı için neyi yaratacağını sorgulamıyordu.
Bizler ne yaptığımızı, savaşın içinde ne tür imkânlar yaratığımızı biliyorduk.
O halde dağ sadece savaş anlamını taşımıyordu. Elbeteki dağlar ve sarp uçurumlar, nice savaşlara gebe oldu. Tarifi kelimelerle yapılamayacak kahramanlıklar boy verdi. Tüm bu çaba ve verilen bedeller, farklı çalışmaların kapılarını da açtı. Eğer gerilla ortamında bu çalışmalar hayat buluyorsa, verilen bunca bedellerin ürünüdür. Hiçbir şey yoktan var olmadı. Önder Apo’nun çıkışı ve hiç yoktan var edişi, bunun somut ifadesidir. Bu gerçekler felsefesi doğrultusunda sanat çalışmalarına da başlandı. Sanatsal çalışmalarının ilk başladığı dönemlerde nice zorluklar yaşandı. Bazı tasfiyeci anlayışlar, “Dağ ve gerilla ortamında sanat olmaz” teorileri geliştiriyordu. Ezilmiş, sanatı yok edilmiş, dili, kültürü soykırıma uğramış bir halkın var oluş mücadelesinin her alanda büyütmesi değil, kendi küçük beyinleri ile sahte bireysel dünyalarının derdindeydiler. Sanatı bir türkü okumakla, tiyatro sahnesinde keyif çatmaktan ibaret görüyorlardı. Sanatı halkın ihtiyaçlarına göre geliştirmenin değil, kendi dar dünyalarının hizmetinde kullanmanın arayışındaydılar. Tüm bunlar bu kesimin bir halkın gerçeğinden ne kadar koptuklarının göstergesiydi. İşte Zerdeşt Yoldaş, bu ortamda, bu yanlış sanat teorilerine karşı çıkıyor, sanatın halkın temel değeri olduğunu savunuyor, onun doğru mücadelesini veriyordu. Asıl sanatın dağda, gerilla ortamında olabileceğini savunup, kendi emek ve ürünleriyle halkın yüreğinde taht kurmuştu. O tiyatronun sahnede ezbere repliklerden ibaret olmadığını, bir halkın gerçek yaşamı olduğunu sahnelerde sergiledi. Müziğin sadece türkü okumak olmadığını, bir halkın kendisini özgür ifade etmesinin gerçeği olduğunu, özgürlük dağlarının yaşam dili olduğunu ‘Oremar’ melodisiyle milyonlara duyurdu. Gerilla yaşamının güzelliklerini, acılarını, sevinçlerini, zorluklarını, başarılarını, tüm yaşamın ayrıntılı zenginliklerini sanatsal bir dil ile halkımızın hizmetine sundu. Bir gerilla gününün zorlu sabahında olup, bu zorluklar önünde hiçbir şeyin engel olmadığını, doğru yaşam ve sanat felsefesiyle yarınlara umut olup, gerçek bir gerilla yaşamını yaşadı.
Gerilla yaşamı onun için bir aşktı. Sistem gerçekliği kendi aşklarını iki insan arasındaki duygusal bağda, sahte bakışların gözlerindeki yalanlarda arasa da, o, inandığı aşkı gerilla yaşamının yüceliğinde aradı. O, halkın acılarını hisseden, özgürlüğe susamışlığını anlayan ve bunlara cevap olmak için neler yapması gerektiğini bilen yüce bir aşkın gücüne inanıp, doğru aşkı halkına layık olmakta aradı. İnandıkça da pratik yaşam duruşuyla milyonlara örnek oldu. Gerilla yaşantısında değişik birçok farklı çalışmalarda yer aldı. Girdiği her çalışmada en güzelini yapmayı, başarılı sonuç almayı esas aldı. Tüm bunları devrimci yaşantısında bir ilke haline getirdi.
“Bir gün gelir Dersim’e, o güzelim dağlara giderim umarım” diyordu. Geçmişte Dêrsim’in birçok alanını dolaşmasına rağmen, “Bu sefer bir gerilla olarak dolaşmam çok daha farklı, anlamlı olur. Ne olursa olsun bir gün gelir giderim” diyordu. Dêrsim’den söz ederken ne denli öfkelendiğini hissdediyordum; çünkü o 38 Dêrsim Katliamı’nın sarılmamış yarasıydı, süngülere hedef olmuş günahsız bebeklerin acısıydı, kan ağlayan ve kızıla boyanan akarsuların, Munzurların çığlığıydı. Onun için Dêrsim’e bir gerilla olarak gitmek, belki de yaşanmış acıları dindirmek içindi.
Yazılması gereken öyle çok şey var ki, hangisine öncelik vereceğimi bilmiyorum. Sanki tüm anılar birbiriyle yarışıyorcasına önceliği bir diğerine vermemi istiyorlar. Kelimelerin tükendiği an bu olsa gerek; ama yok diyorum. Hayat hep akmalı, onu anlamlı hale getirme ve o akıntıyı yeni yaşamı yaratmanın lehine döndürme olmalı. Yeni kelimeler bulunmalı. Hayatta hiçbir olgu çözümsüz olamaz. Herşeyin bir çaresi var elbet. Nasıl ki, özgürlük için bedel veriyorsak, bir şeyi var etmek de bedel gerektirir. İşte sen de tüm bu emeklerin doruğunda özgürlüğünü yarattın. Seni yazmanın, yarınlara anlatmanın kolay olmadığını biliyorum Heval Zerdeşt. Ama kolaya kaçıp seni anlatmamak da, sana layık olamamamın gerçeğini ifade edeck. Ben hiçbir zaman bu gerçeği kendime layık görmedim ve görmeyeceğim de; çünkü biz seninle yoldaşlık yaparken hiçbir tereddüte açık kapı bırakmadık. Belki hatırlarsın en son ayrıldığımızda, “Hatalarımızdan dersler çıkarıp, yeni başlangıçlar yapalım” diyordun. Bu sözlerin karşılığını bulup ve ona göre cevap yazmanın ne denli zor olduğunu biliyorum; ama bir devrimcinin zorlukları nasıl başarıya çevirdiğini de biliyorum; çünkü sen ve senin gibi nice yoldaşlarımız, bu gerçekleri bizlere bir miras olarak bıraktı.
Dağda gerilla ortamının zorlu koşullarında, kar ve tipilerin en amansız gecelerinde sahneleyeceğin tiyatro oyunlarının, dekor ve kostümlerini sırtında taşıyıp, tabur tabur dolaşarak arkadaş yapısına sunacağın oyununun heyecanı hala gözlerimin önünde. Halkın acılarını, sevinçlerini ve yiğit evlatlarının gerçek yaşamlarını sahnede tiyatroyla canlandırmak, senin için inanılmaz bir duyguydu. Gerilla savaşında yaratılan değerleri sanatsal ürüne dönüştürmenin ne denli anlamlı olduğunu, pratik çalışmalarınla ispatlıyordun. Her zaman bizlere ölümü layık gören, “tarihten sildik” dediği Kürt halkının dilini, sanatını, kültürünü asimile edip, soykırıma uğratan düşmana rağmen; Kürt halkının yiğit bir evladı olarak buna karşı en büyük cevabı gerilla ortamında, özgürlük dağlarında sanatın canlanacağını göstermekle verdin. Dağların diliyle sanat yapmak ve seslerini milyonlara duyurmak elbetteki kolay değildi. Belki hatırlarsın, “Oremar” klibini yaptığımız süreci. Sabahın erken saatleriydi, uykunun en tatlı anı olsa gerek. Kış aylarının dondurucu soğukları olsa da, yüreğinin sıcaklığı bizleri motive ediyordu. Yıkılmış bir manganın sol köşesinde Oremar klibinin ses kaydı yapılıyordu. İmkânlarımız yok denebilecek kadar azdı. Diğer sanat ortamlarındaki gibi imkânlarımız ve lüksümüz yoktu. Bir-iki enstrüman ve eski teknik aletler dışında bir şeyimiz yoktu. Awazê Çiya müzik grubundaki 12 arkadaş kayıtlara başlama heyecanını yaşıyordu. Birkaç arkadaş dışında bir çoğumuzun stüdyo tecrübesi yoktu. O’nun için heyecanımızın doruğunu yaşıyorduk. Sen mikser’in başında aranje görevini yapıyordun. Tam son kontrolleri yapıyorduk. Bir arkadaş dışında herkesin kulağında müzik sesi vardı. O’nun için dünya yıkılsa bile o kalabalıkta bir şey duymak mümkün değildi. Tam bu ara ellerinle “Bir şey var” diye işaret ettin. Kulaklıkları çıkarmamız ve patlama sesini duymamız aynı anda olmuştu. Dışarı fırladığımızda gökyüzü uçaklarla doluydu. Her taraf toz-duman içerisindeydi. Sayısız bombalar sağımıza, solumuza düşüyordu. Elindeki sazla yerde sırt üstü sıfır uzanmak ve atılan bombaların dehşetinin tanığı olup, bizzat içinde yaşamanın ne denli zor olduğu nasıl anlatılabilinir ki? Her şey an meselesiydi; bırakalım saniye ve bir ömür değerindeki dakikaları…
Zerdeşt arkadaş, tüm bunlara rağmen özgürlük türkülerimizden, dağlarımızın melodisinden, onurlu bir yaşamın sanatından taviz vermedik. Ölüm dediğin nedir ki? Hangi ölümler bizleri amacımızdan koparabilir ki? Hangi bombalar ses tonumuzu değiştirebilir ki? Hangi uçak sesleri, solfej ve şan seslerimizi detone edebilir ki? Tüm bu adaletsiz dünyaya karşı, sayısız uçakların bombalarına karşı Oremar ve Destana Zapê klipleri, bu zorlu koşullarda ürüne dönüştü. Eğer bu ürünlerimiz halkımıza ulaşmışsa, bunun mimarı sensin Heval Zerdeşt.
Gerilla ortamında sanat yapmanın zorlukları, ne gibi koşullarda bu çalışmaların yapıldığını hangi sanatçılara anlatabiliriz ki? Ya da anlatsak ne denli anlam verilir ki? Şehit Serhat’ın Botan yolculuğundaki kahramanlığını, göğsünde patlayan bombaların, onlarca kurşunun deldiği sazının kandan kızıla boyandığını hangi sanatçıya anlatabiliriz ki? Şehit Delila’nın mevziden mevziye çığlığını, pusularda sırtından yediği sayısız mermilerin acısını hangi sanatçı hissedebilir ki? Şehit Xelil Dağ’ın Cudî yolculuğunda kamerasından çekilen kesitlerin, Besta suyuna dökülüşünü hangi sinemacıya kavratabiliriz ki? Senin Oremar klibinin kaydını yaparken tiz ve bas sesine karışan bomba seslerinin ekosunu hangi aranjeye analatabiliriz ki? Ya da anlatsak ne denli duygularımızı anlayabilir ki? Oysaki sanatçılar, halkın dili ve kültürüdürler. Haksızlığa karşı olup, mazlumlardan yana olan sanatçılar, toplumların en önde gelen insanıdırlar. Bir sanatçının görevi toplumun ihtiyaçlarını ve özlemlerini sanat diliyle tarihselleştirmektir. Bir sanatçı halkın acılarını, sevinçlerini en derinlemesine hissetmelidir. Sanatçılar; toplumun yaşamından, özgürlüğünden sorumlu insanlardır. Eğer sanatçılar, toplumun ihtiyaçlarına cevap olmazlarsa, o sanatçılar tarihe mal olmazlar. Tüm bu zorlu koşullar altında gerillanın yaşamını, halkımızın acılarını, sevinçlerini; en zor ortamda, bombalar altında canın pahasına da olsa yapmaya çalıştın. Sen Awazê Çiya’nın manevi gücü, Oremar klibinin melodisi, Destana Zapê’nin notası; sen Şekîf Dağı’nın asi bakışlısı, Xinerê vadisinin bahar kokulu doğası ve sen Lolan suyunun kıyısında olup, gönlümüzde her zaman bahar olarak kalacak olansın Heval Zerdeşt!”
Senin şahsında tüm şehitlerin önünde saygıyla eğiliyorum.
Mücadele arkadaşları