HABER MERKEZİ –
“13 Eylül’de geçirdiği bir kaza sonucu şehit düşen Mazdek Ararat (Ömer Bağcı) yoldaş, devrimci sanatçı çizginin en güncel yaşamsal ve yenilenmiş temsilcilerindendir. Mazdek yoldaş, Kobanê direnişi zamanında içinde bulunduğu sanat çalışmasından çıkıp, Kobanê direnişine katılmıştır. Şehit Halil Dağ’ın çizgisinde olduğunu dile getirmekten öte her an yaşayan Mazdek yoldaş, devrim alanlarında en zor zamanlarda en fedâkar tutumu sergilemiş, sürekli katılmayı ve inşa etmeyi esas almış ve duruşuyla, katılımıyla Halil Dağ’ın yoldaşı olduğunu göstermiştir.”
“Kürtler üzerindeki soykırım politikalarını tanımak ve tanımlamak için Kürdistan coğrafyasında yaşananlara ve dünyanın dört bir yanındaki Kürtlerin yaşadıklarına bakmak gerekir. Kürt’ün bugünkü yaşamı, zihniyet yapılanması, kendi toplumsallığını inşa edişi, sanatsal eylemleri, yaşamı ve evreni hissedişine bakmak, Kürtler üzerindeki soykırım saldırılarının hangi düzeyde olduğunu anlamak için yeterlidir. Kültürel soykırımın Kürtler üzerindeki en büyük saldırısı, Kürtleri sanatsız bırakmasıdır.
Kürdistan coğrafyasında yaşadıklarıyla birlikte dünyanın dört bir yanına savrulan Kürtler o bulundukları yerlerde, kendi ülkelerinin kaderini, hatta daha fazlasını yaşamışlardır. Çünkü başta Türk devleti olmak üzere bölgedeki tüm ulus devletler, kendi ulusallığını var etmek için Kürt’ün varoluşsal özelliklerini, kültürünü, dilini, geleneklerini tümden ortadan kaldırmaya kilitlenmiştir. Egemen ulus devletler, Kürtlük değerlerine sürekli saldırarak yok etmeyi hedeflemiş, yok edemediğini de çalarak kendine ait kılmayı amaçlamış, Kürtlük sürekli kriminalize edilerek Kürt toplumsallığı egemen ulusun varlığı içinde eritilmiştir. Türklük inşasında Kürtlük bir hammadde olarak kullanılmıştır.
Kendi toplumsal varoluşunu tamamlayamayan Kürtler sürekli varoluşsal bir boşluk yaşamışlardır. Ezilen ulus bireyi olmanın bir sonucu olarak, kendi toplumsal varoluşunu tam gerçekleştirememiş bir topluluğun üyesi olmaları itibariyle Kürtler gittikleri her yerde, yaşadıkları bu toplumsal boşluğu doldurmanın arayışında olmuşlardır. Bu, gidilen her yerde, o yerin en iyisi olmaya çalışmakla, sistem içine girmenin savaşçısı olmanın büyük heveslerini uygulamaya çalışmakla, hatta bunu başarmak için sistemin kendi insanlarıyla yarışarak kendini sisteme kabul ettirmenin büyük çabasını göstermekle aynı anlama gelmektedir. Bu çalışmaların her bir anının Kürt’ün yok oluşunu getirdiğini, bugün yaşadığımız zihniyet parçalılığından ve ulus formuna giremeyişimizden bilmekteyiz.
Uluslaşma toplumların bir varoluş formudur
Bugün hiçbir ülkede, hiçbir ülke vatandaşı, sanat icra ederken, kendi ülkesinin sanatçısı olduğunu iddia ederek işe girişmez. Bir İngiliz resim yaparken ya da bir Alman şarkı söylerken, kendi ulusunun temsilini yaptığını söylemez, bunu düşünmez de. Bunun böyle olması, bu ulus bireylerinin uluslaşmasını tamamlamış olmasından kaynaklıdır. Söylenmese de zaten sanatçının varoluşunda uluslaşmanın etkisi vardır. Uluslaşma, toplumların bir varoluş formudur ve o forma göre toplumsal gelenekler, yaşayış biçimi, dil, kültür, sanat şekillenir ve ifadesini bulur. Tüm yaşayış biçimlerine, tüm ekonomik, tarımsal, bilimsel, sanatsal ürünlere işte o form yansır. Bu ulusların bireyleri özel olarak o forma girmeyi öngörmez, tasarlamazlar, zira o forma göre şekillenmiş olan zihniyet yapılanması, o forma göre somutlaşmalar da ortaya çıkarır. Zaten kendi toplumsallığının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bir Alman, bir egemen ulus baskısına girmeden Alman toplumsal yaşamını özümsemiştir ve onun bir ürünü olarak toplumsal varoluşunu şekillendirmiştir. Yine bunun bir ürünü olarak kişiliği-duyguları ortaya çıkmıştır. Böyle bir ulustan olan bir bireyin, kendi ülkesinde sanat icra ederken, kendi ulusuna özel vurgu yapması beklenmeyebilir, gerekli görülmeyebilir -ki, gerekli de değildir. Ta ki, uluslararası çapta bir temsiliyet söz konusu olana kadar.
Uluslaşmasını gerçekleştirmiş olan toplulukların sanatçılarının yaşadıkları, sanatları, duruşları, sesleri, dilleri, kalemleri farklıdır. Biz Kürdistan toplumu için ise, durum bambaşkadır. Kürdistan’da kimi sanatçılardaki politikayla uğraşmama, sanatçı olduğunu söyleyerek kendini böyle tanımlama ise devrim gerçeğinden öte, daha öncelikli olarak sosyolojik açıdan çözümlenmesi gereken bir konudur.
Kürdistan insanı, kendi uluslaşmasını tamamlamamıştır. Soykırımların ezici baskısı altında, neredeyse insanlaşmasını tamamlayamamış bir varlık durumundadır. Böyle bir mevcudiyet içinde var olması, kendisi olabilmesi, kendini kendi topluluğu içinde özgür hissedebilmesi, insanca yaşaması, duygulanabilmesi, özgürce hissedebilmesi zordur. Neredeyse imkânsızdır. Çünkü soykırım sisteminin dayattığı yok oluş, inkâr ve imha saldırıları, Kürt’ün hislerini dahi çalma saldırıları, Kürt bireylerini anlık olarak kendisi olmaktan uzaklaştırmaktadır. Öyle ki, her birey, varolabilmek için sistemin kendi bedeninde yarattığı ben ile, uluslaşmasını tamamlamış bir toplum bireyi olan ben arasında bir kavgaya tutuşmadan, varolmak imkânsızdır. Böyle bir durumda her bir bireyin kendisi olabilmesi için, öncelikle kendi toplumsallığı içinde kendini tanımlaması ve mevcudiyetini buradan tartması gerekir.
Kürdistan’da sanat en zor iştir. Savaştan daha zordur. Çünkü sanatçı olabilmen için önce savaşman, en büyük savaşlardan zaferlerle çıkman ve sonrasında sanat yapman gerekir. Şiir yazmadan önce kendin olman gerekir. Resim yapmadan önce varolman, renk sahibi olman gerekir. Sana ait renklerinin olması gerekir. Şarkı söylemek, müzik yapmak, ezgileri yaratmak için önce ezgileri duyumsayacak bir ‘ben’ yaratman gerekir. Kürt bireyinin, kendisi olmadan, toplumsallığını yaratmadan sanat icra edebilmesi mümkün değildir.
Kürdistan’da kendi toplumsallığında bir ifade oluşturamayanlar sanatçı olamaz
Sanatçı olmak, soykırım sistemi karşısında bir mevcudiyet çığlığı yükseltmekle başlar. Kendi varoluşunun tüm acılarını, tarihini, güzelliğini, anlam derinliğini ve bedellerini hissetmekle başlar. Bu anlamda Önder Apo, gerçek bir sanatçıdır diyebiliriz. Ve Kürdistan özgürlük devrimi onun en güzel eseridir.
Böyle bir gerçek karşımızda dururken, “ben varım” diyemeyen sanatçı, nasıl özgür hissiyatların yörüngesinde eserler icra edebilir? Kürt’ün diriliş mücadelesi boyunca verilen on binlerce şehidi hissetmeyen, verilen bedelleri hissedemeyen, onların bir toplamı olan duyguları sanatına, duruşuna, yaşayışına katamayan kişi nasıl sanatçı olabilir ki!
Örneğin her gün çocuklar panzerlerin altında kalıyor, her gün şehitler veriyoruz, her gün kadınlar katlediliyor, kahramanlar her gün var olmamıza sebep kahramanlıklar sergiliyorlar. Bunların toplamı olarak her gün, her an Önder Apo İmralı işkence ve tecrit sistemi karşısında direniyor. Ancak bunların hiçbiri sanatta yansımasını bulmuyor. Kürdistanlı sanatçılar ne bir şiir, ne bir resim, ne bir ses, ne bir ezgi yaratıyor bunlar için. Kimi direniş dönemlerinde direniş süreçlerine, hamlelere dair şarkılar yapılıyor ancak bundan ötesi yoktur. Gerçekten duygulanan ve bize duygulandığını hissettiren, duyguları hakikat olan ve bize kendi duyguları aracılığıyla toplumsal hakikatimizi anlatan kaç ezgi duymuşuzdur son yıllarda? Dinledikten birkaç dakika sonra kendini hatırlatan kaç şarkı dinlemişizdir?..
Özgürlük mücadelesinin yörüngesinden uzak durarak politikayla uğraşmadığını ama sanat icra ettiğini söylemek, kendini kandırmaktan öte, kendi toplumsallığını, kendini vareden direniş zeminini inkâr etmektir. Hangi sanatçı Kürtçe konuşabilirdi ki Özgürlük Hareketimizin direnişi ve on binlerce şehit olmasaydı! İsyanı kadere bile olsa, isyan ettiği-itiraz ettiği için arabesk müziğin bile yasaklandığı bir soykırım sisteminin ezici baskısı altından çıkıp varolmayı başaran bir toplumsallığımız var. Böyle bir durumda, direnişin büyük bedelleri olmasaydı nasıl var olabilirdi sanat ve sanatçı? ‘Kürdüm’ dediği için sanatçıların linç edildiği, katledildiği, eserlerinin hem yok sayılıp hem yok edildiği hem de çalındığı günler hiç öyle uzakta değildir. Bugün Türklüğe dair marşların bile tek tek arşivlerden çıkan Kürtçe şarkılar olduğunu görüyoruz.
Bu durum bize şunu gösteriyor: Soykırım sistemi, öylesine günlük kararlarla değil, tam tersine tarihimizi, geleneğimizi hücre hücre araştırarak, her birini çalıp çırparak, bizim varlığımızı kendi varoluşunda bir posa haline getirerek gerçekleşmektedir. Büyük ve planlı bir saldırıdır. Sadece bugüne değil geçmişe, geleneğe saldırarak kendini var etmektedir. Böyle zorlu bir tarihsel gerçekliğin içinden çıkıp gelmemize rağmen bugün Kürtçe şarkı söyleyenlerin politikayla uğraşmadığını söyleyerek kendi tarihlerinden kopmaları, uzak durmaları anlaşılır ya da kabul edilir gibi değildir. Politikayla uğraşmayanlar, öncelikle Kürtçe kelimelerle soykırım zihniyetini yaşamaktan kaçınamazlar. Tam da bundan dolayı toplumsallaşamadıklarından kendisi de olamazlar. Toplum-birey ilişkisi, kiminde paradoks gibi görünen karmaşık bir denklemdedir.
Kürtler uzun yıllar boyunca dilsiz ve sanatsız bırakılmış, kendini dengbejlik yoluyla var etmeyi başarmış, kültürlerini bu yolla yaşatmışlardır. Ancak kapitalist moderniteyle birlikte geliştirilen kültürel soykırım öyle bir vahşettir ki, Kürtlerin dengbejliği dahi Kürtlük değerlerinden koparılarak Kürt soykırımının bir aracı haline getirilmiştir. Bugün TRT Kurdî ve Başûrlu birçok televizyon kanalında yapılan tam da budur. Türklerin ancak Kürtçe televizyon kurabildiği, Kürtlerin bu durumlarda suçlu sayıldığı bir soykırım sisteminde olduğumuzu unutmamamız gerekir.
TRT Kurdî’de boy gösteren, şarkı söyleyen, sözde dengbejlik yapanlara karşı, Kürdistanlı sanatçıların tutum almaması kabullenilemez. Ancak bunca ağır bedellerle konuşabildiği dilini soykırım sistemine sunarak yaşayacağını sanma yanılgısına karşı bir devrimci sanatçı tutumun olmaması kabullenilemez. Yine Kürt ailelerin çocuklarının böyle ortamlarda düşmana hizmet etmesi kabullenilemez. Kürdistan’da gençler, anne babaları dahi olsa bu kişilere karşı koymalıdır. Orada öyle tipler toplanmakta ve para için şarkılar söylemektedir ki, insan bu tipler karşısında kendi toplumundan utanmaktadır. Soykırım sisteminin nasıl da Kürtlüğü, kendi dilimizle posa haline getirdiğini görmekteyiz. TRT Kurdî, Kürtlüğün dil ile olmadığını, Kürtçe konuşarak da soykırım siyasetine alet olunabileceğini, hatta soykırım sisteminin posası haline gelinebileceğini bize en iyi şekilde gösteren bir ihanet ekranıdır.”
Dilzar Dîlok