HABER MERKEZİ –
“Kadın ordulaşması sadece teknik bir askerlik, silah kullanma, eylem yapma değildir. Kadın ordulaşması ile kadının özgürlük ideolojisi, kadının bin yıllardır bastırılmış potansiyeli, yaratıcılığı, yaşam enerjisi yeniden açığa çıkarılmıştır. Kadının kendisini tanımasına, öz güvenine yol açmıştır. Bu da Kürt halkının kadınlar şahsında cesaret kazanmasına, irade haline gelerek güçlenmesini sağlamıştır.”
PKK’nin 41. kuruluş yıl dönümü Önderliğimize, halkımıza, kadınlara, halklarımıza tüm yoldaşlara kutlu olsun. Bu günlere gelmemizin temel mihenk taşı olan Önderliğimizi sevgi, özlem ve saygı ile selamlıyoruz. 40 binin üzerinde olan unutulmaz PKK-PAJK şehitlerimizi minnet ve saygı ile anıyoruz.
PKK’nın doğuşu ve kuruluşu sadece Kürt halkının değil, Ortadoğu halklarının tarihinde bir milattır. Kadınların özgürleşme tarihinde ve mücadelesi açısından da yeniden bir doğuştur. PKK’nin kuruluşu ve mücadelesi bizim için bir ışık olmuştur. Umut ve zafer kaynağıdır. Bu temelde 27 Kasım 1978 tarihi PKK kuruluş yıl dönümü vesilesi ile özgürlük iddia ve kararlılığımızı, mücadele inancımızı ve bağlılığımız yeniliyoruz.
İnsanlığın özgürlük damarları kadın özgürlük mücadelelerinde atmaktadır. Kadınlar, tarihsel olarak ötekileştirilmeye karşı sürekli direndiler. Kadın direnişi, özünde insanlık değerlerinin savunulması, insanlığın var oluş yapısallıklarının korunması mücadelesidir. Erkek egemen aklın, insanlık üzerine örtmüş olduğu, kalın sis tabakaları nedeniyle kadınların bu özgürleştirici, evrensel değerleri taşıyan tarihleriyle rol ve misyonları halen de yeterince anlaşılamamıştır.
Kötülüğün kaynağı
Bugün insanlığın yaşadığı kriz ve bunalımların ardın da kaybedilmiş bir özgür kadın ve toplum gerçekliği vardır. Mitolojilerin ortaya koyduğu her biri diğerinden daha kötü olan çağları, egemen erkek akıl yarattı. Katmerli kölelikler çağını oluşturdu. Her çağ, insanı hep daha kötüye, manevi boşluğa ve ahlaki çöküşe iterken, dürüstlük, yardımseverlik, komşuluk, aşk ve sevgiden de gittikçe uzaklaştırmaya, savunmasız bırakmaya götürdü.
Eskiden dinler de insanlığın başına gelen kıyamet alametleri için, “Mahşerin dört atlısı” terimi kullanılırdı. Mahşerin dört atlısı; savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar ve ölümdü. Şimdiler de mahşerin atlıları o kadar çok ki saymakla bitmez. Devlet ve iktidar aygıtları insanlığın başına her türlü felaketi getirmektedir. Egemen erkek aklın yaratımları olan devlet, iktidar ve savaş aygıtları sürekli iş başındadır. İklim krizleri, silah yarışları, nükleer atomu üretme, bunu birbirine karşı kullanma tehditleri, kadınlara yönelik şiddetin katliamlara varması, kuzeyden güneye akın eden göçler, savaşlar, zenginlik-yoksulluk uçurumlarının derinleşmesi, çocuk tecavüzleri, intiharlar, kadınları insanlıktan çıkaran modernist politikalar ve daha da sırlayabileceğimiz bir gerçeklik söz konusudur.
Mahşeri atların dördüncüsü de peygamberi taşıyan attır. -İnsanlık her zaman bir kurtuluş umudunu da betimlemeyi unutmamıştır-. Yani günümüzün diliyle insanlığın kurtuluşu için çalışan, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütenleri sistem karşıtı güçler olarak tanımlayabiliriz. Bizim de atlarımızın sayısı çoğalmıştır. Rojava’daki Türk devleti ve çetelerinin işgaline karşı oluşan dünya halklarının gücü bunun örneğini oluşturmaktadır.
Dolayısı ile günümüz insanının her zamankinden daha fazla özgür, gelişkin, modern olduğu söylemi kesinlikle büyük bir yalan ve saptırmadır. Yaşanan durum tam tersidir. Salt teknolojik gelişmeler insanın geliştiğini, özgürleştiğini ifade etmez. Önemli olan teknolojik gelişmelerin hangi amaçlar için nasıl kullanıldığıdır. Nasıl yaşanıldığıdır? Bireylerin, kadınların toplumun ne kadar karar, irade gücü olabildiğidir. Oysaki günümüz insanı her yönü ile kapitalist modernist güçler tarafından savunmasız bırakılmıştır. Ve öyle bir duruma getirilmiştir ki gönüllü olarak kendini modernist güçlerin prangalarına bağlamıştır. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin ortaklaşarak, birleşerek kendilerini savunma ve mücadele etme konusunda ki zayıflıkları ve yetersizlikleri bunu göstermektedir.
Savaş, egemen erkek aklın, insanlığın başına bela ettiği en çirkin yaratımdır. Devlet iktidarlarının sömürüyü, köleleştirmeyi sürekli kılma aracıdır. Savaşlar özgür toplumun tahrip edildiği, cinsiyetçiliğin, milliyetçiliğin, dinciliğin, bilimciliğin hortlatıldığı eylemlerdir.
Bu eylemleri bir avuç egemen erkek tekeli, hiyerarşi ve tahakkümü geliştirmekte ve dünyayı bu temelde yönetmektedirler. Egemen erkek aklın yarattığı en büyük eşitsizlik ve kötülük kaynağı, devlet aygıtı ve savaşlar olmaktadır.
Egemenlik ve tahakküm kalıpları
Neden insanlığın tarihinde böyle gaspçı, savaşçı bir erkek akıl ortaya çıktı? Kimileri, “Kadın iktidarına karşı erkek iktidarı geliştirildi” diyor. Oysaki anaerkil toplum iktidar, devlet ve savaş olgularından uzaktı. Kimi zaman düz mantık ile yapılan karşılaştırmalar, ters yüz etmeler, böylesi bir yanlış yargıya yol açabilmektedir. Esasta anaerkil toplum, ana etrafında eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum yaşamının akıl, emek, paylaşım, işbölümü temelinde geliştirilmesiydi. Toplumsal komünal yaşam bunun en temel garantisi idi. Dolayısı ile anaerkil toplumun zayıflatılması, dağıtılması eşitliğin, özgürlüğün bitimi anlamına da gelmektedir.
Günümüzde insanlığın bu baş aşağıya gidiş serüveni; toplumun, kadınların kendisini koruyamaz ve savunamaz bir duruma getirilmesinin nedenleri araştırılıyor. Ancak günümüzün yaşam biçimi ve zihniyeti anlam gücünü, doğru yorumlamayı da çok zayıflatmıştır. Kitaplar dolusu incelemeler, milyonlarca sayfalık okumalara rağmen hakikatler anlaşılamıyor. Çünkü algı egemenlik ve tahakküm kalıplarına göredir.
Kadınların, halkların, kabilelerin, klanların en temel var oluş hakkı olan özsavunma, özyönetim hakları gasp edilip, egemen erkekliğin kurumlarına, devlete devredildi. Öncesinde zaten kadınların denetimi erkek iktidarı ile garanti altına alınmıştı. Her şey ters yüz edildi. Devletlerin halka, kadınlara saldırması meşru, halkların, kadınların kendilerini savunması, koruması ise terörizm olarak adlandırıldı.
Egemen erkek sistemin yürüttüğü savaşlar, sadece kadınların ve onun yarattığı değerlerin gasp edilmesini değil, kültürel tarihin yıkımını ve toplumsal hafızanın ortadan kaldırılmasını da hedefler. Doğadaki yer altı ve yer üstü zenginliklerin tahribini, tüketilmesini amaçlar. Başka bir amaç da egemenlikli tarihi toplum yaşamlarına işlemektir. Bu ise doğanın, toplumun kendi içindeki dengesinin, birbirini tamamlayan, yenileyen işleyişinin tahribe uğramasıdır. Bunun sonucunda iklim bozulur, hava, su toprak kirlenir. Toplumsal katmanlarda ki uçurumlar derinleşir. Dünya yaşanamaz hale gelir.
Bütün bu kıyamet günlerinin başlangıcı kadına karşı geliştirilen şiddet ve sömürü ile birlikte gelişmiştir. Toplumsallığın dağıtılmasıyla en büyük özsavunma gücü dağıtılmıştır. Kadınlar Küresel sistemin en yoksulları, işsizleri, sosyal haklardan en az faydalananı, en fazla şiddet göreni olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Kadınların, toplumların kendi içindeki birliği bozuldukça, toplumsallık zayıfladıkça toplum üzerindeki savaşlar sonuç almıştır. Kadına yönelik şiddetle geliştirilen yöntemler, kullanılan usuller bugün topluma karşı ve ülkeler arası savaşlara dönüşmüştür. Bir kadına karşı geliştirilen şiddet yönteminin sebepleri ile ülkeler arası savaşların sebeplerinin mantığı aynıdır. Erkeğin aşkla dolu kimi yalan sözleri, şimdilerin ülkeler arası diplomasilerinin ve medya politikalarının uygulamalarına dönüşmüştür. Burada egemenliğin temel düşünce yapısı hep aynı işlemektedir. Her türlü zor, baskı yöntemini uygulamaya geçirmek, bu olmadı mı, bu kez yanına yalan ve kandırma, ikna yöntemlerini de ekleyerek sonuç almaya çalışma temel yöntem olmaktadır. Ancak amaç hep aynıdır. Erkek egemenliğini, onun sistemini derinleştirerek geliştirme, kadınların, toplumun iradesini kırma, ona boyun eğdirme, onu kendisine tabi kılmanın planlarını yapma… Bu olmazsa katliamlardan geçirme, hapse atma, aç ve evsiz bırakma politikası güdülmektedir.
Kısaca amaca ulaşmak için her türlü çirkin yöntem mübah görülmektedir. Erkek aklın mülkiyetçi, yalancı, bencil, bireyci, komplocu, tekçi bir yapısı vardır. Analitik zeka ve hırsı ile dünyayı artık nefes bile alınamaz bir mekan durumuna getirmiştir.
Dünyanın merkezi bir coğrafyası: Ortadoğu
Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırılan savaşın içindeyiz. Bu savaş asıl olarak hegemonik sistem ile özgürlük güçleri arasında gerçekleşmektedir.
Üçüncü Dünya Savaş’ının sosyal yaşam boyuttaki tahribatları, fiziki insan ölümlerinden onlarca kat daha fazladır. Bu savaşın merkezi insanlığın kadim tarihine sahip olan Ortadoğu’dur. Onun da merkezi Kürdistan’dır, kadınlardır. Burada ki toplumlar, kadınlar hep bir biçimde kendi kimliğini, kültürünü koruyarak direndikleri ve dünyanın merkezi bir coğrafyası ve kültürünü yaşadıkları için sürekli hedef konumundadırlar.
Ortadoğu’da kadınlar, tarihin başlangıcında insanlığın insan olmasında emekleri, kolektif akılları ile başat bir rol oynamışlardı. Ancak günümüze gelindiğinde, hegemonik güçlerin egemenlik amacına ulaşma tutkusu en başta kadınları vurarak, toplumu esir alma stratejine dayanmaktadır. Her yönüyle kadınların yaşamına müdahale edilerek bunu yapmaktadır.
Kadınlar eğitimsiz bırakılarak, erken yaşta evlilik, kadın sünneti, erkeğin çok eşli sistem içinde kadını yaşamak zorunda bırakması, eve kapatılma, sürekli baba, koca, erkek kardeş başta olmak üzere, toplumsal gelenekler içinde hapsedilmesi, kadın cinayetleri ile gözdağı verilmesi, intiharlara sürüklenmesi, başkaldırdı mı, zindanlara doldurularak, kölelik statüsü içinde tutulmaya çalışılması söz konusudur. Hegemonik sistem kadına yönelik şiddetin uygulanması, savaşların sürekli halkların başından eksik edilmemesi sistemidir. Kadın katliamları üzerinden, kendisini inşa etmiştir. Yine savaşlarla, şiddeti sürekli arttırma yolu ile sistemin devamını sağlama planlamaları içindedir.
Ortadoğu’da sonu gelmeyen savaşlar en çok da kadınları, çocukları, yaşlıları etkilemiştir. Bölgenin geleneksel, statükocu güçlerin yaşam kalıpları içinde boğulan, eve kapatılan kadınlar bu kez de savaşların yarattığı yıkımlar sonucu insanlık dışı koşullarda ve çok vahim bir şekilde yaşamaktadır. Savaşın yol açtığı yıkımlar, katliamlar kadınlar ve çocuklarda tamir edilemez tahribatlara yol açmaktadır. Savaşın yaşandığı toplumlarda erkeğin kadına yönelik şiddetti de artış gösterir. Savaş yoksulluğu, evsizliği, açlığı, yoksulluğu arttırır. Yani toplumun temel yaşam dayanaklarını ortadan kaldırır. İnsanca yaşamanın hiçbir olanağı kalmaz. Mültecilik, vatanlarından sökülüp atılma, esaret altına alınma, kendi köklerinden sökülüp atılmanın ve köleliğin tarifi, travma tanımlaması ile ifade edilemez. Bu insanlığın bitiş noktasıdır.
Yakın tarihimizde Êzidî kadınların başına getirilenler ortadır. Savaş, kadınlar açısından fiziki olarak kölelik, tecavüz, din değiştirme, dilini unutma, tecavüz sonucu doğan çocuklar, kendi klan ve kabilesinden, ailesinden koparılma, insan olma vasıflarından çıkma demektir. Savaşın kadın üzerindeki yıkıcı etkisini en somut, çarpıcı bir şekilde Êzidî toplumumuza yönelik yapılan soykırım saldırısı sonucunda esir edilen kadınların durumuna bakıp değerlendirebiliriz. Burada yaşananlar bir insanlık trajedisidir. İşgalcilerin ellerinden kaçmayı başaranlar da bu kez mülteci kamplarında, göç ettikleri alanlardaki devlet ve iktidar güçlerinin asimilasyon, entegrasyon politikalarına uğramaktadırlar. Örneğin; Türkiye’deki mülteci kamplarında görüldüğü gibi fuhuş, uyuşturucu, ajanlaştırma politikalarına maruz kalmaktadırlar. Tüm bu çirkin politikalar kadınlar, gençler ve çocuklar üzerinden yürütülmektedir. Buralarda Türkçe öğretiliyor. Êzidî kültürüne hiçbir saygı gösterilmeyen uygulamalar geliştiriliyor ve bu kamplara sivil toplum kuruluşlarından, kadınların girmesine izin verilmiyor. Yine Almanya’ya göç eden Êzidî kadınlar ya da hangi halktan olursa olsun buralara giden kadınlara Alman kültürü ve dilinin öğrenilmesi mecburiyeti getiriliyor. Başûrê Kurdistan’da kamplarda olan Êzidî halkın, kadınların da Şengal’e dönüşüne izin verilmiyor.
Günümüzün insanlık tablosunda yapısal bunalım ve kaoslar tartışılırken Êzidî kadınların şahsında da görüldüğü gibi kadın kimliği en krizli halini yaşamaktadır. Egemen erkek aklın icadı olan savaşlar, direk kadın ve toplum yaşamlarını hedef alıyor. Örneğin; DAİŞ, Irak ve Suriye de kadınları esir alarak, köleleştirmişti. Para ile satılan bir eşya haline getirmişti. Günlük yaşamın ayrıntılarında kadınların giyiminden tutalım, yeme içmeye, evliliğe, çocuk doğurmaya kadar ayrıntılarda köleleştiren kurallar koymuştu. Diğer yandan AKP-MHP faşist iktidarı dönemine bakıldığında yine aynı DAİŞ zihniyetiyle Türkiye’de kadın özgürlük hareketlerine, kazanılmış kadın haklarına saldırılar düzenlendi. Ve halen bu saldırılar devam etmektedir. Buna karşı direnen binlerce kadının tek suçlarının, özgür yaşam çalışmalarında yer almaları, kendisi olma mücadelesi vermeleri nedeniyle zindanlarda olduğu bilinmektedir. Hapishaneler de kadınlar bütün zorlu koşullara karşı büyük bir direnme içerisindedirler. Hiçbir halkın tarihinde bu kadar uzun süreli ve bu kadar çok sayıda kadın zindanlarda tutulmamıştır. Rojava’da onur direnişinde de kadınlar, yaşamın tüm alanlarında büyük bir karşı koyuş içindedirler. Kürt kadınları büyük bir direniş içerisindedir.
Kadın özgürlük tarihimizde Sakine Cansız, Şîrîn Elemhulî, Ekin Wan, Hemrîn Xelef, Taybet Ana, Aqîde Ana örnekleri de vardır. Özgürleşmek isteyen kadınların şahsında egemen erkek sistemi sürekli olarak topluma bir gözdağı mesajı vermek istemiştir. Elbette bunlar özgürlük mücadelesinin sürekli ve yoğun kılınması ile boşa çıkarılmıştır. Kadın özgürlük mücadelemiz sürekli büyümüştür.
Besê Erzîncan