HABER MERKEZİ –
“Yeşil gözlerin 3 Eylül 2008 de son bir defa dünyaya bakıyordu. Yani bizleri de yanına alıp gidiyordun. Diğerleri gibi ne de olsa lanetli tarihin bedel ödeyenleriydik. Bir matem ayini gibi yarım kalan bir yaşam öyküsünü iyi bir sonla noktalayarak gittin.”
Adı, soyadı: Nurcan
KARAMAN (ŞEN)
Kod adı: Didar LÊGERÎN
Doğum yeri ve tarihi: Mersin 1979
Mücadeleye katılım tarihi: 2000, Mersin
Şehadet tarihi ve yeri: 3 Eylül 2008, Çiyayê Bizina/Gabar
Yeşil gözlerin 3 Eylül 2008 de son bir defa dünyaya bakıyordu. Yani bizleri de yanına alıp gidiyordun. Diğerleri gibi ne de olsa lanetli tarihin bedel ödeyenleriydik. Bir matem ayini gibi yarım kalan bir yaşam öyküsünü iyi bir sonla noktalayarak gittin. Senin ve Felat Koçer yoldaşın şehadetlerini duyduğumda dünya adeta yalancı oyununu yine eksiksiz oynuyordu. Öylesine derin bir hüzün sarmıştı, içimde yeşil bir dal kırıldı. Mevsimlerden sonbahar, aylardan eylül yani yeşil sarıya dönüşküğü ay. Tam da bu zamanda ayrılığın hazin notasını çağrıştırır doğa. Tabiat ananın bu zaman dilimi birçok sevdiğimi çalmıştı ve çalmaya devam ediyordu. Savaşta ayrılık savaşın acımasız yüzünün tüm çıplaklığıyla hissedilmesidir. Yalnızlık incecik bir sızıya dönüşür kalpte…
Hani en son vedalaştığımızda benden bir şiir istemiştin ya şimdi o şiir sol cebimde ağlıyor. Bilirim söz acıyı anlatamaz, yaşananların ifadesini karşılayamaz. Çünkü ölüm dolu bir sayfa, tükenmiş bir kalemdir. Söz sadece dilsiz bir çığlıktır. Erken ve zamansız gidişinizi şimdi hangi şiir hangi sözle anlatabilirim ki?
Yeşil gözlerinin sıcacık ışıltısına alışmıştım. Şimdi ise yeşil gözlerin yok. Bir daha bize gülümsemeyeceksin, kavga edemeyeceğiz. Yani acılarımla sana sığınamayacağım. Bu ne çağ ve ne zamandır tanrım. Suyum kuruyor, ben ölüyorum… “Savaş ve acılarında büyüt kendini” demiştin. Her gidenle o kadar çok yarım kaldım ki! Ardından bıraktığın anılar süzülüyordu, geceydi önümde yol vardı, ben yürüyordum. Gecenin suskunluğunda yüreğinle ısınmaya, gözlerinin ışıltısıyla yolumu bulmaya çalışıyorum. Ve senin yaşama olan sevdanı düşünüyordum. Sınırsız, adressiz, hesapsız kaç gün, gece, hasret, kahır ve ölümün kıyısından geçtin. Ertelenmiş kaç düş birikti yüreğinde? Ve yaşam öykünle fırtınalı, boranlı zamanı nasıl göğüsledin? Savaş gerçekliği öylesine zaman dilimleri yaşatır ki… Anlık o kadar şey bırakır ki yani geleceğin birkaç saniyesi bile tasavvur edilemez. Yani sol cebimdeki şiirin öyküsünü kim anlatabilir ki? Kim?
Kim anlatabilir ki Kürdistan dağlarındaki bir Yörük kızını? Enternasyonalist duygularla, yaralı bir halkın yarasına koşan Türkmen kızını anlatmak. Kendi deyimiyle “kekik kokulu iki ülkenin aşığı ve kekik kokulu Kürdistan dağlarının sevgilisini anlatmak, bir borç ve altından kalkılması çok zor bir gerçeklik”
Evet, Didar yoldaş sesinde ifadesini bulan ezgilerin kulağımızda canlı ve yüreğimizdeki yerin hala canlılığın koruyor. Sen yüreğimizde yaşıyorsun. Hiç yüreğimizden düşürmeyiz künyeni, sen gökteki en güzel yıldız, tanrıçaların en görkemlisi ve kıblemizsin.
Akdeniz’in güzel yoldaşı, deniz perisi ayrılık dokunabilir mi yüzüne? Yüzün güneşe dönük yürüdün özlemi, umudu, sevinci serptin yeryüzüne. Hani bazen bir dağ zirvesinde dinlenirken uzaklara dalıp giderdik ya. Şimdi sana doğru bir yolculuğa çıkıyor bakışlarım. Bir Yörük çadırının önünde bizi bekliyorsun, bizi içeriye davet ediyorsun ve güzel sesinle bize özgürlük şarkılarını söylüyorsun. Bilmem ki Türkmen kızı senden sonra sana karşı duygularımızı nasıl açıklasak. Bu yazının her sözü acıyı, notasızlığı çağrıştırsa da, yazıyorum bir çocuk yaramazlığıyla tüm cesaretimi biriktirerek… Hani sana bir defasında söylemiştim ya “acılarını içimde hissediyorum” diye şimdi ise yokluğunda yüreğim. Yani hiçbir zaman inanmayacağım, alışamayacağım bir gerçeklikte. Ne kadar da girift bir çağda yaşıyoruz. An bize yok. Dün, bugün, yarın özgürlük çiçeklerinin toprağa kök salması. Kürdistan dağlarının yakan çiçeği, zamansız solmak ansızın bir gidiş mi payımıza terk edilen… Hani bulmak ve yaratmak için beraber gezecektik bu dağları? Sen gidersen beklemek durur mu adımlarıma? Her gidiş kanayan bir yazgı, bir yürek, bir ömür… Gitmek akarsuların yazgısı olsa da gitmelerin adına son noktayı diyemesek de, her gidiş hatıralarda ilk ve sonlarla kanatır gerilla yüreğini. Sonlar acıtır insanı. 1 Eylül gecesiydi ellerimiz buluştu gecede. Bilmiyorum bir randevudan öte seni ve yoldaşları görmenin sevinci bu kadar kısa mı sürecekti? Arkadaşlar anlattı:
Gabarın Çiyaye Bızına alanında 3 Eylül sabahı düşmanla çıkan çatışmada Felat arkadaş yaralanır. Onu çatışma yerinden çıkarıp tedavi etmek için Didar arkadaş tekrar döner. Hemşirelik okulunu okuyan Didar arkadaşın tüm müdahalelerine rağmen Felat yoldaş aşırı kan kaybından dolayı şehit düşer. Çatışma tüm sıcaklığı ile devam etmektedir. Arkadaşlar düşman çemberini yarıp çıkarken Didar yoldaş bedenine isabet eden soğuk bir mermi ile şehadet mertebesine erişir.
Öyle anlattı arkadaşlar oysaki hiçbir söz kahramanları anlatamaz ki… Bu sözlerini hiç unutmayacağım doktor yoldaşım. “Deniz yoldaş yaralıydı tüm çabalarıma rağmen onu kurtaramadım. İşte o an Deniz Laşer’in yerinde ben olmak isterdim” demiştin. Yoldaşlığa bağlılık senin bu sözlerinin içtenliğinde gizliydi. Yoldaşlığa bağlılık senin gerçekliğinde ne kadar da sade göze çarpıyor. Ölümüne bir adama, bedeli kızıl kan Yörük kızının canı… Felat yoldaşın yaralarını sarmak için koşarken; seni yüreğimize ektik. Yürek çarptıkça bir çift yeşil bakışı taşıyacak.
Gabar sensizdi. Yokluğun ne kadar da göze çarpıyordu. Ne de olsa savaşın Gabar’dan kopardığı yüreklerin yeri, her zaman dipsiz bir duygu bırakmıştı geriye. Sen gitmiştin söylediğin şarkılar, yaptığın espriler kalıyordu. Duygular dile gelmiyor ki Kürdistan dağlarının yaban çiçeği… Sadece susuyorum, suskunluğum binlerce yılın çığlığını taşıyorken…
Evet, Didar yoldaş, ardınızdan söylenecek sözün sonu yok ki tıpkı arayışlarının sonsuzluğu gibi… Kadın özgürlük mücadelesinin soylu neferiydin. Kürt kadınıyla el ele vererek Kürt’ün özgürlük halayına tutulup, kadın özgürleşme mücadelesine adadın kendini. Zaten her zaman “öz ve yaşam arayışı” derdin. Bu yazıya sana atfen yazdığım bir şiir ile sonlanırken, ardılınız olarak mücadele sözümüzü yeniliyor anınız önünde saygıyla eğiliyoruz.
YEŞİL BİR HÜZÜN
( gitme sonbahar oluyorum.)
Anın kafesinde sıkışmış adımlarım
Çıkmazın açmazlığında sesim
Gidişin coğrafyamın kanaması
Bir gün batının alacasının
İvmesinde gözlerimin gölgelerin
buğusuna kayması
Küle dönercesine erirken
Gidişin suskunluğum olur
Yürek tedirgin, tenimin gözeneklerinde hasret
Titriyorum uzağında…
Akrep ile yelkovanın tınısında
Çelişik bir zaman
Yüreğe ayrılık düşer
Firari künyen kapılır sulara
Kıyısında ağlamak kalır payıma…
Bir sızının kuşatmasında donuk bakışlara
Düşen yitik bir suret
Hani bir tebessüme ser verilir ya
Apansız bir darbenin yarasında kalmak
Sınırsız ufuklar acıtıyor
sende takılı gözlerimi
Gidişin; yeşil bir hüzün
Fırtınada savrulan incecik bir dal
Köküne tutamayanların öyküsünü
Topraksız ceset gibi durur orta yerde
Çürür kemiklerim her tan atışıyla
Bitimsiz bir yol var iken
Gidişini; yollarda kırılan dizlerim
Yerlere saçılan düşlerim
Gerçeğinde acıyla yakılan
Gidişin, eylül yaprak dökümü
Hazan mevsimi
Yağmur zamanı
Bulutlar geçidi.
Habersiz gitmenin zamanı mıydı?
Akdeniz ikliminin en güzel deminde
Bu zamansız çığlıkta neyin nesi
Her çığlık sarılmaz bir yara
Daha bir Yörük halayına tutulacaktık
Yörük kızından şarkılar düşecekti
yüreğimize
Ve Akdeniz akşamlarının
hayallerine uzayacak
Toroslarda isyan kesilecektik
Yaban bir aşka çarpmıştı yüreğim
Kekik kokulu dağların
sınırsız arayışçısıydın
Üşüyen bedenin kaçaklığında
Kaç hatırayla kanadın
Kaç düş biriktirdi çocuksu bakışların
Ağlamaya hazır gözlerinle
kaç şafağı bekledin
Günlerin suretinden yol alıp gidişin
Anılarımıza damlayan acıların
Bilinmezliğinde ıssız bir yalnızlık
Yollar seni bizden koparırken
Gidişin, yakamın sensizliğe tutulması
Yani özlemek bu dağlarda
Yanaklarımdan süzülen anılar demekti
Her ayrılık ömür kemirir
Her gidiş yeşil bir hüzün
İncecik yeşil bir dalın kırılması