HABER MERKEZİ –
Her şey buzun üzerinde yazmak, rüzgarlı havaya konuşmak gibi değildi
AKP, iktidarını güçlendirmeye çalışıyordu; AKP ile Fethullahçı cemaat arasında bir ittifak vardı. Onlar her bakımdan devleti ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bir de sonradan açığa çıktı ki; ciddi bir rekabet ile kendi aralarında ortaya çıkabilecek bir çatışma için hazırlık varmış. Bunlardan dolayı, bizim açımızdan Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin gereklerinin çok gerisinde olan eylemlilik düzeyi bile AKP-Fethullahçı yönetimini sarsmak için yeterli oldu. Daha sonra 13 Ağustos 2010’da, 12 Eylül’de yapmak istedikleri referandum için İmralı’ya gidip Önderlikten yeniden ateşkes çağrısı yapması talebinde bulundular. Referandumdan sonra da 16 Eylül’de, aslında 2011’deki seçimi kurtarmak üzere, daha sonra büyük çoğunlukla oyun olduğu açığa çıkan İmralı görüşme ve tartışma sürecini başlattılar. Mutabakat düzeyinde bir planlama İmralı’da Önder Apo ile yapılan görüşmelerde ortaya çıktı. Bu temelde 12 Haziran 2011 seçiminin ön süreci tanımlanmış oldu. Ciddi görüşmeler de yapıldı. O süreçte heyette yer alanlar hapiste. Vatana ihanet etmiş olmakla suçlanıyor, linç edilmeye çalışılıyorlar.
Zaten bir hukuk yoktur. Siyasetin egemenliği altında iktidar ne isterse o yapılıyor. Bu anlamda cezalandırılıp, sözde mahkemeler ile ceza verilip hapse konmuş bulunuyorlar. Olup bitenler hep Tayyip Erdoğan yönetiminin bilgisi ve izni dahilinde oldu. Elbette İmralı’dan sözlü-yazılı bilgiler geldi ve İmralı’ya sözlü-yazılı bilgiler gitti. Çok fazla kayıtlara geçirmemeye çalışsalar da böyle bir süreç yaşandı. Her şey buzun üzerinde yazmak, rüzgarlı havaya konuşmak gibi değildi. Şimdi Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, iktidarı elinde toplamış olduğu için başkalarını bu durumdan dolayı suçlayabiliyor. Eğer yaptıkları suç ise; bir gün başkaları da bu suçu en çok işleyenlerin kendileri olduğunu açığa çıkarır. İş o düzeyde seyretti, o kadar basit bir durum da değildi. Görüşmeler oldu, buna karşı görüşmelere şans tanımak için biz de seçimlere kadar ateşkes ilanında bulunduk. Bize bizzat Önder Apo’nun el yazılarıyla çözüm önerileri geldi, görüşümüz ve onayımız istendi. Özgürlük Hareketimizin çok değişik yönetim kademeleri bunlar üzerinde bir araya geldi, tartışmalar yürüttü, kararlar aldı. Biz de dışarıdan yürütülen görüşmelere dahil olduk. Tartışma yürüttük, bazı hususları reddettik, bazılarını onayladık. Nihayetinde 12 Haziran 2011 seçimi öncesi, Nisan ayı sürecinde ortaya çıkartılan çözüm projelerine Hareket olarak olumlu cevap verdik. İmralı’da görüşülüp tartışılarak kararlaştırılanları uygulama kararına ulaştığımızı sözlü olarak ilettik. Aynı şeyi AKP hükümeti de yapacaktı. O dönem Tayyip Erdoğan başbakandı, hükümetin de onaylaması temelinde bir çözüm projesi uygulamaya konacaktı. AKP o zaman da hile yaptı, oyun yaptı. ‘İnceliyoruz, bakıyoruz, araştırıyoruz, zamanımız yok’ diyerek süreci uzatıp seçime yaklaştırdılar. Ardından, “Ancak seçimlerden sonra cevap verebiliriz” dediler. Aslında görüşmelerde ortaya çıkartılan sonuçlara dair görüş belirtmediler, muğlak bıraktılar. Seçimde ortaya çıkacak siyasi sonuca göre karar vermeye bıraktılar. 12 Haziran 2011 seçiminde de AKP seçimi kazanınca, tek başına iktidar olma gücünü elde edince, dahası bir de çevredeki yağdanlıklar tarafından Tayyip Erdoğan ve arkadaşları haddinden fazla pohpohlanınca artık İmralı görüşmeleri, oradan çıkan sonuçlar bir tarafa itildi. Özgürlük Hareketimizi imha ve tasfiye etme konsepti yeniden uygulamaya konuldu. AKP hükümeti seçim sonrasında elde ettiği sonuçlara dayanarak saldırıyla PKK’yi yok edebileceğini, Kürt özgürlük arayışını imha ve tasfiye edebileceğini sandı, bunu mümkün gördü. Değerlendirmesini bu temelde yaptı, buna göre karar vererek yeni bir saldırı süreci başlattı. Kürt Soykırımı’nı gerçekleştirmek için zeminin uygun hale geldiğini değerlendirdi.
Süreç özel savaş merkezitarafından sabote edildi
Bütün bunları biz de öngörüyorduk. Aslında her şeyi değerlendirerek buna göre işleri yürütmeye çalıştık. Hareket olarak bu tür saldırı planlarını, oyunlarını bozmak için şimdiki gibi demokratik siyasi mücadeleye dayalı, demokratik özerklik çözümünü halkın inisiyatifi ile geliştirmeyi öngören demokratik eylemlilikleri geliştirmeye çalıştık. Bunun için demokratik siyaset alanına daha fazla rol biçtik, inisiyatif tanıdık, deyim yerindeyse görev ve sorumluluk verdik. Bu çerçevede kurulmuş demokratik siyaset alanı, çeşitli kurum ve kuruluşlar da bu temelde rol oynamaya yöneldiler. 14 Temmuz 2011’de, bugün açlık grevi ile sürece öncülük eden Leyla Güven’in eşbaşkanlığını yaptığı DTK, o zaman Demokratik Özerklik ilanında bulundu. Halkı, “Demokratik özyönetimlerini inşa etmeye ve kendi kendini yönetmeye” çağırdı. O sürece de şimdiki gibi özel bir savaş numarası dayatıldı. Farqîn’de sözde çatışma çıkartıldı; DTK’nin demokratik özyönetim ilanının Farqîn’deki çatışmayı yaptırdığı yalanını özel savaş medyası ortaya attı. Psikolojik savaş kurumları yaygınca propaganda ettiler. TC-İran ittifakı temelinde İran aynı gün Hareketimizin önemli bir üslenme alanı olan Qendîl sahasına dönük saldırı başlattı. Böylece bir özel savaş saldırısı ile, o dönem geliştirilmek istenen ve demokratik siyasi çözümü gerçekleştirmeyi öngören hamle sabote edildi, boşa çıkartıldı.
O zaman özel savaş taktiğini boşa çıkaramadık. Bu tür durumlarla karşılaşacağımızı çok fazla hesaba katamadık. Olaylar gerçekleşince onları anlama ve hızla müdahale etme esnekliği ve inisiyatifini gösteremedik. Özel savaş merkezi tarafından süreç sabote edildi. Dahası bütün bunlar yoğun bir askeri saldırı ve şiddetin vesilesi yapıldı. 2011-2012’deki faşist soykırımcı saldırılar ve bunlara karşı direniş bu temelde ortaya çıktı. Önce İran saldırıları durduruldu, o komplo bedel ödense de boşa çıkartılır gibi oldu. Sonrasında Bakur’da 2012 savaşı gibi sert bir savaş süreci yaşandı. Bu sürecin içinde yine zindanlarda topyekun ölüm orucu eylemliliği de gündeme geldi. Bu süreçte, Paris’de Partimizin kurucularından Sara Yoldaşımızın da içinde olduğu üç devrimci kadın yoldaşın MİT planlaması ile katledilmesi gibi vahşi saldırganlıklar da ortaya çıktı. Çok sert bir savaş yaşandı. Fakat yeniden 2013 süreci ve seçimler gündeme gelince -ki, AKP henüz tam iktidar değildi, Fethullahçılarla ittifak halindeydi, devlete tam hakim değildi, zayıf konumdaydı. Onun için yeniden ateşkes arayışlarında bulundu. 2011 başında cevap vermeyip görüşmeleri boşa çıkartan AKP, 2013 başında sözde yeniden görüşme sürecini başlattı. Devrimci Halk Savaşı Stratejisi döneminde sert bir mücadele süreci yaşanmıştı. Devlet ve iktidar, gelişen gerilla direnişi temelinde darbelenmiş, zorluklar içine sokulmuş, PKK’yi imha ve tasfiye planı boşa çıkartılmıştı. Bu temelde, gerçekten de zihniyet ve siyasette bir değişiklik olabilir mi diye Önder Apo yeniden bir şans vererek görüşmeleri kabul etti. Görüşmelerin mutabakata dayanmasını ve müzakere sürecine ulaşmasını istedi, dayattı. Bu temelde tekrar görüşmeler oldu, çözüm projeleri hazırlandı, bunlar yazılı hale getirildi, ilgili yönetimlerin onayına sunuldu, biz bir daha yönetim olarak ortaya çıkartılan sonuçlara ‘evet’ dedik. 2013 baharında da, 2015 Şubatı’nda da Dolmabahçe mutabakatında ortaya çıkan bazı şeylere çok fazla razı olmasak da yine de demokratik siyasi sürecin işlemesi için, ‘evet’ dedik.
Bu süreçler öyle kendiliğinden olmadı, düz bir çizgide geçmedi, ciddi tartışmalı süreçler oldu. Bize 2011-2012 gibi sert bir savaş ortamından çıkma, kendimizi yeniden hazırlama, toparlama, demokratik siyaset alanını geliştirip güçlendirme, ciddi örgütsel hazırlıklar yapma imkanı ve fırsatı verilmişti. Önder Apo değerlendirdi; “Altın gibi imkan yarattım, fırsat oluşturdum, kendilerini eğitsin, hazırlasınlar” diye. Doğruydu, gerçekten de süreç ciddi biçimde imkanlar ve fırsatlar sundu. Öyle ki, AKP’nin hileli yaklaştığı kısa sürede ortaya çıkmıştı. Daha Temmuz ayında biz de sürecin yürümediğini, dolayısıyla geri çekilme sürecini durdurmamız gerektiğini değerlendirip buna göre, gelişebilecek yeni mücadele yöntemlerine, sert mücadele ortamlarına karşı hazırlıklı olmamız gerektiğini kararlaştırmıştık. Bunları gördük, tartıştık, değerlendirdik, belli bir kararlaşmaya da gittik. Ancak yeterince anlama ve pratik gereklerini yerine getirmede zayıf kaldığımız bir gerçektir. Neden? Çünkü; teorik olarak Önder Apo’nun ortaya koyduğu çözümlerin gerçekleşmesi mantıklı bir yöntemdi, akıllı bir tutumdu, herkesin yararınaydı. Böyle bir çözüm olsun istiyorduk. İsteğimiz ve niyetlerimiz somut durumun önüne geçti. Her zaman istek ve niyet bizde ağır bastı, öncelikli oldu, gerçeklikten ve onun gereklerinden uzak kaldık. Her ne kadar siyasi bakışımız, analitik aklımız çatışma sürecinin gelişebileceği, büyük mücadeleler olabileceği yönünde değerlendirmelere götürse de duyularımız, isteklerimiz, niyetlerimiz bizi, “Mantıklı çözüm yolları var, Önder Apo bunları çok makul bir biçimde ortaya koymuş, herkesin de yararına olan bu, dolayısıyla herkes de böyle hareket eder, etmeli; doğrusu, gerekli olan budur” diye değerlendirmeye götürdü.
‘Savaş ve sert mücadele yerine, demokratik siyasi yöntemlerle çözümler olsa ne iyidir’
Eğer düşündüklerimizi, tartışıp karar haline getirdiklerimizi pratikleştiremediysek, pratikte hep süreçlerin gerisinde kaldıysak, Önderliğin görüş ve değerlendirmelerini yerinde, zamanında, etkili bir biçimde örgüt ve eyleme dönüştüremediysek bundandır. Öyle, anlamamaktan kaynaklanmadı, yanlış değerlendirmemek lazım. Bizde bu yanlış değerlendirmeler çok fazla var, ondan dolayı bir türlü kendimizi çözüm gücü haline getiremiyoruz. Ama güncel gelişmeler temelinde dönüp yakın geçmişi değerlendirdiğimizde doğru ders çıkartmayı bilmeliyiz. Gerçekleri somut bir şekilde ortaya koymalıyız. Yani bilme, anlama sorunu yok. İstek ve niyetlerin daha fazla önde olma durumu var. Gerçekler böyle ama, arada bir, “Öyle olmasa da şöyle olsa; savaş ve şiddet, sert mücadele yerine, demokratik siyasi yöntemlerle kolayca, rahatça çözümler olsa ne iyidir’’ duygusunun, niyetinin bizde çok daha güçlü olması, kendi gerçekliğimizin yönlendirmesinden kaynaklıdır. O bakımdan Hareket olarak da, onun içerisinde yer alan bireyler olarak da niyeti, isteği farklı, düşüncesi farklı, pratiği daha farklı bir tutum ortaya çıkarttık. Her ne kadar süreci, güçlü imkan ve fırsat sunan, her türlü mücadele için hazırlık yapmamız gereken bir dönem olarak değerlendirsek de, gerçekten böyle imkan ve fırsat olsa da, şimdi çeşitli düşman çevreler PKK’nin o dönemde çok güçlü savaş hazırlığı yaptığını söyleseler de durum öyle değildi.
Kuşkusuz eğitim, örgütlenme çalışmalarımız vardı. Fakat bunlar normal seyrinde izledi. Olabileceklere göre bir hazırlık değildi. Nitekim 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra bu gerçeklik açığa çıktı. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı güçlü siyasi kazanımları etkili bir biçimde siyasi pratiğe dönüştüremedik, o konuda oldukça dar, yetersiz, hatta pratikte ters bir politik tutum uygulama da egemen oldu. Kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, pratikte yaşanan gerçeklik bu oldu. Hem de daha sonraki süreç gösterdi ki Önder Apo’nun uyarılarına göre çok fazla hazırlanmamışız, çok yönlü ve sert mücadele ortamlarının gereklerine göre kendimizi hazır kılmamışız. Dikkat edilirse, o süreçte Önder Apo her türlü uyarıyı yaptı. Yaptıklarının hepsi bu geçen üç buçuk yıllık süreç içerisinde bir bir doğrulandı, yaşandı. Kendisi ile görüşmeye giden HDP heyetine de uyarıları vardı; “Ben kendimden değil sizden endişeleniyorum” diyordu. “Yarın ya sokaklarda vurulacaksınız ya benden daha ağır cezalar alıp hapislere gireceksiniz. Buraya gelip benimle görüştüğünüz için sizi sorumlu tutacaklar. Başarmazsanız, bu işleri doğru anlayıp doğru bir biçimde yürütmezseniz sonuçlarının herkes açısından çok zorlayıcı olacağını bilmeniz gerekir” diye uyardı. Fakat o zaman toz pembe siyasi ortam içerisinde bu uyarılar deyim yerindeyse bir kulaktan girip ötekinden çıkıp gitti. Sorunun ağırlığı, işin ciddiyeti, çalışmaların önemi, başarının zorunluluğu yeterince görülemedi. Bütün bunları bugünkü durumu doğru anlamak için belirttik.
Duran Kalkan