HABER MERKEZİ –
“Önderlik, “Hiçbir olay bu hayvanlara yaklaşım kadar beni derinden sarsmadı, beni gerçekliğe yöneltmedi” dedi. Burası çok önemlidir, çünkü burada canlı doğa algısı ve bütünlük algısı var. İnsan burada şunu görüyor; evren ve bütün varlıklar birdir, hakikat birdir, hepimiz farklılıklar olarak onun içindeyiz ondan ayrı değiliz. Hepimiz evrensel gerçekliğin içindeyiz ve her birimiz de evrensel gerçekliği anlatıyoruz. Bu tarzdaki bir insan algısı başlangıçta kendiliğinden vardı. İnsan yaşamı, yaşamın özü bir bakıma özgürlüktür.”
Önderlik, hareketimizin tarihini üç temel döneme ayırıyor. Aslında kendi gerçekliği somutunda hareketi değerlendiriyor. Birinci Doğuş Dönemi; bunu doğal doğuş olarak da adlandırdı, yani anadan doğuş ile başlar. PKK tarzındaki oluşumun başlangıcına kadar gider. İkinci dönem; PKK ile başlar 1999’a kadar yani Uluslararası Komplo’ya kadarki süreç İkinci Doğuş Dönemi olarak adlandırılıyor. Üçüncü Doğuş Dönemi; İmralı süreci ve sonrasındaki doğuş dönemidir.
PKK hareketini ele aldığımız zaman ikinci dönemi ele almış oluyoruz. Ama bunu oluşturan ve buna zemin teşkil eden bir başlangıç var. Önder Apo’nun kendisini ve çevresini tanımasıyla başlayan, sosyalizmle tanışmasına kadar olan süreç Apocu hareketin doğuşu açısından bir alt yapı oluşturma süreci olarak adlandırılabilir. Bu, başlangıcından kopuk değildir. Belki de biz Önder Apo’yu temel özellikleriyle en iyi bu dönemle tanımlayabiliriz.
Şunu çok iyi anlamak gerekir ki -Önder Apo Bir Halkı Savunmak kitabında da ortaya koymaktadır- “Kişi yedisinde neyse yetmişinde de o dur” der. Dolayısıyla yedi yaşındaki Abdullah Öcalan’ı anlayamazsanız, en azından o çocuğun duruşunu, kişilik olarak şekillenmesini, tutumlarını, davranışlarını, eğilimlerini, yönelimlerini anlamadan Önderlik gerçeğini de çok fazla anlayamazsınız. Bu açıdan Önderliğin çocukluk dönemini çok iyi anlamak gerekiyor. Aslında kendimizi tanımak istiyorsak çocukluğumuza dek uzanmamız gerekir. Bütün çocuklar bir yönüyle temel özellikleriyle birbirlerine benzerler, ortak özelliklerde buluşurlar. Fakat şekillenmeleri farklı olabilir, aslında ezici çoğunluğun şekillenmeleri birbirine benzer ama aykırı bir kişilik tarzında şekillenmeler de ortaya çıkabilir ya da bilinçli bir biçimde aykırı olmak isteyen insanlar çıkabilir. Önder Apo mümkün olduğu ölçüde mevcut gerçekliğe aykırı olmak isteyen bir kişiliktir. Önderliğin çocukluğuna dönmek, hareketin temellerini ve mayalanmasını o süreçlere dayandırmak gerçekten çok anlamlıdır. Böylelikle Apocu gerçekliği çok daha iyi anlayabiliriz.
Her toplumsal varlık ve gerçeklik gibi insan da inşa edilmiş bir gerçekliktir
Bir olguyu, bir gerçekliği anlamaya çalışırken her zaman için dönüp geriye bakmak gereklidir. ‘Ne oldu, neler yaşandı, kimler nasıl davrandı, kimler nasıl mücadele etti, nasıl bir duruş sergiledi, içinde bulunulan noktaya nasıl gelindi?’ sorularına cevap vermek için mutlak suretle geriye dönüp bakmak gereklidir. Önder Apo da sürekli geriye dönüp baktı, böylelikle kendisini anlamak ve tanımak istedi. Bundan daha bilimsel bir yaklaşım olamaz. Önder Apo, “Ben bir mucize değilim, ben bilimsel bir gerçekliğin ifadesiyim” dedi. Birçoğumuzun yaklaşımında Önder Apo’yu mucize gibi algılama tutumu vardır. Allah vermiştir gibi bir anlayışımız vardır. Sanki Önderlik her şeyi almış da geri kalanlara fazla bir şey bırakmamış biçiminde bir duruş var. Öyle değildir. Herkeste bir zihin ve düşünme organı olarak beyin var, herkeste bir yürek var, herkeste bir analitik ve duygusal zekâ potansiyeli var ama herkes aynı ölçüde işletemez. Zaten önemli olan onu işletebilme gücü ve kapasitedir.
Bu boyutuyla baktığınız zaman birçok insanda kendi potansiyelini işletememe gerçeği var ya da daha doğru bir deyişle şöyle de söylenebilir: İnsan inşa edilmiş bir gerçekliktir ya da insan toplumsal bir varlıktır. Her toplumsal varlık ve gerçeklik gibi insan da inşa edilmiş bir gerçekliktir. Bunun anlamı şudur: İnsan, bir toplumsal gerçekliğin ürünüdür. Tanrı yaratımından çok toplumsallığın yaratımıdır. Zaten tanrıyı toplumsal kimlik olarak tanımlıyoruz, tanrı toplumun kimliğidir, buna ‘Rab, Allah, Yahova’ ne denirse densin sonuçta tanrı toplumsal bir kimliktir. Toplum, tanrıyla kendine bir kimlik biçmekte ve tanrıyı yücelterek aslında kendini yüceltmektedir. Bu nedenle bir yaratıcılıktan söz edilecekse buradaki yaratıcılığı topluma atfetmek daha doğrudur. Yani toplum, inşa etmek ve bir yönüyle de yaratmak demekti. Dolayısıyla toplum insanı yaratır, hatta tersi de doğrudur, insan da toplumu yaratır, toplumsal gerçeklikler de insanın eseridir. Birey de toplumun inşasında çok önemli bir rol oynar. Kendilerini inşa eden bireyler aynı ölçüde bu inşayı toplumsal gerçekliğe yansıtırlar, toplumu yeniden inşa ederler. İkisi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Dikkat edelim Önder Apo savunmaya başlarken “Toplumsal Gerçeklik ve Birey” diye başladı. Elbette önceliği toplumsal gerçekliğe verdi, ama bireyi de toplumsal gerçeklikten koparmadı. Toplumsal gerçekliğin dışında bir birey olmaz, birey her zaman için toplumsal gerçekliğin içindedir, ikisi bir bütünlük oluşturur ama ikisi aynı zamanda birbirlerini yok eden değil karşılıklı etkileşimlerle birbirini güçlendiren olgulardır. Birey ne denli güçlüyse o denli toplumu güçlendirir. Tersi de doğrudur. Bir toplum ne denli güçlüyse o denli özgür ve güçlü bireyler yetiştirir. Bu açıdan bakıldığında, bireyin kişilik olarak belli bir toplumsal zeminde şekillendiği görülür.
Ayrıca biz toplumu ve insanı anlamaya çalıştığımızda şunu görüyoruz: Hakikatini yitiren bir insan var, hakikatten uzaklaştırılan onu kaybeden bir insanlık gerçeği var. Uygarlık, hakikatin yitimi demektir. Önderliğin bütün savunmalarda esas itibariyle üzerinde durduğu olgu budur. Uygarlık hakikat yitimine denk düşüyor, hakikat uygarlık ile birlikte yitiriliyor. Daha gerilere başlangıca doğru da götürülebilir. Ataerkilliğin oluşumu aslında toplumda belli bir yarılmanın da başladığı bir süreçtir. Toplumsal yarılma ya da toplumsal bütünlüğün parçalanması, aynı zamanda hakikat yitimine denk düşüyor. Bu çerçevede bakıldığında ilk olarak kadının ana erk konumundan uzaklaşması hakikat yitiminin başlangıcıdır. Hiyerarşinin olumsuzlaşmaya başladığı dönem tamda hakikat yitiminin kendisi oluyor. Hakikat yitiminin ilk başlangıcı kadının sosyolojik olarak toplumsal gerçeklikte ikinci plana düşmesi yani erkeğin öne geçmesi, erkek egemen zihniyetin oluşum süreci yeni bir şekillenmeyi ifade ediyor. Ona göre insan yeniden şekilleniyor ve zaten sonrasında uygarlığın temellerini de esas itibariyle ortaya çıkaran bu oluyor.
Her canlı sonsuzlaşmak, ebedi olmak ister, bu yüzden de yaşama kök salmak ister
Eğer insan düşünen bir varlıksa -düşünmek aynı zamanda yaşamaya denk düşüyor- düşünmeyenin yaşadığını nasıl kanıtlayacaksın? Yani ‘zihni olmayan’ cansız madde anlayışının çürümesi anlamına geliyor. Birincisi, varlık aslında canlı olmak anlamına geliyor. İkincisi ise var olmak aynı zamanda zihin sahibi olmaktır ki, zihin canlılığın özüdür. Her canlının bir zihni var, insanda bu zihin daha belirgindir. Bütün canlılarda ortak bir zihin var, buna ‘duygusal akıl’ deniliyor. Fakat analitik akıl insanın ayırt edici özelliği oluyor, insan ikisinin birlikteliğini ifade ediyor. Ama uygarlık bu iki zihniyeti çarpıtıyor. Kişilik şekillenmesi de böyle oluyor, kişiliği şekillendiren esas itibariyle zihniyettir. Zihniyet çarpıtılınca kişilikte çarpıtılıyor. Yeni bir sistem, yeni bir toplum ve yeni bir kişilik oluşturmak istiyorsanız öncelikle onun zihniyetini yaratacaksınız. Sistemi, kişiliği, oluşumu sürekli kılan onun zihniyetidir. Oluşumu, gerçekliği asıl kalıcı kılan onun zihniyetidir, zor ve şiddet değildir. Tabii şiddet de önemli ölçüde rol oynuyor ama şiddet kendi başına etkili olmuyor. Bu yönüyle zihniyet üzerinde durmak gerekiyor. Önderlik boşuna zihniyet devriminden söz etmiyor.
Toplumsal tarihin başlangıcında insan farklıdır. Hakikat yitirilmişse demek ki, hakikat vardı. İnsan aslında milyonlarca yıl kendi hakikatini yaşadı, elbette bir hakikat arayışı oldu, ama hakikatten bir uzaklaşma olmadı. İnsanın her dönem yeniyi, iyiyi, doğruyu, güzeli arayışı her zaman için vardı, canlılık da zaten bu demekti. Özellikle insanda canlılığın bir özelliği hep kendisini yenileme istemidir. Cansız bir varlık kendisini yenileyemez. İnsandaki yenilenme istemi diğer canlılara oranla çok daha güçlüdür. Mesela, “Gençlikte yeniye açıklık müthiştir” deriz, gençliğin diğer kesimlerden farkı yeniye müthiş açık olmasıdır. Yeniye açık olmak aynı zaman da yeniyi aramak ve ona ulaşmak anlamına gelir ki, bu özellik onu oraya götürür, fedailik ruhu bile buradan gelir. Gençliğin maceracı karakteri bile buradan ileri gelir.
Bir de canlılığa bakıldığında şu görülebiliyor: Canlı olmak güç olmak demektir. Daha ötesine bakıldığında canlı olmak evrensel sonsuzluğa katılma istemini dile getirmek demektir. Yani her canlı sonsuzlaşmak, ebedi olmak ister, bu yüzden de yaşama kök salmak ister. Bu insanda daha belirgin ve zirvededir. İnsan tüm varlıkların üstünde bir varlıktır. Bazıları, “Niye varlıkta hiyerarşi kuruyorsunuz” diyor, böyle bir bakış açısı yanlıştır, çünkü insan bir üst evrendir. İnsanı yeni bir âlem, evren olarak tanımlamak gerekir, insan bunu hak ediyor. İnsan tüm canlılar aleminin toplamı, mirasçısı, amacıdır. Tüm bitkisel ve hayvansal gerçeklikleri insanda bulabilirsiniz, insan hepsinin özetidir, toplamıdır daha doğrusu insan hepsini içinde taşır ama bütün hayvanları ve bitkileri toplasanız bir insan etmez. Bu insanın değerinin her şeyin üstünde olduğu anlamına gelmiyor, yani insan farklı bir evren, bir üst evrendir. İnsanlığın gelişimine baktığınız zaman kat ettiği mesafeler var, temel özellikleri genel eğilimden kopmuyor.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Bu değişmeyen temel özelliği oluyor. İnsanlaşmada toplumsal karakter değişir mi? Değişmez. Nitelikleşir, gelişir, güçlenir, özü sağlamlaşır ama değişmez. Değişimi ne ile izah ediyorsunuz? Ortada bir değişmeyen var ki değişimi ona göre izah ediyorsunuz. Toplumsallık özü itibariyle değişir mi? Öz her zaman aynı kalır, özün aynı kalabilmesi için biçimin sürekli bir biçimde değişmesi gerekir. Anlam gelişir ve yetkinleşir ama anlamın içinde var olduğu yapı sürekli bir biçimde değişir, değişen çoğunlukla yapıdır. Anlam gelişir, dönüşür ama değişen daha çok yapılardır, değişim orada olur. İnsan bu yönüyle gerçekten harika bir varlıktır.
Bir örnek verelim: İnsanın bir zihniyeti var, insanın evreni bir anne olarak algılaması durumu, bunun insanda kendiliğinden bir bilinç gibi sürekli var olması gerçeğidir. Yine doğayı bir ana gibi algılaması, kendisini ananın kucağında bir evlat gibi görmesi, bu yüzden doğa ile uyumlu yaşaması bu algıyı ve bunun yarattığı sonuçları bizler gerçekten yeterince tahayyül edebiliyor muyuz? Bugün istediğin kadar canlıcılığı anlatsan da ölü doğa anlayışı daha egemendir. Bunu sadece şu bitkiye şu hayvana karşı yaklaşımla ele almamak gerekir. Hakikatten kopuşun yarattığı tahrip edici sonuçlar çok fazladır.”
Ali Haydar Kaytan