HABER MERKEZİ –
“Eğer bana ve şahsımda Kürt halkına ve dostlarıma karşı oynanan komplo ve ihaneti büyük bir onur savaşına dönüştüremezsek, lanetli tarih bir kez daha hükmünü icra etmiş olacaktır. Halbuki yalnız bu olaya ilişkin yüzü aşkın can yoldaşı genç kız ve erkek kendisini cayır cayır yaktı, kurşunlara hedef oldu, tutuklandı. Sırf onların anısına da olsa, olaya kapsamlı yaklaşma gereği tartışmasızdır. Daha da ötesi, lanetli tarihin tekerrürünü önlemek özgürlük devriminin başta gelen görevidir. Tarihsel kırılmayı lanetli kölelikten özgürlük yönüne doğru çevirmek bu görevin başarısı olacaktır.”
Özelde Atina’da, genelde Avrupa’da şahsıma yönelik komplovari yaklaşımların sıradan bir kişiye karşı tesadüfen gerçekleştirilmediği veya savcının çok ustaca ve en ince ayrıntılarına kadar anlatmak istediği gibi olmadığı kesindir. Çok açık olmasına rağmen, yine de bu yaklaşımları doğru ele alıp yorumlamak tarihi olduğu kadar çarpıcı gelişmeleri de doğuracak anlama sahiptir. Bunlar şahsımla sınırlı olsaydı, bu kapsamda bir savunmayı gerekli görmezdim. Kişiliğimde bir halk ve dostları ‘vurdumduymazlığa’ getirilerek muazzam bir emeğin ürünü olan özgürlük çabaları, çıkarlar uğruna en alçakça biçimde peşkeş çekilmek istenmiştir. Şüphesiz komplo ve ihanette suçu sadece Atina oligarşisine yüklemek doğru değildir. Komplonun çok tarafı vardır. Hepsini sınırlı da olsa özlüce ifade etmek büyük öneme sahiptir. ABD’nin hesaplarından AB’nin hesaplarına, Arap ülkelerinden bazılarının tutumundan İsrail ve Rusya’nın çıkarlarına kadar devlet düzeyinde çok sayıda siyasi gücün komploda rol oynadığını belirtmek gerekir.
‘Neden komplo?’ sorusuna verilecek yanıt, şüphesiz Kürt olgusundaki zayıflıklar ve sorunsalın ucuz hesaplara kurban edilebilecek özelliklere sahip olmasıdır. Tarih boyunca hakim işbirlikçi tabakalar da dahil, üzerinde hüküm süren güçler, bu alanı halk ve ülke olarak fazla bedel ödemeden diledikleri gibi kullanabilmişlerdir. Hesap sorabilecek bir aydın siyasi güce yeterince sahip olamamıştır. Eğer onurlarını koruyarak sonuç almak istemişlerse bir şeyler yapmaya kalkanların başına felaketler yağdırılmış, sonradan hesabını soranı da pek olmamıştır. Yakıştırılan, ‘Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete’ deyişi adeta bir kural olmuştur.
Çok acı da olsa söylemek durumundayım ki, bir kerhane işletmesindeki patron, bekçi ve kullanılan kullar ilişkisinde bir ticaret ve yaşam mantığı vardır. Herkes az çok ne yaptığını bilir. Bunlar kader felsefesine derinden boyun eğip gereken neyse yaparak düzeni öylece sürdürüp giderler. Kürdistan ve içindeki Kürt toplumsal olgusu o hale getirilmiştir ki, kırk haramilerin soygun düzeninden bile daha geri insanlık dışı uygulamalara sahne olmuştur. Ne doğru dürüst hesap alanı ne de soranı vardır. En üstteki işbirlikçisinden en diptekine kadar kendine karşı katmerli bir ihaneti ve yabancılaşmayı yaşayan sözde Kürt bireyi, kendi öz varlığına karşı ya kara cahil ya ukala-lafazan ya da çok bilinçli hain durumundadır. Bir tavuk ve köpek için adam vurur. Ama tarihin artık kanıtlanmış ilk büyük insanlık devrimi olan ‘Neolitik Devrimi’ gerçekleştiren kültürün toplumsal dokusunun ayakta kalan en eski halkı olduğu halde, en azından biçimlenen on beş bin yıllık bu kültürel varlığa sahip çıkmaya, bunun için bir damla ter dökmeye yanaşmaz. Ucubelik, ironi buradadır. Tüm lanetlilik, zorbalık, yalan ve gerilik bu gerçeklikte gizlidir.
Lanetli tarihin tekerrürünü önlemek özgürlük devriminin başta gelen görevidir
Benim çıkışımın en genel anlamıyla bir özgürlük hareketi olma imkanlarını ortaya çıkarması bu tabloyu baştan aşağıya sarstı. İşbirlikçisinden tüm stratejik çıkar sahibi devletlere kadar çeşitli güçler bir araya gelerek bu çıkışa karşı tedbir geliştirmeye çalıştılar. 1990’lar sonrası bunun yoğun çabasına tanıktır. Özellikle ABD, AB, Rusya ve Ortadoğu ülkeleri çok ilgilendiler. Benim basit bir kukla olarak kullanılmayacak durumda olmam, her odağı kendi çıkarlarına göre bir PKK ve Kürt politikası geliştirmeye itti. Bu politikaların da önünde en büyük engel olduğum anlaşılınca, beni dışlamaya ve giderek tasfiye etmeye niyetlendiler. Temel insan hakları ve asgari demokratik yaklaşımlar esirgendi. Kendi Kürt işbirlikçilerine alan açmak için açık ve gizli işbirliğine yöneldiler. Özellikle Iraklı Kürt işbirlikçilerle Türk, ABD ve İngiliz yetkilileri Ankara-Londra-Washington hattında işi resmi bir antlaşmaya kadar vardırdılar. Bunun başarısı için AB nötralize edilirken, Atina oligarşisi maşa olarak kullanılmaya çalışıldı.
Komplonun dayandığı zemin, gelişim felsefesi ve siyaseti böylesi bir öze sahiptir. Eğer bana ve şahsımda Kürt halkına ve dostlarıma karşı oynanan komplo ve ihaneti büyük bir onur savaşına dönüştüremezsek, lanetli tarih bir kez daha hükmünü icra etmiş olacaktır. Halbuki yalnız bu olaya ilişkin yüzü aşkın can yoldaşı genç kız ve erkek kendisini cayır cayır yaktı, kurşunlara hedef oldu, tutuklandı. Sırf onların anısına da olsa, olaya kapsamlı yaklaşma gereği tartışmasızdır. Daha da ötesi, lanetli tarihin tekerrürünü önlemek özgürlük devriminin başta gelen görevidir. Tarihsel kırılmayı lanetli kölelikten özgürlük yönüne doğru çevirmek bu görevin başarısı olacaktır.
a- Ta çocukluktan beri bir heyula gibi peşimi bırakmayan kuşkulu yaşam felsefemden hiç emin olmadım. En özgür sanılan koşullarda bile bazen sert bir kaya deliğinden geçiş yapamama sonucunda kabuslu uykudan ter içinde uyanma, uçarken bile nefessiz ve hareketsiz kalma gibi çokça görülen rüyalar bu kuşkulu yaşamın uykulara sızmış halidir. Yanı başımdaki anam başta olmak üzere, tüm insanlık hiç de bana özgürlüğümü tanıyacak, ona saygılı olacak gibi gelmiyordu. Kitaplarda doğruyu aramak gittikçe dipsizleşen bir kuyuya dalış gibi geliyordu. Her ana-baba, çocuk doğuşlarını bir rahmet gibi kutlarken, bu bana büyük bir günah gibi geliyordu. Ortadoğu toplumunda birey için mutluluk gerçekleşmeyecek bir şey gibidir. En mutlu olunması gereken gelinlik-güveylik anları bile bana büyük ve iğrenç günahların başlangıcı gibi gelirdi. Bir yerlerde büyük eksiklik ve yanlışlık vardı. Ama nerede? Belki de kendimi hatırladığımdan beri, çok istese de hiç kimsenin yardımının dokunamamasından ötürü bu arayışı tek başıma yapmak zorunda olduğumu büyük kaygı, korku ve endişeler biçiminde fark ediyordum. Ucuz ve yanlış yaşamayacaktım. Doğru olmadan yaşanmayacağına göre, doğrunun kendisi nasıl bulunacaktı?
Şimdi gelinen aşamada bu sorulara cevap verebilecek güçteyim. Komplonun kendisi ve dayandığı gerçekler, cevabın netleşmesinde hayli etkili oldu. Bu cevabın temelinde, içinde doğup şekillenilen toplumun ilk elden doğrudan tanımlanması vardı. Ne var ki, Kürt toplumu belki de eşine ender rastlanır biçimde varlığını koruyamayan, dağılış sürecinde olan, öznellikten yoksun, paramparça objeler ve maddi parçalardan öteye bir görüntü vermiyordu. Adeta dilsiz, sağır ve köleleştirilmiş kalıntı bir varlık görünümünü yansıtıyordu. Bizzat bu görüntüye bakarak gerçeği bulamayacağımı, hele hele diğer örnekler gibi bu duyarsız parçalardan bir özgürlük gücü oluşturamayacağımı endişeyle kendime itiraf etmiyor değildim. Gerçekliği arayış yürüyüşünü tüm insanlık ve ardındaki evren üzerine yapma gereği bende erkenden ortaya çıkan bir anlayıştı. Belki çocukluğumdaki eğilimim de buydu. Aile ve köy yasalarına hiç uymadım. O koşullarda bile doğruları kendi çocukluk eğilimimde bulacaktım. Çevreyle zıtlaşmamak ve yanlış anlamalarını önlemek için örnek kabilinden 33 Kur’an suresini ezberledim; namaz kıldım, kıldırdım. Siyasal Bilgiler Fakültesi son sınıfına kadar ilk sıralarda yer alan bir öğrencilik yaşamım oldu.
Bunlar görüntüyü kurtarmaya yetiyordu. Fakat benim için bunların tümünün anlamı sadece gerçeğin arayışı için gerekli koşullardan bazılarını oluşturmaktı. 1970’lerde başlayan devrimcilik için de görüntüde gerekli olan her şey yapıldı. Örgüt kuruldu, hatta diplomasi bile yapılmaya çalışıldı. Biçimde Kürt ulusal kurtuluşu dünya örneklerine benzetilmeye çalışıldı ve bunda oldukça mesafe de alındı. Ama gerçekten itiraf etmeliyim ki, bütün bunlar beni tatmin etmediği gibi adeta içimi kemiriyordu. Yanlışlık devam ediyor, eksikliğimi gideremiyordum. Daha da ilginç olanı şudur: Annem de çocukken sürekli beni ahıra kadar götürüp boğdurma sahneleri düzenliyordu. Kendine göre beni terbiye edip akıl verecekti. Tabii ki benden umutları olduğu için bunu yapıyordu. Tüm yaşamımın seyri giderek bu minval üzeri yürüdü. Devletin fiilen ve resmen dayattığı idam bu sürecin son sembolik ifadesi oldu.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan Atina Savunması’ndan alınmıştır