HABER MERKEZİ –
Sorunsallığı içine daldıkça Kürt olgusu tam bir insanlık trajedisine dönüşüyordu
Bunları anlatmam gerçeğin yarısıdır. Diğer yandan her zaman bazı bağlılarım ve övücülerim de oldu. Benden bin defa daha fazla bağlı ve değerli binlerce insanı nasıl inkar edebilirim? Köyün kızından kadınına, en güçlü öğretmenlere ve hayatın en cesur insanlarına kadar binlerce büyük bağlılık sahibi vardır. İsa çarmıha gerildiğinde etrafındakiler sadece ağlamakla yetindiler. Hz. Muhammed öldüğünde cesedi üzerinde üç gün iktidar tartışması yapıldı. Lenin öldüğünde kimse kendini öldürmedi. Ama tutuklanmam ve sonra teslim edilmem üzerine, Kürt halkının evlatları, oğulları ve kızlarının yüzlercesi kendini cayır cayır yakarken acaba ne demek istiyorlardı? Kendini bomba yapıp patlatanlar neye öfkeliydiler? Hangi gerçekler kendilerine bunu yaptırıyordu? Önünü bizzat almasaydım binlercesi daha buna hazırdı. Bunlar Özgürlük Hareketi’nin bir yöntemi değil, benim etrafımda gelişen olaylardı. Hepsini çözmek, olmazsa olmaz kabilinden bir görevdi.
Çağın verili toplumunu çözmeden, onu aşacak sisteme ulaşılamaz
Buna karşıtlarımın acılarını ve öfkelerini eklemeyi de unutmuyorum. Sorunsallığı içine daldıkça Kürt olgusu tam bir insanlık trajedisine dönüşüyordu. Korktuğum başıma geliyordu. Lisedeyken yazdığım bir edebiyat kompozisyonundaki başlık, “Sen benim hiç doğmayan çocuğumsun” biçimindeydi. Çok saydığım hocam hep en yüksek notu vermeyi ve olağanüstü övmeyi bu sırada yapıyordu. Atina ve Avrupa’nın beni istemezliğinin altında bir zihniyet savaşının olduğunu giderek daha çok fark ediyordum. Ben ne verili feodal yaşamı ne de Avrupa yaşamını kabul ediyordum. Bunlar şahsımda doğuş yapamayacak sistemlerdi. Onlar beni neden kabul etsinlerdi? Peşinde olduğum yaşamı ise bulamıyordum. Milyonlara mal olmuş Moskova merkezli Kabe’ye uğradığımda, buradakiler dinlerini inkar etmenin bütün gereklerini hoyratça yerine getiriyorlardı. Asya, Afrika ve Avrupa’da bana yer yoktu. ABD, “Yakalarsam teslim ederim” derken, tarihte her zaman resmi toplumun egemen güçlerinin yalın, soğuk, vicdansız ve tam çıkarına göre mantığını tereddütsüz yürütüyordu. Kürtler için özgürlük arayışım tam da dünya çapında bir maceraya dönüşmüştü.
Fakat ne acıdır ki, henüz kendimi bile tam tanıyamamıştım. Kürtlere nasıl özgürlük sunabilecektim? Özgürlük vermeyi bir yana bırakın, karşıma dikilen örgüt içindeki ve karşısındaki her gözü açık güç, adeta “Beş bin yıllık genelev düzenimizi bozdurmayız” dercesine kendisini dayattıkça dayatıyordu. Bu kadar düşmüş ve mallaşmış bir toplum ile karşı karşıyaydım. Fakat çıkmayan candan umut kesilmez misali arayışımı sürdürecektim. Komplo sürecinin en hızlı ve yoğun döneminin dersleri şüphesiz yakıcı ve öğretici olacaktır. Benzerlerine ancak Buda ve Zerdüşt örneklerinde rastlanabilecek koşullardan bahsederken belki de mütevazı davranıyorum. Bu koşullar öğretir, hem de yalın ve çarpıcı bir biçimde öğretir.
Sonuç olarak, toplum kavramını kendimce doğru tanımladığım kanısındayım. Kilit mesele, toplum kavramını tüm boyutlarıyla doğru tanımlamaktır. Bu konuda hemen belirtmeliyim ki, Sümer rahibi orijinal mitolojiyi yaratırken, belki de şimdiki hakim bilimin Avrupalı sosyologlarından daha fazla insani gerçeklere yakındı. Avrupa bireyciliği toplumun ve ekolojisinin katliamcısı konumuna düşmüştür. Bilginler (eleştirisiz, düzenin emrindeki bilginler) gerçeğin kasaplarıdır. Gerçeği parça parça edip, ‘Şuradan ye, buradan ye’ diyen kasabın bir hayvan üzerinde yürüttüğü doğramayı, onlar tüm doğa ve toplum üzerinde yürütüyorlar. Önce ‘deneme ve gözlem yöntemi’ dediler, tanıdılar. Sonra ‘uygulama ve pragmatizm dönemi’ dediler, yiyip bitirdiler. Bu anlatımın dışında hiçbir şey atomu insanlık üzerinde patlatmayı, çevrenin topyekun yıkımını izah edemez.
Kapitalist toplum üzerine çok şey yazıldı. Ama hakkında söylenmesi gereken en doğru söz söylenmedi. Sümer rahibi köleci sınıfın yükselişini anlattığını bal gibi bilerek, ‘tanrılar ve dışkılarından yaratılan insan’ mitolojisini yaratıyordu. Avrupa uygarlığının bilim rahipleri ise aynı olguyu yarı cahilce yeniden yaratıyorlar. Hiç kimse, “Sümer mitolojisinde gerçeklik pek aranamaz. Avrupa merkezli bilimde ise sürekli deneyle kanıtlanan bilim vardır” demesin. Sümer mitolojisinin insani yaşama yakınlığı, bin kat daha fazla bilimsel olguya yakınlığı ifade eder. Önemli olan toplumu kasaplar gibi parçalamadan yaşamaksa, Sümer bilginleri ve ardı sıra gelen peygamberler sınıflı anlamda bile olsa insanlıkla dopdoluydular. Onlar insan yaşamına kutsallık derecesinde yakın idiler, ona değer verirlerdi. Avrupa uygarlık sosyologları, atom bombası ve çevre yıkımından ve genelde tam bir soyguna dönüşen finans kapitali ve krizlerini yaşadıktan sonra yavaş yavaş imana gelir gibi yapıyorlar. Bir özeleştirisel sürece girdiler. Bazıları her şeyi kaybetmemek için bunu yapma gereğini kavramışa benziyorlar.
Konuyu biraz da Sokrates ile bağlantılandırırsam, durumum daha iyi anlaşılabilir. Sokrates de büyük merak içinde, insan tanımını doğru yapmak istiyordu. Önüne çıkan herkesi sorduğu sorularla yanlışlıyordu. Yöntemi yanlışlamaydı. Bunu kasten yapmıyor, Atina toplumunun yalanın içinde debelendiğini böyle kanıtlıyordu. O zaman Atina toplumu ya kendini yalancı olarak kabul edecek ya da Sokrates’i yaşatmayacaktı. Yalanlama ile doğrulamanın en sert dönemine girilmişti. İddianamenin temel iddiası, Sokrates’in gençlerin kafasını karıştıran yeni tanrılar icat ettiğiydi. Tanrısallık toplum kavramının en yüce ve kutsal anlamlı tanımını ifade eder; özünde toplumun en yücelikli ifadesidir. Eğer Sokrates Atina’nın doğru olmadığını sürekli yanlışlama yöntemi ile kanıtlıyorsa, tabii ki yeni doğruluk tanrısının bir peygamberi olacaktı. Kendimi peygamberce addetmeye ihtiyaç duymuyorum. Ama o tarz yüceliklerden haber vermeyi insanlığa karşı temel bir görev belliyorum. Ciltler dolusu sosyal bilim analizleriyle de meramımı ifade edebilirim. Fakat demek istediğim anlaşılırdır. Resmi dünya kapitalist sistemi beni kabul etmemekle tanrıları ile uyuşmadığımın farkındadır. Topyekun tavrının altında bu mantık yatar.
Tarihte umut arayışları hep hakim sistemlerin kıyılarında yaşayan, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarında aranır. Kürt toplumsal olgusu, hem coğrafya hem de insan olarak kıyıdaki bu kuytu köşelerden biridir. Kürt olgusunun kaybolan temel insani gerçekliğinin toplumun hayati kavram tanımlamasına zemin sunabilecek özellikler taşıdığının başından beri farkındaydım. Her temel bilimsel esrarın doğru tanımı yakalaması gibi benim de bu alanda ısrarla toplum kavramını tanımlamayı doğruya daha yakın yapmam anlaşılırdır. Çağın verili toplumunu çözmeden, onu aşacak sisteme ulaşılamaz. Kapitalist dünya sisteminin krizi daha da derinleşerek sürecektir. Sonun ne olacağını yapılacak çözümleme gücü belirleyecektir. Daha iyisi de, daha kötüsü de çıkabilir. İnsan toplumu insanın zihniyet gücüyle belirlenir. İnsan toplumu akıl yasalarının yaratıcı ve gelişimsel rollerinin en geniş ve hızlı olduğu olgudur; fizik yasalarıyla, bitkisel ve diğer hayvansal canlılar dünyasının yasalarıyla niteliksel farklılıklar içerir. Önemli olan, toplumun dönüşüm yasalarının gücüne ve bilincine ulaşmak, toplumun yeniden yapılanmasını bu oluşmuş bilim gücüyle yaratmaktır.
Tüm olgular arasında bir ‘kaos aralığı’ vardır
Reel sosyalizmin kaba materyalist-determinist felsefesinin asıl tehlikesi, toplum yasalarını fizik yasalarıyla özdeşleştirmesi, kendiliğinden bir ilerleme anlayışına düşmesi veya kendini çağdaş kaderciliğe koyuvermesidir. Kaldı ki, gerek makro gerekse mikro fiziğin buluştuğu yeni gerçeklik, kesintisizlik ve düz çizgide determinist gelişme yasalarının olmadığına ilişkindir. Tüm olgular arasında bir ‘kaos aralığı’ vardır. Bu aralık olmadan hiçbir niteliksel gelişmenin sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Günümüzde evren ve doğaya ilişkin bakış açımızın, en azından Rönesans’ta yaşanan dönüşüm kadar bir dönüşüme ihtiyaç duyduğu biriken bilimsel verilerin de bir sonucudur. Dünyaya temel bakış açımızı niteliksel dönüşüme tabi kılmadan sistemin kaosunu aşamayacağımızı iyi bilmeliyiz. Zihniyet devrimi derken bu kastedilmektedir. Yeni bir Sümer mitolojisine ihtiyaç yoktur. Sümer tarzı tapınak gerçekliklerine aynen başvurmayacağız ama bu tapınakları da küçümsemeyeceğiz. Havrası, kilisesi ve camisi de dahil, tanrısal tapınakların en orijinallerinin Sümer zigguratları olduğunu derinliğine kavramalıyız. Zigguratlar rahiplerin yoğunlaşarak uygarlığın kavram ve temel yapı biçimlerini oluşturdukları merkezlerdir. Bu tapınaklar ve daha sonraki büyük çile merkezleri, tasavvuf, gizemevleri, kehanet merkezleri, oruçlar, namazlar bu geleneğin gelişen ve yobazlaşan biçimleridir. Aynı iz üzerinde sanat evleri, tiyatrolar, edebi, felsefi ve bilimsel disiplinler oluşmuştur. Küçümsenmemeli derken bunu kastediyorum.
Günümüzde kaostan çıkışın tapınakları nerede ve neler olmalı sorusu yakıcıdır. Şüphesiz geçmiş taklit edilerek yaşanmaz. Ama gelenek temel alınmadan, yeni olan da yaratılamaz. Şimdiki üniversiteler, bilim merkezleri ve think-tank kuruluşları bu amaçlara hizmet etmekten uzaktır. Buralar bir nevi kişisel kurtuluş kağıtlarını, muskalarını dağıtan yerler durumuna gelmişlerdir. Bir dönem Mısır uygarlığında ‘ahreti kurtarma senetleri’ dağıtılırdı. Günümüzün diplomaları da bir nevi ‘dünyasını kurtarma senetleri’ gibidir. Bu yaklaşımla mevcut kaostan yeni toplumsal yapılanmalar doğmaz. İster muhalif ister düzen partileri ve kuruluşları olsun, aynı zihniyetle kurulan partiler yeniliği yaratamazlar, en çok düzenin reform ve restorasyonuna katkıda bulunabilirler. Nitekim kurulan devrimci parti ve hareketler de benzer akıbetten kurtulamamışlardır.
Ciddi bir toplumsal yenilenme ve sistem kuruluşu için en basitinden sosyal bilim merkezleri diyebileceğimiz, temel idrak ve irade merkezlerinden başlamak da verimli sonuçlar verebilir. Sosyal bilim merkezlerinin rahiplerin kutsallığında, en çağdaş bilim insanlarından, disiplinli çalışma gücüne kadar özellikleri kişiliklerinde yoğunlaştırma hedefi ve gücü olanlardan oluşması işin özü gereğidir. Bir anlamda din adamının mabedi, filozofun okulu, bilim insanının da akademisi bu merkezlerde bir sentez oluşturup insan toplumunun tüm hayati sorunlarına gerektiğinde kırk yıl çile çekerek yanıt arayacaklardır. Ancak bu tür merkezlerin gücüyle kapitalizmin toplum ve birey katliamını durdurabiliriz.
Bu merkezler devrimci partilerin ideolojik büroları olmadığı gibi, basit buluşlarla yetinen bilim insanlarının tez oluşturma mekanları da olamaz. Bunlar siyasete yön veren filozof yönetim merkezleri de değildir. Ama gerektiğinde toplumun tüm kurumsal ve bireysel unsurlarına değişim gücünü, bunun bilincini ve iradesini verecek erdemde ve yetenekte kurumlardır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan toplumu için vazgeçilmez beyin kurumlarıdır. En çok kapitalist sistemde toplumun beyinsel kurum merkezleri tahrip edildiği için, belki de tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir ihtiyacı karşılamak için bu merkezlerin inşasına girişmek gerekir.
Kendi şahsımda Avrupa uygarlığıyla olan çekişmemden çıkardığım en temel sonuçlardan biri de budur. Komplo ve ihanet sürecine verdiğim en anlamlı yanıtın böyle olması gerektiğine inanmak kadar, bunun için çalışma azim ve kararlılığını tek kişilik tutukevinde sürdürme onuru içindeyim.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan