HABER MERKEZİ –
Diktatörlük ve sosyalist devlet kavram olarak yanlıştır
Savunmalarımın daha önceki ciltlerinde çözümlemeye çalıştığım bu konudaki düşüncemi özet halinde tekrarlamakla yetineceğim. Demokratik toplum devlet ve diktatörlük olmayan, olmaması gereken bir toplumsal yönetim biçimidir. Tüm tarihsel örnekler (başta Atina demokrasisi), eğer demokrasiden bahsedilecekse, bunun ya devletsiz bir yönetim biçimi olarak vücut bulduğunu ya da tarihsel olarak bunun koşulları oluşmamışsa, devletle ilkeli uzlaşı temelinde yönetimi paylaşarak gerçekleştirildiğini kanıtlamaktadır. Diktatörlük ve sosyalist devlet kavram olarak da yanlıştır. Ontolojik olarak diktatörlük, sadece ve sadece güç ve sömürü tekelini ellerinde bulunduran sınıf ve elit tabakalara özgü bir olgudur. Kan, acı ve sömürü ile yoğrulmuş bir olgu ve onun kavramsallaştırılmasıdır. Emekçiler, ezilenler ve sömürülenlerin böylesi bir araçla hem zihnen teorik olarak, hem de pratikte araçsal olarak ilişkisi olamaz. Olabilir denilirse, Sovyet deneyimi ve benzeri deneyimlerin neyle sonuçlandığını kanıt olarak gösterip yanlışlığını ortaya koymak, ondan önceki (reel sosyalizmden önceki) dönemlere göre daha kolay ve çarpıcıdır. Aynı hususlar sosyalist devlet için de belirtilebilir. Siyasi zafer kazansalar bile emekçiler, ezilenler ve sömürülenlerin bu zaferin ardından kurulması gereken bir sosyal devletleri olamaz; tersine geliştirecekleri sosyal demokrasileri veya demokratik toplumları olur. Adı ve içeriği ne olursa olsun, tümüyle işlevsiz olmasa ve toplumsal yönetimle ilgili önemli işlevleri olsa bile, devlet son tahlilde güç ve sömürü tekeli olarak eskiden beri toplumun üzerinde kurulu bir sistemdir. Ontolojik olarak varlığını bu gerçekliğe borçludur, onun kadim adıdır. Bundan ‘sosyalist devlet’i yumurtlatmak mümkün değildir. Nasıl inek yumurtlamayıp yavru doğurursa, devlet de ancak değişik biçimli yavru devletler doğurabilir. Aynı devlet yumurtlayıp sosyalist yavrular yapma yeteneğinde değildir. Çünkü kuşlar yumurtlarlar, yumurtalarının üzerine kuluçkaya yatarak belli bir sıcaklıkta tutup yavru çıkarırlar. Benzetme belki kabadır, ama gerçekliğinden asla kuşku duyulmamalıdır.
Anarşistlere ilişkin şu hususu belirtmeden geçemeyeceğim. Aşırı merkezileşmiş ulus devlet ve diktatörlük uygulamalarına yönelik eleştirileri doğrudur. Tarih bu doğrultudaki eleştirilerini haklı çıkarmıştır. Ama onlar da alternatif olarak sundukları bireysel özgürlük ve yeniden ilkel topluluklara dönüşmüş toplum yaklaşımlarıyla, reel sosyalizmde yaşandığı gibi, son tahlilde burjuva liberalizminin sol uzantıları olmaktan öteye rol oynamadılar. Haklı eleştiri doğru uygulamayla veya doğru demokratik toplum teorisi ve pratik biçimlenişleriyle tamamlanmayınca, boşa çıkmaktan ve liberalizmin değişik bir versiyonu veya mezhebi haline gelmekten kendini kurtaramaz. Burada tüm bu konularda belirleyici olan iyi niyetli eşitlik ve özgürlük istemleri değil, tarihsel ve toplumsal gerçekliğe ilişkin doğru teorik yaklaşımlar ve pratik gerçekleşmelerdir.
PKK’nin ideolojik oluşum sürecinde yaşadığı muğlaklık, bilimsel sosyalizmin genelde yaşadığı ve belirtmeye çalıştığımız eksiklikleri ve yanlışlıklarından kaynaklanıyordu. Ulus devletçi ideoloji ile demokratik toplumcu ideoloji iç içe karışık ve eklektik olarak bir arada bulunuyordu. Örnek alınan tüm işçi ve komünist partileri reel sosyalizmin yaşadığı eksiklikler ve yanlışlıklardan paylarını almışlardı. Kuruluş aşamasında devletçi ideoloji ile demokratik toplumcu ideoloji arasında ayrım yapacak yetenek ve güçte değildik. Ders alınacak doğru bir örnek olmadığı gibi, tarihsel tecrübeyi doğru yorumlayacak bilgi birikimine ve teorik kapasiteye de sahip değildik. ‘Sömürge Kürdistan’ kavramına dayalı eklektik ulusal kurtuluş teorisinin pratik gerekleri belliydi. Uzun vadeli ulusal kurtuluş savaşına dayalı ulusal bir devletti hedeflenen. Afrika’da neredeyse her gün tekrarlanan ulusal kurtuluş savaşları ve sonrasında ilan edilen bağımsız devletler, Kürt ulusal sorununun çözümünde de başkaca hiçbir teoriye ve pratiğe ihtiyaç duymaksızın içine girilecek yolu yeterince açıklıyordu. Genel kurtuluş teorisine fazla dalmadan, ulusal kurtuluş pratiklerini incelemek yeterli geliyordu. Ayrıca bahsettiğimiz büyük ustalardan (Lenin, Stalin) aldığımız icazet, gerekli olan tüm teorik gıdayı ve pratik kalıpları sunuyordu. Geriye kalan, bu ideolojik kapsamın gruplaşmasını hızla tamamlamak ve kitleye mal etmekti. Öyle de yapıldı.
12 Mart 1971 deneyimi yeterince öğreticiydi
1973-76 dönemini dar grup dönemi olarak alırsak, 1976-78 yılları kitleselleşme dönemiydi. Her iki dönem de başarıyla atlatılmıştı. Sorun ondan sonra neyin nasıl yapılacağı sorunuydu. Gençlik grubundan ve kitlelere yayılımından sonraki adım partileşme mi, askeri eylem örgütü mü sorusunun yanıtlanmasına bağlıydı. Bu teknik soruna partileşme biçiminde cevap vermeye çalıştık. Ne de olsa Vietnam Devrimi bu konuda oldukça başarılı geçen parlak bir örnek sunuyordu. Eylemler de olmuyor değildi. Türkiye solundan ordu ve cephe örgütlenmeleri gibi deneyimler vardı. Bir nevi ulusal kurtuluş birliğiyle eylemler genişletilebilirdi. Bunlar dönemin ruhuna uygun gelişmelerdi. Başarılı bir deneyimi Kürdistan somutunda geliştiriyorduk. Karşıdevrim cephesinden 12 Eylül askeri darbesinin ayak sesleri duyuluyordu. Maraş, Çorum, Bahçelievler katliamları ve çok sayıda devrimci genç ve aydının katledilmesi, yurtdışına açılmadan imha edilmekten kurtulma olasılığının bulunmadığını gösteriyordu. 12 Mart 1971 deneyimi yeterince öğreticiydi. Önder kadroların imha edilmesi örgütlerin belini kolay doğrultamayacaklarını göstermişti. 2 Temmuz 1979’da Suruç üzerinden Ortadoğu’ya açılım, uzun vadeli mücadele ruhuna da uygun düşüyordu. Uzun vadeli halk savaşı ve diplomatik destek için tam zamanında ve yerinde bir adım atılmıştı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştiğinde tüm sol gruplar stratejik darbe yerken, PKK yeni ve daha umutlu bir döneme başlangıç yapıyordu. Açık ki, bunlar başarılı taktik adımlardı.
1970-80 dönemini yeniden değerlendirdiğimizde, Kürt sorununun ilk defa dergi, gazete ve dernek konusu olmaktan çıkarılıp sınıf karakterli modern öncü bir parti örgütlenmesine ve bu örgütlenmeyle iç içe gelişen eylemli yapıya kavuşturulduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Burada önemli olan, partinin güçlü örgüt ve eylem kapasitesi değildi. Çünkü bu nitelikte başka Kürt partileri de söz konusuydu. KDP ve TKSP türünden partiler çoktan vardı. Yenilik örgütlenme ve eylemliliğin ilk defa iç içe gerçekleştirilmesinden ileri geliyordu. Kürdistan coğrafyası ve Kürt toplum gerçekliği açısından bu yeni bir isyan, hem de öncü partili, örgütlü bir isyan ve savaş anlamına geliyordu. Savaşın uzun vadeli, stratejik aşamalı karakteri en azından teoride kabul edilmişti. Dönemin hem uluslararası hem de ulusal gerçekliğine uygun, başarılı stratejik ve taktik adımlar söz konusuydu. Fakat gerçeklik ve irade görünüşte kendini böyle yansıtsa da, büyük endişeler ve eksiklikler derinden hissediliyordu.
12 Eylül askeri darbesi olmuş ve devletin militarist yüzü bütün açıklığıyla sergilenmişti. Toplum gerçek ve hiyerarşik kocasına kavuşmuş gibi kendini rahatlamış hissediyordu. Kürdistan’da yakın geçmişte sergilenenler belliydi. İnkar ve imha uygulamaları bütün şiddetiyle devredeydi. NATO’nun onayından geçmiş militarist faşizmin denemeyeceği baskı, şiddet, işkence ve katliam türü kalmayacaktı. Kürdistan ve Kürt gerçekliği söz konusu olduğunda, coğrafyadan ve tarihten silmeye kadar varan soykırımlar gündemdeydi. Ermeni, Rum, Süryani ve yakın dönem Kürt direnişlerinin başlarına gelenler hafızalarda tazeliğini koruyordu. Derin endişelerin kaynağı bunlardı. Temel eksiklikler ise, içte ve dışta sağlamca dayanılacak güçlerden yoksun olmaktı.
Kapitalizm ve sosyalizm kamplaşması fazla umut vermiyordu. Revizyonizmin kokusu buram buram her tarafa sızmıştı. Türkiye solu iç ve dış nedenlerle tıkanmış ve stratejik darbe yemişti. Dolayısıyla PKK’nin önündeki yeni dönem meçhullerle doluydu…