HABER MERKEZİ –
“Önderliğimiz, kapitalizm koşullarında toplumun kendi kendine yürüyen bir olgu haline gelinceye kadar partinin gerekli olduğunu söyledi. Partinin; yani öncülüğün ömrünü toplumun kendi kendine yeter hale gelmesiyle sınırlamak, özünde toplumda büyük bir gücün, potansiyelin var olduğu inancını taşır. Bu da topluma, tüm sorunlarını çözebilecek, kendisine yetecek ve kendisini yönetecek bir gözle bakmak anlamına gelir. Bu bakış açısında toplum, çözüm gücüdür.
Toplumu çözüm gücü kılan şey ise, onun ahlaki ve politik özüdür. Çünkü bu öz; yani ‘bulmak’ anlamına gelen politika ile ‘uygulamak’ anlamına gelen ahlak, toplumun her üyesini harekete geçirir, aktifleştirir. Formları değişse de, değişmeyen bu öz sayesinde her toplumun kendi sorunlarını çözme ve kendine yetme gibi bir potansiyeli taşır.
Hiyerarşik devletçi sistem koşullarında devrimcilerin; eş deyişle öncülerin rolü de, bu potansiyelin açığa çıkmasını sağlamaktır. Çünkü devletçi sistem koşullarında toplumun önü kapatılmış, bu gücünün açığa çıkması engellenmiştir. Bu nedenledir ki Önderliğimiz, devrimcilerin rolünün zaten var olan toplumun yaratılması değil de, toplumun gücünün açığa çıkması önündeki engellerin aşılmasını sağlamak olduğunu söyledi. Toplum için gerekli olan, onun potansiyelini harekete geçireceği yol ve yöntemlerdir. Devrimciler, işte bu yol ve yöntemleri bulmakla mükelleftir.
Eski paradigmaya göre devrimcilerin bulduğu yol ve yöntemler devletçi ve iktidarcıydı. Yani devletleşerek, toplumu iktidar sahibi kılarak toplumsal sorunların aşılması, toplumun güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Devletleşme ve iktidarlaşma anlamında başarılı olan pek çok örnek ortaya koydu ki, bu yol ve yöntemlerle toplum sadece ve sadece güçten düşüyordu. Toplumun doğasına aykırı ve toplumla özsel olarak çelişik olan bu aygıtların toplumu çözüm gücü kılması imkansızdı. Sonuçta ortaya çıkan ‘başarılı’ örnekler de sistemiçileşmekten, karşıtını güçlendirmekten öteye bir anlam ifade etmiyordu.
Eski paradigma, kendisini baştan aşağıya bir özgürlük hareketi biçiminde kurgulamış olan PKK’yi de devlete götürüyordu. Önderliğimiz zaten bu nedenle eski paradigmayla elde edilecek bir başarının götüreceği noktanın KDP ve KYB olacağını belirtti. Yani devletçi paradigmanın Kürt versiyonu KDP ve KYB idi ve devletçi paradigma onlara benzeşme tehlikesini içinde barındırıyordu. Ama bunlar PKK için bir örnek olamazdı, PKK bunlara benzeyemezdi, benzememeliydi. Eğer benzeşseydi, o zaman var oluş gerekçelerine ters düşmüş olurdu. Bu nedenle de kullanılan yol ve yöntemlerin de en az amaçlar kadar temiz ve toplumun doğasına uygun olması gerekiyordu. İşte yeni paradigma diye tanımladığımız bu dönem, hem istek-amaç olarak hem de bunlara ulaşırken kullanılacak yol ve yöntemler itibariyle Önderliğimizin her açıdan kendisini sistemdışı bir şekilde kurumsallaştırdığı bir dönemi ifade ediyor. Sistemden her yönüyle kopuşun sağlanması anlamına gelen bu döneme, literatürde üçüncü doğuş dönemi diyoruz.
Bu dönemin en temel karakteristik özelliği, sistemi eleştirmekten çok reddetmesidir. Eleştirmek ile reddetmek arasında çok önemli ve niteliksel bir fark vardır. Eleştirmek, mevcut olanın belli ölçüde kabulünü içerir, ama reddedişte mevcut olanı kabul yoktur. İnsan eksikli de olsa birlikte yaşamayı kabul ettiklerini eleştirir. Eleştiriyle muhataba şu denir, “senin kimi eksikliklerin var, bunlar üzerinde durur ve bunları aşarsan, seninle yaşayabilirim…”. Örneğin parti içerisinde yoldaşlar topluluğu olarak bizler birbirimizi eleştiririz, reddetmeyiz. Yine sistemiçi bir çıkış olması itibariyle post-modernistler de kapitalist moderniteyi daha çok eleştirirler, reddetmezler. Ancak bizim hiyerarşik devletçi sisteme bakışımız böyle değildir. Kapitalist modernist sistem karşısındaki ideolojik ve yaşamsal duruşumuz reddetme üzerine kuruludur. Üçüncü doğuş dönemi sistemin her açıdan reddedildiği ve yerine yenisinin konulduğu, konulmaya çalışıldığı bir dönemin ifadelendirilmesidir.
Talep, amaç, ahlak ve ruh bakımından her zaman için sistemi reddetmiş olan PKK, üçüncü doğuş döneminde devlet dışı toplumsal örgütlülük anlamında politik organ olarak da sistemi reddetme becerisini gösterebilmiştir. PKK demokratik konfederalizmle tepeden tırnağa örgütlü bir toplum inşa ederek, toplumu devlete ait bir şey olmaktan çıkarmak istemektedir. Bu yönüyle de sistem karşıtı hareketlerin ve bir bütün olarak da toplumun nasıl egemenlikçi sistemden kurtularak, kendine yeter bir hale gelebileceğinin yolunu göstermiş oluyor. İşte PKK’deki bu sistemin dışına çıkma gerçekliği, aynı zamanda yeni paradigma dönemi anlamına geliyor.
Toplumsal doğa ve paradigmalar
Temelinde çok köklü bir zihniyet değişimi bulunan bu yeni paradigmanın en belirgin özelliği, her şeyi canlı gören bir felsefeye dayanıyor oluşudur. Her şeyi ve herkesi canlı görmek de her şeyi ve herkesi güç sahibi, inisiyatifli ve yaratıcı görmek anlamına geliyor. Yani tüm bileşenleriyle birlikte doğa, mekanikçi felsefenin dediği gibi, tanrı tarafından kendisine içerilmiş olan değişmez yasalara göre davranmıyor. Doğa bu yönüyle mutlak anlamda belirlenmiş, kendi hareket ve varoluş yasalarını oluşturamayan, herhangi bir inisiyatifi olmayan bir makine değildir. Canlılık ve temel birlik ilkeleri (her şeyin birbirine bağlı ve bütün oluşu) bu doğanın, oluşun hakikatidir. Bunu en küçük bir atom parçacığından en mükemmel bir varlık olan insana kadar oluşun tümünde görmek mümkündür.
Her şeyi canlı görmek, her şeyde bir gücün olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu güç insan türünde tüm bir evrenin gücünü kendi içinde barındırma biçimindedir. Bu nedenledir ki insan için “mikro kozmos, ikinci doğa, evrenin özeti” gibi tanımlamalar yapılmıştır. Önderliğimiz de insanı “büyük patlamadan (big-bang) bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı” olarak tanımlamıştır. Bilgelik geleneği insanda dile geleni, “insan ölümlü tanrı, tanrı ölümsüz insandır” şeklinde çok veciz bir şekilde özetlemiştir. İnsandaki tanrılık (gücü her şeye yeten anlamında) günümüz pozitif biliminin doruğunu temsil eden kuantum tarafından da kabul edilmektedir. Tüm bir evrenin insanda içkin olduğu, bugün bilimin en temel hakikatlerindendir. İşte böylesi bir bakışın, zihniyet devriminin insanın kendisine, toplumsal yaşama, örgütlenme tarzına etkileri olmaktadır.
Böylesi bir bakış egemenlerce üretilmiş olan insanın güçsüz ve zayıf olduğu yalanını yıkar. İnsana yepyeni bir pencereden bakmayı gerektirir. Bu bakış açısından herkesi canlı, dolayısıyla güç sahibi görmek çıkar. Herkesin önünün açılması, aktifleşmesi ve aktifleştirilmesi gerektiği çıkar. Bu bakış birbirine akmayı, birbirini tamamlamayı, birbirine karşı sorumluluk duymayı şart kılar. Tüm bir toplumun aktifleşerek bir canlı organizma gibi kendisini örmesini gerektirir. Sağlıklı bir toplumsal inşa da ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Tüm bunlar şunun için gereklidir, varlık ancak kendi doğasına uygun davrandığı ölçüde var kalabilir. Tüm oluşun ortak sorunları olan beslenme, çoğalma ve korunma sorunları, ancak oluşun doğasına uygun davranıldığı vakit, çözülebilir; türün anı ve geleceği garanti altına alınabilir. Yani var kalma, ancak o şeyin hakikatine bağlı olunursa mümkün olabilir. Toplumsal doğaya bağlı kalmanın paradigmatik ifadesi de günümüzde yeni paradigma oluyor. Bu paradigma da doğal toplumun yaşam tarzının kuantumun verileriyle güncellenmesinin ötesinde bir şey değildir. Önderliğimizin ‘geçmiş daha gerçektir’ sözünü doğrular niteliktedir. Bu paradigma çözüm gücü oluşunu toplumsal doğanın canlı, esnek ve çoklu yapısına olan uygunluğundan alırken, devletçi paradigmanın çözümsüzlüğü ise onun anormal ve doğa dışı olmasından kaynaklanır. İnsan ve toplumun doğası dayanışmacıyken, bütünlükçüyken, tamamlayıcıyken, bir iken; egemenlikçi duruş bencildir, parçalayıcıdır.
Devletçi paradigma ile insan yaşayamaz. Devletçiliğin mutlak hakim olması halinde insan türünü bekleyen ‘dinozorlaşma’dır; yani yok oluştur. İnsan eğer tür olarak var kalacaksa, bu açıktır ki ancak toplumsal doğaya (ahlak ve politika) uygun bir yaşamla mümkün olabilir. Bu yaşamda da devlete ve onun paradigmasına yer yoktur. Çünkü o, bütünlüğe değil de parçalamaya dayanır. Böldüğü bütünden kimi parçaları aktifleştirirken, geri kalanı pasifleştirir. Kimilerini özneleştirirken, geriye kalan çoğunluğu ve bir bütün doğayı nesneleştirir. Bu sistemde kimileri tıpkı kanser hücreleri gibi anormal düzeyde büyürken, diğerleri ise alabildiğine yutulur, yok edilir. Birilerinin büyümesi diğerlerinin küçülmesine; birilerinin güçlenmesi, diğerlerinin zayıflamasına bağlı hale gelir. Bünye bozulur, hastalıklı olur. Ortaya birbirini tamamlamayan, karşıtlaşmış bir toplumsal gerçeklik çıkar. Parçalanmış toplumsal yapı üzerinde de kanserolojik bir büyümeyi yaşamış olan devlet oturur. Toplumun aklı, maddi değerleri, zihniyeti özcesi her şeyi emilerek, sömürülerek elde edilen bu kanserolojik büyüme, doğal bir büyüme değildir ve besinini, ötekileştirdiklerini yok ederek elde eder. Yok ettiği; canlılıktır, aktifliktir, insanın yaratıcılığıdır, bağlantılı olarak her an gerçekleşmesi gereken özgürlüktür.”
SERXWEBÛN