HABER MERKEZİ –
İki paradigma arasına sıkışmış yaşam: İnsan
İşte bu iki paradigma arasında sıkışıp kalan bir insan, bir toplum ve yaşam var. Hepimiz kendimizde her an bunun yarattığı sıkışmayı yaşarız. İnsanın, toplumun ve yaşamın hakikati ile bunların yalan halleri an’da bir mücadele içindedir. Mademki kendini gerçekleştirebilmek ve var kalabilmek için hakikate uygun olmak bir zorunluluktur, o halde insan, toplum ve yaşam gerçekliği karşısındaki duruşumuz bunların hakikatiyle ne kadar uyumlu? Bu çerçevede ne kadar hakikiyiz? Örgütsel gerçekliğimiz ne kadar hakikate uygun? Ne kadar gerçek insanız, neyiz, neyi ve kimi temsil ediyoruz? Her şeye, oluşa olan bakış açımız ne kadar hakiki? Özcesi hakikat-yalan denkleminde nerede duruyoruz?
Daha da arttırılabilecek ve arttırılması gereken bu sorulara doğru yanıtlar vermek, gerçek; yani özgür insan olmak açısından son derece önemli. Önderliğimiz nezdinde tüm bu sorulara çok güçlü karşılıkların verildiği, güçlü özeleştirilerin yapıldığı ve yepyeni bir doğuşun, kendini doğurtmanın yapıldığı biliniyor. Ancak bir Önderlik hareketi olsak da bu bizim de aynı özeleştiri süreçlerinden geçtiğimiz anlamına gelmez. Önderlik kendi adına bu özeleştirileri yaparak, kendisini özgür insan haline getirdi. Önümüzde duran görev bizim de aynı yollardan geçerek, bu doğuşu gerçekleştirmemizdir. Bu yönüyle bencillik olarak anlaşılmamak kaydıyla herkes nihayetinde kendisinden sorumludur. Herkes nasıl bir yaşam yaşamak istediğine kendisi karar vermektedir. Herkes karşılıklı bağımlılık ilkesini göz ardı etmemek kaydıyla kendi gerçekliğini kendisi yaratmaktadır. Köle olarak mı kalınacak, yoksa özgür mü olunacak, nihayetinde buna karar veren bireyin kendisidir. Belki bireyden bağımsız insanın içine doğduğu koşullardan bahsedilebilir, ancak bu koşulları değiştirmek, verili olanı kabul etmemek de bireyin kendi elindedir. Bu açıdan bakıldığında bireyin yaşamı, kendisinin bir ürünüdür. Büyük insanlara bakıldığında tümünün aslında kendi yaratıcıları oldukları rahatlıkla anlaşılır. Tüm peygamberleri, Marksizm’in versiyonlarını, demokratik komünal değerlerin temsiliyeti uğruna mücadele yürüttükleri halde sistemiçileşmekten kurtulamayanları acımasızca yargılayanlar olarak acaba kendimize ne söylüyoruz? Onları sistem içilikle, devletçi paradigmayı aşamamakla yargılayanlar olarak, acaba kendimizi sistemin dışına çıkardığımızı ve tümüyle alternatif olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Aynı keskinliği kendimizi ele alırken de uyguluyor muyuz? Önderliğimiz de başkalarını yargılamaya kalkışanların, öncelikle kendilerini yargılamaları gerektiğini belirtti. Mademki sistem içi bir kişilikle sistem dışına çıkmak ve alternatif olmak mümkün olmuyor, o halde kendimizi ne kadar alternatif haline getirebilmişiz, yeterince sistem dışı mıyız? Bu halimizle acaba sisteme alternatif olmamız, onu aşmamız mümkün müdür? Ve tüm bunların gerçek insan olmakla, insan hakikatiyle ilişkisi nedir?
Önderliğimiz PKK’nin, demokratik ulusun bir maketi olması gerektiğinden bahsetti. Bilindiği gibi demokratik ulus ortak bir zihniyet (ahlak ve politika) etrafında farklılıkların birliği anlamına gelir. Yani toplumsal doğaya uyumlu yaşamak isteyenlerin kendi özerkliklerini kaybetmeden oluşturdukları birlikteliktir. Zihniyetini böyle kuran demokratik ulusun, bedenleşmesi de demokratik konfederalizm oluyor. Zaten Önderliğimiz de PKK’nin önündeki en temel görevin, demokratik ulusun bir bedene kavuşturulması olduğunu belirtti. Aynı anlama gelmek üzere KCK sistemi PKK’nin programı olmaktadır. Bu açıdan nerede olursa olsun, bir sorun varsa, sorunun asıl kaynağı PKK’dir. PKK toplumun tüm sorunlarını kendi sorunları olarak görmek ve onlara çözüm bulmak durumundadır. Alanlardaki sorunlar ve bunlara bulunmuş olan çözümlerin düzeyi, özünde PKK’nin kendisini ne kadar örgütlediğini gösterir. Bu yönüyle sistemimizin tüm sorunları aynı anlama gelmek üzere PKK’nin kendisini ideolojisine ve paradigmasına uygun örgütleme sorunlarıdır. Bu yönüyle PKK’nin, PKK’lilerin başkalarını eleştirme hakkı asla yoktur. Çünkü PKK tüm sorunlara çözüm bulma iddiasındadır ve farkındadır ki, tüm sorunlarımız kendisinin örgütlenme düzeyinde ortaya çıkan problemlerden kaynağını almaktadır.
PKK’nin de amaçlarına ters düşmemesi ve hedeflerine ulaşabilmesi için kendisinden öncekilerin yaptığı hataları tekrarlamaması gerekir. Bunun için de tarihten doğru derslerin çıkarılması şarttır. Bizimle aynı yolun yolcuları için amaçları, istemleri hatta mücadeleleri iyi, ama yol ve yöntemleri kötü değerlendirmesi yapıyoruz. PKK’nin tarihten çıkardığı en temel derslerden biri de zaten bu oluyor: ezilenlerin istem ve amaçları egemenlerin araçları ve kullandıkları yol-yöntemlerle (en genel anlamda paradigma) elde edilemez. Yol ve yöntemler de en az amaçlar ve istemler kadar temiz olmalıdır. Yol ve yöntemlerle amaç ve istemler birbirine uygun ve uyumlu olmalıdır. Bu açıdan kendimizi ele alırken, özünde kendimizi hakikate vuruyoruz. Ne kadar insan olduğumuzu, yaşamımızın ne kadar gerçek yaşam olduğunu, kullandığımız yol ve yöntemlerin gerçekte kime ait olduğunu vb. ele alıyor ve her yönüyle sistem dışı olmaya gayret ediyoruz. Bu sorgulamayı köklü yapamayanların kendilerinde değişim ve yenilenme yaratmaları mümkün olamaz.
Özgürlük sosyolojisi canlılık demektir
Günümüz zihniyet dünyasında yapılmış en büyük yenilik, hiç kuşkusuz ki her şeyin canlı olduğu fikrinin, bilim tarafından da kabul ediliyor olmasıdır. Bilimin kaba materyalist ve mekanik yaklaşımdan belli ölçüde sıyrılarak kuantumla bu yola girmiş olması, çok büyük önem taşır. Kuantum canlılık ilkesini en temel ilkelerinden biri olarak ele almıştır. Bununla kastedilen, her şeyin enerjinin çocuğu olduğudur. Maddeyi yöneten ruh olarak enerji, canlılık anlamına gelir. Bir atom parçacığının ne yapacağına atomun zihni karar vermektedir. Bu yönüyle de bilim mutlak belirlenmişlik ve nesnellik fikrinden kopmuş oluyor. Özcesi canlı bir evrenle karşı karşıyayız. Yaratıcı bir evrenin içinde yaşıyoruz. Canlı-cansız ayırımını önemli ölçüde ortadan kaldırmış bulunuyoruz. Ancak her şeyin canlılık düzeyi farklıdır. Bilinebildiği kadarıyla insan evrendeki en mükemmel varlık oluyor. İkinci doğa olarak insan, evrenin tümünü kendi içinde barındırıyor. Konumuz açısından insanda dile gelen canlılığa yer vermek önemlidir.
İnsan türü için canlılık iki anlama gelir: Birincisi aktif olmayı, ikincisi de aktifleştirmeyi gerektirir. İnsan yüz trilyon hücreden; yani canlıdan oluşur. İnsan da bu yüz trilyon canlının birbirini tamamlaması, bir bütün oluşturması anlamına gelir. Bu olursa bir canlı organizmadan bahsedilebilir, aksi halde canlılıktan bahsedilemez. Canlı organizma olmak, bütünün tüm parçalarının işlemesi, aktif olması demek iken; canlı olamamak parçaların birbirini tamamlamaması, bir olamaması anlamına gelir. Peki, bizde birbirini tamamlama ne kadar vardır? Bir bütün müyüz, parçalı mıyız? Yaşamımızda çoğu zaman şunu görürüz ki, birbirini tamamlama yoktur veya çok azdır. Örneğin pek çoğumuz duygusalız, iki dakika sonra pişman olacağımız şeyi yapmaktan kendini alıkoyamayanlarımızın sayısı hiç de az değildir. Duygusal zeka ile analitik zeka arasında uyumu sağlayamamak belki de en temel sorunlarımızdandır. Duygular öne çıkıyor, analitik zeka tarafından kontrole alınmıyor, bu da pek çok kez problem yaratıyor. Ya da duygular zayıf kalıyor, bu da mevcut durumun sürmesine neden oluyor.
Canlılık, her parçanın kendi misyonu ve işlevi çerçevesinde hareket etmesidir. Mevcut toplumsal gerçeklikte bir canlılıktan bahsedemeyiz. Örneğin toplumda kadın, gençlik kendi gücüne göre davranma, pratikleşme olanağı bulamıyor. Aslında bir bütün olarak egemenler karşısında toplum kendini gerçekleştirme olanağı bulamıyor. Toplum pasifleştirilmiştir, nesneleştirilmiştir.
Halbuki doğada her şey kendi biricikliği içinde ele alınmayı gerektirir. Büyük-küçük, değerli-değersiz, güçlü-güçsüz, özne-nesne ayırımlarını kabul etmez oluşun hakikati. Devletçi sistemlerde bunların tümü fazlasıyla vardır ve bunlar doğal şeyler olmadığından hakikat dışı şeylerdir. Bu tip toplumlar, oluşlar hastalıklıdır, canlı değildir. Peki, biz PKK olarak ne kadar özneyiz, canlıyız ve bu çerçevede ne kadar kuantumiğiz ve birbirimizi tamamlar haldeyiz?
Birisi bir diğerinin önünü keserse o hakikat dışıdır. Biri cinsiyetçilik, iktidarcılık halinde hareket ederse o hakikat dışıdır. Birisi kendisini aktifleştirmediğinde, bir diğeri kendisindeki köle özelliklere karşı harekete geçmediğinde hakikat dışı kalır. Pasiflik, nesnelik, güçsüzlüğün her türden versiyonu hakikat dışıdır. Ve tüm bunlar köle insan özelliklerinin dışa vurumundan öte bir anlam taşımaz. Zayıf insan özellikleridir. Kuantum da dahil insan hakikati, insana istemesi halinde her şeyi yapabileceğini söyler. Tüm bilmelerin kaynağı olarak insanı ele alır. İnsanı aktifliğe davet eder, herkesin içindeki potansiyeli açığa çıkarmaya davettir hakikat. Demokratik konfederalizm de herkesi örgütlemeye çalışırken ya da örgütsüz tek bir kişi bile bırakmamayı esas alırken, özünde insandaki potansiyelin gücüne dayanmaktadır. Herkesi konuşmaya, karar almaya, uygulamaya ve sorumluluk üstlenmeye davet etmektedir. Demokratik konfederalizm tam da bunun sistemi olmaktadır. Dikkat edelim, Önderliğimizin bizden beklentisi, birbirimize dayattıklarımız özü itibariyle herkesi özneleştirme temelindedir. Bu da canlı olmayı başarmak anlamına gelir.
Kişi olarak, örgüt olarak canlı olmayı başarmak gerekir. Özgürlük Sosyolojisi’ne göre iş yapmak tam da budur. Herkesin katılım gösterip göstermemesi çok büyük önem taşır. Ne kadar ortaklaşıyoruz, ne kadar paylaşıyoruz? Toplum kendi kendini yönetmeli diyen bir hareketin kadroları olarak kendi kendimizi yönetme becerisini gösterebiliyor muyuz? Ne kadar sorumluca yaklaşıyoruz? Sorunlara çözüm bulmayı bizzat üstleniyor muyuz, yoksa bu işi hep birilerine mi havale ediyoruz? Hep yönetilmeye mi alışmışız? Peki, katmayan duruşlar karşısında aktifleşme, politik insan olma çabamız ve mücadelemiz ne kadar? Yönetim gerçekliğimiz yeni paradigmaya ne kadar uygun? Yeterince ortaklaşma, paylaşma, gücü açığa çıkararak işlevsel kılma var mı? Yönetim tarzımız ne kadar can alıcı, ne kadar devletçi mantıktan kopuk? Açık ki tüm bu konularda ciddi ve hemen aşılması gereken sıkıntılarımız var. Önderliğimiz de zaten PKK kadrosunun en temel sorununun kolektivizm sorunu olduğunu son savunmada şöyle ortaya koydu: “PKK’de örgütsel bakımdan nicel kadro sıkıntısı olmamakla birlikte, bütün dönemlerde esas sorun, kolektivist olamamaktan kaynaklanmıştır. Ne bireysel roller oynanmakta ne de kolektivizmin gücü yeterince gerçekleştirilebilmektedir. Bireysel rolleri oynamama kadar, kolektivizme girmekten kaçınma da sıkça yaşanan zaaflardır. Bu nedenle de bireyler ve örgütlenmeler muazzam güç kaybına uğramaktadır. Örgütlü kadro olabilme, bireysel rolün örgütlenmeden, örgütlenmenin de inisiyatifli kadrolardan geçtiği sorunu gündemdeki yerini korumaktadır.”
Kişinin kendi içinde yarattığı parçalanmanın bir benzerini örgütsel bütünlüğümüzde de geliştiriyor, parçalı kalıyoruz. Daha inisiyatifli olalım ve herkesin gücü açığa çıksın diye oluşturduğumuz kurumlar, örgütler birbirini tamamlamıyor. Hatta yer yer karalamaya varan pratikler de görülmüyor değil. Peki, canlı bir organizma nasıl çıkacak? Çalışma alanlarını birbirinden üstün gören anlayışlara da rastlanıyor. Birbirinin işini küçümseme hayli fazladır, kendi işini dolayısıyla da kendisini her şeyin merkezine koyma hayli fazla görülen bir durumdur. Şu önemli, şu önemsiz ayırımı yapıldığında kendi elimizle bedenimizi, hatta ruhumuzu parçalamış oluyoruz. Bu parçalamaların tümünün kaynağında devletçi zihniyet vardır. Halbuki herkes ve her şey kendi çapında önemli ve biriciktir. Küçük taşlar olmazsa köşe taşları işe yaramaz, büyük taşların duvarda kullanımını sağlayan küçük taşlardır. Küçük de önemlidir, büyük de… Hepsi birdir.
Özcesi; canlıcılık yaşam tarzımız olmalıdır. İnsan özsel olarak katılımcıdır. Çünkü politik olmak insanın doğasıdır. Bu nedenle katılmamak, aktifleşmemek, sorumluluk duymamak eksik insan olmak demektir. Gerçek insan olabilmek için katılımcı olmak, konuşmak, kendini tanıtmak, yaşadığını hissettirmek gerekir. Bazen öyle arkadaşlara rastlıyoruz ki ne yaşıyor belli değil, ne düşünüyor belli değil, ne hissediyor belli değil, ne yaptığı ve ne yapacağı belli değil. Bu duruş açık ki hakiki bir duruş değildir ve bir ‘ölü can’ duruşudur. Ölü bir duruştur. Duruş kendini katma duruşu olmak durumundadır.
SERXWEBÛN