HABER MERKEZİ –
“Soykırım kamplarından sonra, gökteki tüm tanrıların -sözcü bilim adamlarının- söyleyecekleri tek bir sözcükleri olamaz.”…
Sümer köleci uygarlığı, halkların Verimli Hilal’de yaklaşık 10 bin yıllık süre içinde geliştirdiği neolitik toplumun değerleri üzerinde yükselmiştir. Bazen ticaret, bazen şiddetle ve çoğunlukla kendi verimli sistemini ikna ederek neolitik teknolojiyi ve bilimi tümüyle kendisine mal ettiği gibi, zanaat ve meslek kolları halinde kurumlaştırarak kendi varlığı için olağanüstü bir zenginliğe ve verime dönüştürmüştür. Çağımızın ABD emperyalizminin halklara karşı tutumunda olduğu gibi, neolitik toplumu oluşturan halklar ve etnik gruplar da Sümer köleci uygarlığının bu yükselişi karşısında çakılıp kalmışlardır. Sümer emperyalizmi, özellikle Asur döneminde halkları öyle alt üst etmiş ve yerlerinden atmıştır ki, Ortadoğu ve tüm dünyada etkisi halen yaşanmaktadır. Bir yandan yere çakma, kazığa çakılma, diğer yandan dağıtma bir terör ve soykırım yöntemi haline getirilip insanlığın belleğinde silinmez izler bırakmıştır. Sınıflı toplumda sömürü ve hâkimiyetin insan türü üstünde bu ilk planlı ve sistemli yürütülmesi, günümüze kadar yetkinleşerek sürüp gelmiştir.
Eğer çağımızda da planlı ve sistemli insan kırımı teknik gelişmeyle orantılı olarak daha da büyüyerek yürütülüyorsa, bu durum toplumun hafızasına bir gen olarak yerleşmiş olan bu ilk uygarlık pratiğine derinliğine bağlı olmasından ileri gelmektedir. Canlı türün, insanın genleri nasıl oluşup benzer örneklere yol açıyorsa, toplumsal hafızanın da oluşan genleri vardır ve daha sonraki toplumlara yerleşerek benzer etkilere yol açarlar. Toplumun hâkim ve sömürücü kesimi sürekli şişip bir fazlalığa yol açarken, sömürülen ve yönetilen kesimler zayıflayarak hep bir eksikliği yaşarlar. İnsan türündeki zalimliğin ve sömürünün diyalektiği bir kurulmaya görsün, bu çarkın durdurulması henüz mümkün olamamaktadır. İnsanlık atomu parçalıyor, ama bu çarkı parçalamaktan hala uzaktır.
Soykırım Sisteminin Kilit Kavramı: Nesnellik
Bilimsel yöntemde ‘nesnellik’ kavramını yeniden ve çok derinlikli olarak yorumlamak gerekir. Analitik düşünce dışında, insan bedeni de dâhil canlı ve cansız tüm doğanın nesne olarak tanımlanması, esasta kapitalizmin doğayı ve toplumu sömürüsünde ve tahakküm altına almasında kilit bir işleve sahiptir. Özne ve nesne ayrımını derinleştirmeden ve büyük bir meşruiyete kavuşturmadan, yeniçağa ilişkin zihniyet dönüşümü sağlanamaz.
Özne analitik düşüncenin en meşru geçerli faktörü iken, nesne de üzerinde her tür spekülasyonun yapılabileceği ‘maddi’ öğedir. Diğer bir deyişle ‘objektivite’yi temsil etmektedir. Bu ayrım uğruna büyük kavgalar verilmiştir. Kiliseyle bilimin kavgasını salt ‘doğruluk’ hakkında bir çekişme olarak görmemek gerekir. Bu kavganın altında büyük toplumsal mücadeleler yatmaktadır; bir anlamda ahlâk yüklü eski toplumla ahlâki örtüden soyunmak isteyen çıplak kapitalist toplumun çekişmesi vardır. Mesele salt kilise ile bilim çekişmesi de değildir. Daha genelinde tarih boyunca toplum vicdanının muhafaza ettiği değerler temelinde istismarı yasaklayan, lanetleyen ve günah sayan sistemle hiçbir yasak, günah ve lanet tanımadan toplumu ardına kadar sömürüye ve tahakküme açmak isteyen kapitalist yeni toplumsal projenin çatışması söz konusudur. ‘Nesnel yaklaşım’ bu projenin kilit kavramıdır.
‘Herkesin Herkesle Savaş Hali’
‘Analitik düşünce’nin ‘nesnellik’ kavrayışı altında operasyona yatıramayacağı hiçbir ‘değer’ yoktur. Sadece insan emeği değil, tüm canlı ve cansız doğa tasarruf altına alınıp mülkleştirilebilir. İnceleme ve araştırmalara tabi kılınıp üzerinde her türlü sömürü yapma hakkı kazandırılabilir. Seçkin özneler dışında her şey mekanik olarak değerlendirilip acımasızca tahakküme ve istismara tabi tutulabilir. Doğaya ve topluma karşı temel özne olarak örgütlenen birey-vatandaş ve ulus-devlet toplumu, yeni maskesiz tanrılar olarak, soykırımlar düzenlemekten, çevreyi yaşanmaz hale getirmeye kadar her türlü çılgınlığı yapma kudretine sahip ‘yeni icat’lardır. Eskinin ‘Leviathan’ı artık kudurmuştur; hükmetmeyeceği, parçalamayacağı bir nesne yok gibidir. Nesnel yaklaşımı bilimsel yöntemin son derece masum bir kavramı gibi algılamanın büyük felaketlere, sapmalara ve ortaçağın engizisyonlarının yaptığından daha acımasız katliamlara yol açtığı iyi anlaşılmalıdır. Nesnelliğin hiç de masum bir bilim kavramı olmadığı önemle belirtilmelidir.
Modernitede iktidar hem toplumun içinde hem de toplumlar arasında (Artık devlet ile toplum ayrımı anlamsızlaşmıştır) sürekli savaş anlamına bürünmüştür. Hobbes’un kapitalizm öncesi toplum için söylediği ‘herkesin herkesle savaş hali’, esas olarak kapitalist modernite altında en yetkin halini almıştır. Soykırımlar bu savaşımın zirvesidir.
Yöntem ve bilim sistematiğini kendimizle yeniden başlatmak gibi bir haddini bilmezlik içinde değiliz. Ama değinmeye çalıştığım tüm konularda bir şeylerin yanlış gittiğini ve bunun temelde paradigmasal olduğunu göstermeye çalışıyorum. Yorum ve gerçekleştirme çabalarımın ne yeni bir sistemin kökünden kuruluşu, ne de eleştirdiklerimin tümüyle (inkârcılık, nihilistlik) reddi olarak görülmemesi gerektiğini önemle belirtiyorum. Nihayetinde durumuma benzer milyonlarca olaya, trajediye (sayısız katliam, soykırım ve savaşlar) yol açan kapitalist moderniteyi eleştirmek önemlidir. Hele mensubu olduğum halk ve bölge (Kürtler ve Ortadoğu) tarihin en acımasız bir trajik sürecinden geçerken, bundan sorumlu tutulması gereken tüm etkenleri layıkıyla yorumlamak aydın olmanın asgari şartıdır.
Ne yazık ki, modernite olguculuk üzerine inşa edilmiş bir yaşamın resmidir. Bilinçli olarak ‘resim’ kelimesini kullanıyorum. Çünkü modernite yaşamın özüyle değil, en yüzeysel biçimiyle ilgilidir. Adorno’nun dile getirip de çözemediği “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” deyimi, Yahudi soykırımı karşısında duyduğu büyük hayal kırıklığının sonucudur. Bu aslında kilit bir deyimdir ama açıklamasızdır. Hayatın temel yanlışlığı nerededir? Yanlış hayattan kim sorumludur? Nasıl inşa edilmiştir? Yanlış yaşamın hâkim toplum sistemiyle ilişkisi nedir? Benzer soruların cevabı yoktur. Sadece kökenlerini Aydınlanma ve rasyonalite sürecine dayandırmakla yetinmişlerdir. Konu, yani yanlış olan hayat biçimi muğlâk bırakılmıştır.
‘Ya Özgür Yaşam Ya Soykırım’ Asla Birlikte Yaşanacak Bir İkilem Olamaz
Eleştirilerimiz olsa bile, bilimin parçalanmış halinden de öğrenebildiklerimiz vardır. Toplumsal gerçekliğin farklı bir algılama düzeyi olduğunu sıkça belirtmemiz, diğer bilimlerle aradaki farkı iyi kavramak içindir. Bu farkı yakalamadan, pozitivistlerin düştüğü büyük hataya düşüp ‘bilimcilik’ hastalığından kurtulamayız. Bu hastalıklı halin sonucu ise, kapitalist modernite döneminde yaşanan soykırımdır. Tekrar vurgulamalıyım ki, kendisini dehşete düşüren, hiçbir tanrısal ve insani yaklaşımın neden gerçekleştiğini asla izah edemeyeceğini söylediği soykırım, Adorno’nun hayatın yanlış kurulmasına dayandırdığı büyük suçtur. Adorno, mevcut bakış açıları ve zihniyet kalıplarının soykırım suçu karşısındaki sorumluluklarından hareketle tüm kitapların ateşe atılması gerektiğini belirtir. Soykırım kurbanlarının bunun dışında bir anlamla anılamayacağını belirtmek önemli bir tespittir. Modern yaşam, pozitivizm bu gerçeği kabul etmemekte direniyor. Sanki soykırımlara rağmen toplumsal yaşamın yine de yaşanabileceğini sanıyor. Veya Adorno, bu suçu temel dayanaklarıyla yok etmeden hiçbir kitapta, dolayısıyla zihinde yer bulmaması gereken bu suça cüret etmekten dolayı irkiliyor, kabuğuna çekiliyor ve ölüyor.
Benim yapmaya çalıştığım, bu ‘CÜRET’in kaynaklarını ve olası aşılma biçimlerini sorunsallaştırıp cevap verme yeteneklerimizi açığa çıkararak anlam ve eyleme kavuşturmaktır. Sürüp giden modernitenin gittikçe kurumlaşmış soykırım odaklarına yol açtığını göz ardı edemeyiz. Gözümüzün önündeki Irak gerçeği, Ortadoğu’nun tüm rejimlerinin açık veya örtük soykırımcı niteliğini ve suç ortaklığını gayet açık ve dehşet içinde, sadece içerisinde yanarak eriyenlere değil, gözlemleyenlere de hissettirmektedir. Ama diğer yanda muazzam bir özgür yaşam arayışı da vardır. ‘Ya özgür yaşam ya soykırım’ asla birlikte yaşanacak bir ikilem olamaz. Böyle yaşayarak bu suça asla ortak olamayız. Nasıl oldu da yaşamın en zengin anlamına yol açan bu topraklar, bu tarih bu hale geldi? Bir yandan yaşamın ilk anlamına yol açmış etnisitelerin savaşı, diğer yandan modernitenin son büyük tanrısının önderliğindeki savaşlar? Demek ki, konuya döne dolaşa yüklenmekten, cevabını vermek ve eylemini gerçekleştirmekten kaçınılamaz.
Adorno’nun söylediği gibi, “Soykırım kamplarından sonra, gökteki tüm tanrıların -sözcü bilim adamlarının- söyleyecekleri tek bir sözcükleri olamaz.” Uygarlık sadece bir ‘kanlı mezbahalar seremonisi’ değil, daha fazlası olan bir şeydir; insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Geriye kalan yaşamın posasıdır.
Uygarlık Özgür Yaşamın Anlamının Boşaltılmasından Geriye Kalandır
En basit canlı yaşamına baktığımızda gördüğümüz şey yaşama verdiği anlamdır. Bu öyle bir anlamdır ki, milyonlarca çeşide ulaşabilme, kayalıklara kök salma, gerektiğinde kutup soğuklarında varlığını sürdürme, gerektiğinde uçma, insan buluşlarının yanından bile geçemeyeceği sınırsız teknikleri geliştirme gücüne eriştirir. Uygar toplum ise, başlangıcında yalan dolan ve örgütlenmiş zorla en gelişmiş yaşam varlığını anlam yitimine uğratma, son aşamasında ise intiharın eşiğine getirme gücünden başka hangi anlama veya anlamsızlığa sahiptir?
Sosyoloji Avrupa merkezli uygarlık aşamasında ona bu gücünü yeniden tanıtma sözü olmuştur. Hıristiyanlıktaki deyişle Tanrının son ‘sözü’ olmuştur. Bu sözleri terk etmek, en basit canlının sahip olduğu yaşamın anlamına saygının gereğidir. Ahlâkın en gelişkin varlığı, bu kadar ahlâksızlığı hiçbir şeyle izah edemez. Tekrar hatırlatalım: İLAHLARIN SÖYLEYEBİLECEĞİ TEK SÖZ KALMAMIŞTIR.
Anlamın büyük yitimi karşısında en gelişkin aşamasına ulaşmış maddi uygarlıkla kuşatılmış bulunmaktayız. Sermaye-bilim-politik güç çemberinden kurtuluş nasıl sağlanacaktır? Nietzsche’den Michel Foucault’ya kadar özgürlük filozoflarının cevabını aradıkları bu soru kolayca cevaplandırılacak cinsten değildir. Modernite karşısında ‘iğdiş edilmiş toplum’ ve ‘insanın ölümü’ yargılarına ulaşan bu filozofları anlamak gerekir. Ölüm kampları, atom bombası, etnik temizlik savaşları, çevrenin yıkılması, kitlesel işsizlik, yaşamın aşırı sıkışması, kanserde artış, AIDS türü hastalıklar bu yargıları doğruladığı gibi, karşı hakikat arayışlarını da o denli ivedi ve gerekli kılmaktadır