HABER MERKEZİ –
“Herkesin yanında ve herkesin uğrunda olmaya geldim ve bugün benim tek başıma yaptıklarım yarın yankılanacaktır yığınlardan…” diyor Halil Cibran. Ötesine gerek var mı, ya da başka bir söze? Gerekli mi konuşmak? Bazen tek başına söylenmiş bir söz tarih yaratır, çağ devirir. Bu yüzden herkesin yanında ve herkesin uğrunda olmayı bilmek yeterli. Başka söze gerek yok… Ama söylenmemiş, anlatılmamış, yarıda kalmış olanları da unutmamak ve tamamlamak en önemlisi.
Terzi Hermes’in dediği gibi; “Bilmek, bulmak, susmak gerek” ama asla da unutmamak gerek yaşananları. Unutmanın ihanet olduğunun bilinciyle yaklaşarak ASLA UNUTMAMAK gerek!
Şimdi UNUTMAMIŞLIĞI yazacağım, yazabilirsem eğer. Kalemimin güçsüzlüğünün kusuruna bakmayın, ama ne kadar güçlü olsa da kalanı yaşamak ve yazmak arasındaki o büyük açığın da unutulmaması gerek… Şairin dediği gibi; “Kötü bir anlatıcıyım oysa ben” ama sahiden de can-ı gönülden paylaşmanın tutkunuyum bir dille… Hem en iyi dille anlatsam da tarih karşısında hangi istenç dayanabilir ki, hangi şair eskimez, hangi şiir toz tutmaz ki! Hangi hükümdar devrilmez, çağ yıkılmaz ki tarih karşısında. İşte bu yüzden tarihe karşı yenik bir anlatıcı olarak anlatacağım gördüklerimi unutulmasınlar diye.
En başından başlamalıyım anlatmaya, tarihimizin çok ama çok kısa bir özetini. Bizler HPG tarafından oluşturulan Şehit ve Kayıp Arkadaşları Araştırma Komisyonu’nda çalışma yürütme amacıyla görevlendirildik. Bu çalışmayla hedeflenenin devrimimizin şehitlerinin bilançosunu çıkarabilmek ve en azından toplayabildiğimiz kadar unutulmasınlar diye şehitlerimizin isimlerini kayıtlara geçirebilmektir. Kadın arkadaşlardan oluşan üç kişilik bir komisyon olarak Behdinan (Haftanin, Metina, Zagros, Gare ve Zap) alanını dolaşacak ve stratejik değişimden önce, yani sıcak savaşın en yoğun olduğu dönemlerde yaşamış arkadaşlardan yanlarında şehit düşen arkadaşlara ait tüm bilgileri kayıtlara geçirecektik. Peki, daha önce bu arkadaşların sicilleri alınmamış mıydı? Alınmıştı. Partiye katılan her arkadaşın sivil yaşamına ait tüm sicil bilgileri alınır, ama teknolojik imkânlardan nasibini almamış olan ülkemizde tükenmez kalemle kâğıtlara işlenen tüm bu bilgiler düşmanın eline geçmesin diye arazinin en güvenlikli yerlerinde toprak altına saklanmıştı. Fakat bu sicilleri saklayan arkadaşlar da şehit düşünce toprak altında kaldı tüm arşivlerimiz.
Şehitlerimiz kayıtlara geçmedi, kimi arşivler düşmanın eline geçti, kimi ise hala toprak altında. İşte bu yüzden bizim tek arşivimiz PKK tarihinin bir yerlerinde yaşamış, bu mücadelenin bir yerlerinden omuzlamış olan arkadaşlarımızın bellekleri, yani hafızalarındaki o bilgi kırıntılarıydı. Tarihi bunlardan derleyecek ve yazacaktık.
Tabi bazı yoldaşlarımızın ismi bile yok ve unutulmuştu. Daha gerilla kıyafeti giyinmeden, eline silah bile almadan şehit düşenlerimiz, katledilenlerimiz öylesine çok ki!
Tıpkı meçhul bir asker gibi. Her taşın, her ağacın, her derenin kenar yanı başı birer anıt olabilecek kadar kutsal! İşte bu yüzden kutsaldır dağlarımız.
Yürüdüğün her patikada senden önce yürümüş binlerce ayak izi vardır, terli sırtını dayadığın her taşta binlerce yoldaşının teri kurumuştur, her ağacın gölgesinde dinlenenler, her yıldızda senden önce oraya çakılmış umutlar, düşler vardır. Belki de sen en sonuncususun, ardılları tükenmeyecek olan!
“İnanın bana derelerden su değil, kan akıyordu. Sahiden de hangi suya baksan oluk oluk kan akıyordu. ‘92 Rubarok karakol eyleminde” diyordu bir kadın arkadaş. “Kesilmiş başları, kulaklarını gördüm, yoldaşlarımızın. Daha birkaç dakika önce gülüp sohbet ediyor, kahkaha atıyorlardı. Kesilmiş bedenlerine rağmen dudağında hala gülüşü duruyordu, yarıda kalmıştı.” diye anlatıyordu bir başkası.
“Gece son nöbetçiydi, ben subayım ve en son nöbetçi tekmilini bana vermeliydi. Fakat o arkadaş bana tekmil vermedi, çünkü o sırada nokta baskını yedik ve yaralandı. Şehit düşmek üzereydi yanına gittim, doğruldu ve oturmaya çalıştı. ‘Heval sen subaydın. Sana tekmilimi ve nöbet listesini teslim edecektim, ama gördüğün gibi, sana tekmilimi şimdi verebilirim. Nöbetimde baskın yedik, al bu da nöbet listesi. Görevimi yerine getirmeden şehit düşmek istemiyorum.’ dedi ve ardından şehit düştü.” diyerek gözleri dolu dolu anlatıyor bir başka arkadaş.
Şu dağlardan kimler geçmemiş ki, adı sanı olmayan, mezarı bilinmeyen ya da yaşadığına veya şehit düştüğüne ilişkin hiçbir şey bilinmeyen nice insanlar. Hangi patikaya vurursanız vurun kendinizi mekap izlerinden, kara lastik izlerinden başka hiçbir şey göremeyeceksiniz ve bir zaman sonra başka birinin izi geçecek sizin izlerinizin üzerinde. Kim olduğunuzu hiç kimse bilmeyecek belki, ama izinizi yolunuzu bilecek herkes!
Bir başka arkadaş Xemgin Maraş adında şehit bir arkadaşın sicilini verirken bilgileri hatırlayamamıştı, ama aklına ilk gelen; Heval birçok bilgisini hatırlayamıyorum, ama Önderlik Sahası’ndan geldiğinde ayak numarası büyük olduğu için yanında yedek bir 52 numara mekap getirmişti. Tek hatırladığım 52 numara ayakkabı giyiniyordu” ve biz de aldığımız notların altına şöyle bir not düştük; “52 numara ayakkabı giyinen Maraşlı bir Xemgin arkadaş varmış. Maraşlı bir Xemgin geçmiş bu dağlardan” Kim bilir ne umutlar, hayaller beslemiş geleceğe dair, nice düşler kurmuş, özgürlük için.
Bir diğer arkadaş şöyle söylüyor; “Eylemden dönmüştük. Başarılı bir eylemdi. Çok sevdiğim bir arkadaş vardı, o da eylem grubundaydı. Ben kendisini bekliyordum merakla. Ama arkadaşlar cenazesini getirdiler.”
Her biri anlatırken bir bir anılarına dönüyor, tekrar tekrar şehit arkadaşlarla birlikte yaşadıkları anları yaşayıp geri geliyor güne. Ve en çok söyledikleri söz; “Biz yıllardır bu yoldaşlarımızı unutmaya çalıştık. Siz yeniden gelmiş, bize onları soruyorsunuz. Bırakın da unutabilelim onları. Ama onları unuttuğumuzu sanmayın, unutmasak ya delirmemiz gerek ya da intihar etmemiz.”
“Yaşadığım için utanıyorum. O kadar çok can yoldaşımız şehit düştü ki, şehit düşmemiş olduğum için utanç duyuyorum.” diyenleri gördük.
“Bir Gundi arkadaş vardı. Taşdelen Karakol eyleminde yer aldı. Kendisi ağır silahlardan olan B-7 silahını kullanıyordu. Eyleme gitmeden önce espri yaptık ve; ‘Heval Gundi peki diyelim senin roketlerin bitti eylemde. Ne yapacaksın o zaman?’ Gundi arkadaş ise; “Eğer roketim biterse kendimi roket yapıp düşmanın ortasında patlatacağım” diyerek eyleme gitti ve sahiden de son roketini silaha bağlayıp omzuna bırakıyor ve koşarak karakolun içerisine girip patlatıyor. O sahiden de kedisini roket yaparak şehit düştü diyenleri gördük…
“Devrim evlatlarını topluyor yıllar sonra. Ama bulamıyor. Kız mıdır, erkek midir onu bile bilemiyor devrimimiz. Oluk oluk akan kanın kimlere ait olduğunu bile bilmiyoruz” diyerek hıçkıranları gördük…
“Biz bir takımlık kadın arkadaş gücüydük. 99 yılında Çarçella’da hepsi şehit düştü…” cümlesini tamamlayamadan yanımızdan ayrılanları gördük.
“Bizden tek bir isteği var yoldaşlar. Tek isteğim beni unutmamanızdır” diyerek şehit düşenleri anlatanları gördük.
Yaralanıp kendi kanıyla slogan yazanların hayatlarını yazıp dinledik. Arkadaşların hayatını kurtarmak için kendisini feda edenleri, esir düşmemek için uçurumlardan atlayanları, bombalarını kendilerinde patlatanları yazıp dinledik. Kimi zaman şehit düştüğü sanılan ama günlerce dağlarda yaralı haliyle dolaşıp arkadaşlara ulaşan ve sonradan şehit düşenleri yazdık. Önderliğin esaretini televizyonda görünce kalp krizi geçirerek şehit düşen o gencecik kalpleri gördük.
“Uçaklar vurmuştu. Gittim, yoldaşlarımızın kanları çiçeklere, ağaçlara sıçramış. Parça parça olmuş cenazelerini topladık. Onları ancak elbise parçalarından tanıdık.”
“Heval eğitim” dediğimizde “Hayır, şer şer şer!” diyen yoldaşları tanıdık.
“O kekeme bir arkadaştı. Onun kadar güzel savaşan hiç kimseyi görmedim. Adı Sılav olan bir arkadaştı.”
“Serhatlı bir Alişer vardı. O kadar sabırlı ve olgundu ki! Düşman havan roketi attığında bile kendisini yere atmaz, yürüyüş istifini bozmazdı. Korkusuzdu.” diye anlatanları gördük.
“Cenazesini aldık. Toprağa kazmak için bıçak kullandık. Mezar kazacak bir kazmamız bile yoktu.”
“Onun varlığı bize her zaman güç verirdi. O yanımızda olunca dünya bile üzerimize gelse umurumuzda olmazdı.”
Ve anlatımlar uzayıp gidiyor… Ama ben ve kalemim tarih değiliz, kötü bir yazıcı, anlatıcıyız. O anı yaşayanlara göre bitmeyen, uzun öldürücü olan anları ancak yaşayarak anlayabilir insan. Yazmak, yaşamak değil… Yaşamak ise bizim memleketimizde, dağlarda yani acılarla özdeş. Ama yine de gülebilmeyi becerebilmekte saklı yaşam…
Yine bir kadın arkadaş anlatıyor: “Takım komutanı bir erkek arkadaş operasyonda ağır yaralandı. Şehit düşecekti. Binlerce asker üzerimize geliyordu. Ben o yaralı arkadaşın başını dizlerimize bırakıp elini tuttum. Şehit düşmesini istemediğim için elini tutarak bekledim. O sıra 5-10 dakika uykuda kalmışım. Aniden uyandığımda dizlerimizin üstünde şehit düştüğünü gördüm ve kala kaldım. O sıra diğer arkadaşlar onun yanına geldiler ve şehit düştüğünü gördüler. Hepimiz öylece donup kaldık. Bir erkek arkadaş tutamadı kendisini ve ‘Lanet olası! Ey Kürdistan sana karşı sevgimizin karşılığı bu mu? Yoldaşlarımızı geri ver bize, lanet olsun! Bana yoldaşlarımı geri ver. İstemiyoruz seni, sevgimizin karşılığı bu mu?’ diye bağırıp ağladı… Ve aslında bizim o an yapamadığımız tek şey buydu ve o bizim yapamadığımızı yapmıştı!” diyor.
“Bir Memo’muz vardı, bizim. O her zaman gülerdi. Hep gülümserdi”
“Bir arkadaş daha vardı. Gencecikti. Biz çatışmadaydık, o benim altımdaki mevzide çatışıyordu. Çok heyecanlı, moralli bir arkadaştı. O sıra ayağa kalkıp bana döndü ve; ‘heval biliyor musun, ben asla ölmeyeceğim’ dedi. Bu sözü söyler söylemez başından mermi yedi ve şehit düştü. O sahiden de ölmüştü.”
Hasan ve Hüseyin kardeşler, üniversiteden birlikte katılıyorlar ve birlikte şehit düşüyorlar. Bir Zal yoldaşımız anlatıldı Amed şehidi! Rabun unutulur mu? Mazlumlar, Dersimler, Nevaller, Hevidarlar… Karda donanlar, fırtınada boğulanlar, sulara kapılanlar. Yalnızca bir tek eylemde 33 mermi yiyen efsane komutan Ahmet Rapolar! Dilanlar Garzan uçurumlarında…
Kozluk vadisinde Pılınglar, Zel yaylalarında Tekoşinler, Amanoslarda Agitler, Aslanlar… Karadeniz’de yanık sesli Nurhaklar… Unutulur mu? Düşmanla kafa bulan, onu gördüğünde savaşacağız diye moral alan Çektarlar. Hangi biri unutulur ki! Mavi gözlü Türk Rozalar, ‘sarışın, çok yakışıklıydı’ denilen Alişerler, Çerkez Helinler, Kura Jaro dağında Faraşinler, Dersimler unutulabilir mi? Enternasyonalistlerimizden Bağdat’lı Arap Mazlumlar, Zagroslarda Mervan Goşto, Çoman’da Botan Ertuşlar, Avaşin’de Tekoşin Malatyalılar…
Unutulur mu…
Ve daha niceleri var yazılmamış, anlatılmamış olan. Kahramanlarımız öylesine çok ki. Tam vaktinde baharlarla gülmüş, sonbaharla ağlamış binlerce isimsiz kahramanımızı yazmak kolay mı? Tüm bu sicilleri derlerken şu şiir hep aklımdaydı:
“bir bildiği var elbet bu
çocukların
kolay değil öyle genç
ölmek
yeşil bir yaprak gibi
yüreği
koparıp ateşe atmak
kolay değil a benim
gülüm…”
Elbette bu çocukların bildikleri vardı. Düşleri, umutları vardı… Özgürlüğün saçlarını okşayan deli rüzgârları, umudu bile kıskandıran umutlu kahkahaları vardı. Ölümün bile deviremeyeceği yaşam sevinçleri, dünyanın hiç kimsenin henüz bile anlayamadığı YOLDAŞ, ÜLKE VE HALK sevgileri ve sonsuz bir umut dağıtan BAŞKAN APOLARI vardı. Bir de her birinin öncüleri ŞEHİTLERİMİZ…
Gerçeklik… “Gerçek çıplak dolaşmayı sever” diyor Başkan Apo. Ama gerçekler en çok dağlarda çıplaktır. Sen acının ne kadar acı, öfkenin öfke, sevginin sevgi olduğunu en çok dağlarda öğrenirsin. Doğa çıplak, ilk günkü halinde bakire ve insanoğlunun eli değmemiş, yürek yalın ve çıplak, umut çıplak anadan doğma bakirdir… Diyalektiğin bile ne kadar diyalektik olduğunu yine dağlar öğretir insana… Yani sen yaşayarak, yaşama karışarak öğrenirsin yaşamayı. Aç kalarak tokluğun ne olduğunu ve kendini nasıl doyuracağını öğrenirsin. Çıplak kalıp elbisen fosile dönüştükçe yokluğu öğrenir ve yamalamanın nasılını bulursun. Ölüm her an ensende soluğunu hissettirdikçe, oluk oluk kan akıp seni boğdukça yaşamanın ne kadar güzel olduğunu düşünür ve ‘Nasıl yaşamalı?’ sorusunu cevaplarsın.
Ve kahramanlığı kadar ihaneti de boldur gerçekliğimizin. Ve de tersi; ihaneti kadar, kahramanlığı da. Apo ve Busch diyalektiği, ihanet ve kahramanlık, acı ve sevinç, düşman ve dost, kölelik ve özgürlük diyalektikleri… Her biri ötekinin sebebi ve her biri diğerinin sonucu…
“98’de Cudi’de biri ihanet edip düşmana gitti. Düşmanı arkadaşların üzerine getirdi. Ve düşman kimyasal silahlarla 18 arkadaşı katletti.” diyor biri…
“Biri kaçıp düşmanı bir grup arkadaşın üzerine getirdi. Toplam 3-4 arkadaş düşmanın eline sağ olarak geçti. Düşman bu arkadaşlara insanlık dışı uygulamalarda bulundu. Kulaklarını, başlarını kesti. Selim adında Derik’li olan bir arkadaş ‘tamam ben teslim oluyorum, size mayınların yerini göstereceğim’ diyor ve düşmanı mayınların yanına götürüyor. Düşman yaklaşınca bir mayını patlatarak 13-14 askeri vuruyor ve kendisi de fedaice şehit düşüyor” diye anlatıyor arkadaşlarımız…
“Biri kaçıp düşmanı arkadaşların üzerine getirdi. Çatışma çıktı ve bir arkadaş yaralandı. O yaralı arkadaşı kurtarmak için giden her arkadaş şehit düştü. Toplam 5 arkadaş gitmişti ve hepsi şehit düştü. Ama sonunda o yaralı arkadaş kurtarıldı” diyor başka arkadaşlar…
İhanetin ve kahramanlığın hangi örneğini sıralayabiliriz ki daha fazla…
Evet, bunlar da gerçeğin yüzü ama en çıplak ve en acı yüzü…
Bir tarihi yazmak kolay değil, hele bir de bu bizim tarihimiz olunca. Her bir anı bir destan niteliğinde olan gerillacılığı ve kahramanlıkları ancak anlamak gerek. Ve daha nice olaylar ve nice şehitlerimiz var. Birçok arkadaş şunu söylüyordu: “Heval o şehit arkadaşın her şeyi aklımda. Şu an bile gözlerimin önünde. Gülüşü, konuşması, tavırları, kahkahası; ama ismini bir türlü hatırlayamıyorum. Hem hangi birini hatırlayayım ki. Bırakın onlar öylece yerlerinde, gönül tahtlarımızda kalsınlar! İsim önemli mi, onlar her zaman yüreğimizde olacaklar ‘isimsiz kahramanlar olarak’ ama yine de yazılmalıdır tarihe. Çünkü Başkan Apo’nun dediği gibi; “Tarih dışında neyiz ki. Tarihten başka neyiz ki!” bizler. Geleceğe bırakabileceğimiz tek mirasımız tarihten başka nedir ki!”
Ve çalışmamızın diğer önemli bir yanı da şehit sicilleri veren arkadaşlarımızın o anlarda yaşadıklarında saklıydı.
Bu topraklarda ölmek kadar yaşamanın da kahramanlık değerini taşıdığını hiç kimse inkâr edemez. Kahramanlık fedaice vuruşmak kadar yaşamın üstesinden gelmek ve zamana, tarihe direnebilmektir bence. Bir nergis çiçeği düşünün ki, her zaman kayalıklarda boy verir. En sert, en asi kayalıklarda kök salan nergis öyle narin, cennet kokulu bir çiçektir ki anlatılamaz. İşte yaşamak budur ve her gerillanın ölümleri kadar yaşam ve var oluş savaşı da çetindir en az bir nergis kadar. Bu yüzden nergis de kahraman bir çiçektir gerillada. O yaşama savaşında tüm acıların, ihanetlerin üstesinden gelmiştir artık. Kardeleni düşünün, kışın karın altında, kıraç bir coğrafyada boy verişini, toprakla olan mücadelesini ve topraktan fışkırarak filizlenmesini…
Yaşamaya güç getirmek “en kahpe acılara çatıp da gelmek”. Her biri birer kahramanlık değerinde. Bu yüzden yaşam kavgasının kendisinde saklıdır, kahramanlık.
Ve sicil veren her arkadaş hemen hemen aynı duyguları farklı farklı biçimlerde yaşıyordu. Kimi hızla anlatıp geçiyor, kimi defalarca ara veriyor, kimi araziye gidip gizlice ağlayıp geri geliyor, bazıları da gözyaşlarını bastırmak için espriye dökerek gülüyordu.
Sicil veren bir arkadaş şehit arkadaşın ismini hatırlamamıştı, gece rüyasına girmiş ve şehit arkadaş ona kızarak; “Sen niye benim sicilimi vermiyorsun? Beni unuttun mu?” demiş o da; “Hayır, heval vallahi ben seni unutmadım. Sen her zaman aklımdasın, ama bir türlü senin ismini hatırlayamadım” demiş rüyasında ve sabah uyandığında dudağı uçuklamıştı arkadaşımızın.
…
Evet, Ocak 2005’te başladığımız bu çalışmamızda Haftanin, Metina, Zağros, Gare ve Zap alanlarını gezdik. Bol bol ülke, dağ, yoldaş, arkadaş, şehit topladık. Ülke topladık… Avaşin’den Habur’a, oradan Xazır suyuna umutlar akıttık. Karlarda çalışmamızın moraliyle yürüdük. Ülkemizin yağmuruna, çamuruna batarak coşkuyla, şevkle çalıştık… Binlerce arkadaşın sicilini aldık. Tüm bunlar bağlılıkta, inançta ve umutta biledi bizi. Ve anlamlı bir marşın dizelerini söyletti bizlere.
“Eğer ölürsem dost, silahımı kap ve öcümü al…”
Ve asla unutma…
Ve tüm bunların yanında şimdi Hayri Durmuş arkadaşın o güzel şiiri gelecek özlemlerimizi en güzel bir biçimde ifade ederek yüreklerimize.
“Ey kutsal gelecek!
aç yüzünü
genç kız tazeliğiyle
sana hasretimiz var”
Herkesin yanında ve herkesin uğrunda olmayı bilenlere…