HABER MERKEZİ –
“Kimse acısı sahiplenmiyor artık” diyen bir kadın dengbêjin sözüyle başlamak, çok anlamlı olur sanıyorum, müzik kültürünü anlatmak amacıyla kaleme alınan bir yazıya… Acıyı sahiplenmek, dörde bölünen bir gövdenin, diline kilit vurulan bir halkın, çamaşır leğeninde her gün yeniden yeniden suyu sıkılan kadının acısını… Acıyı… O yüzden mi geçmişten günümüze akan klamlarım, hep hüznü anlatır. Gönül Yarası adlı filmde, anlamadığı bir Kürtçe şarkıda ağlamasına şaşırılan oyuncunun “Şarkıya ağlamak için, ille de onu anlamak mı lazım?” demesi, stranın içli melodisinin, beyaz perdeye yansıyışı olsa gerek.
Müzik; kimi zaman neşeye boğan, kimi zamanda hüzünle dolduran her yanı. Duyguların aynası ya da iktidarın eline geçtiğinde, bir tahrifat. Melodiler de tıpkı diğer sanat alanları gibi, pek çok amaç ve felsefe tarafından sahiplenilmiştir. Worringer’e göre, “Algının büyük acısını dindirmeyi hedefleyen yaratımlardır.” Bazı görüşlere göre, yaşamın vahşiliğini ve sancısını görmemizi sağlar. Marksistlere göre ise müzik, “Ütopik ufkun hemen ayaklarımızın dibinde başladığı bir alandır. Müzik, elimizde olmayanı duymamızı sağlar. Müzik, olabilecek şeyin, hatırlanmasıdır.” Finans – Kapital, sanatı öyle amacından çıkartıp, sunuyor ki toplumun önüne, o yozlaştırıcı yasalarını empoze etme aracına döndürüyor, her bir notayı. Durum öyle bir hal alıyor ki, müzik, duyu organlarımızı bir anestezi gibi uyuşturuyor. İnsanın boşalan duygularından arda kalan yıkıntıyı da kültüre havale ediyor. Ne var ki kültür, hiçbir zaman böylesi bir harabeyi, restore edemiyor. Aksine, o da bu dişlilerin döndüğü çark olageliyor. Kadının fiziği ve cinselliğin konu edilerek, kitlesel bir şekilde üretilen pop müzik, bir bütün olarak toplumun bugün geldiği düzeyi yansıtıyor. Anlam taşımayan üretimler, bunu gösteriyor. Medyanın avantajlarını da kullanarak, sisteminin çirkinlikleri, o güzelim ezgilere yansıyor. “Saçlarından yol getir”, “Kız hepsi senin mi?”, “Bandıra bandıra ye beni”, “15 yaşında bir güzele vuruldum”… Bu örneklerin sayısını dilediğiniz kadar arttırabiliriz. Toplumun nasıl şekillendirildiğine verilecek müzik örneklerini bulmak için, dinleyeceğiniz birçok pop ürünü (!), misallerle doludur.
Oysa müzik, doğadaki seslerin taklidiyle başlamıştır, tüm sanat dalları gibi… Kuşların sesinin cıvıltılarının kulağa hoş gelişinden çıkılmıştır, yola… Ve mülkiyetin, hırsın, iktidarın, sömürünün çıkışıyla da bu kez eskiye olan özlemi anlatmak için kaldırmıştır başını gökyüzüne. Müzik doğanın uzantısıdır. Duyguların bileşkesi, yani. Sanço Panza’ nın, ormandaki orkestranın uzaktan gelen seslerini duyduğunda ıstırap duyan bir düşeşe söylediği söz, “Müziğin olduğu yerde madam, kötülük olmaz.” Bu cümle ne kadar da çok şeyi anlatıyor, değil mi?
Sanat çoğu zamanda, geçmiş yaşanmışlıkları da taşıyor bugüne. Bilinmeyeni, unutulanı, yazısız olanı. Yazıdan öncesini… Bir yazarın, heykel sanatından yola çıkarak gittiği tarihe ilişkin şu sonucu örnek vererek, somutlaştırabiliriz sanırım cümlemizi; “Pek çok yerde Venüs kadın heykelleri oldukça yetkinleşmişti. Belki de bu insanların evcilleştirilmesinin, hayvanların evcilleştirilmesinden önce geldiğini gösterir.”
Başlangıcı tarihten bile gizli bir halkın, tınılara yüklediği anlam bir başka olsa gerek. Geçmiş aşkları, kahramanlıkları, doğayı, kadını, acıyı, sevinci, neredeyse destanları dile getirenler; ‘Dengbêjler’, Mezopotamyalı bebeğin kulağına fısıldanan kültürü, ezgiyle sunanlar. Ağıtlara, zılgıtlara taşıyanlar. Evdelê Zeynikê’nin yaralı turnası, Meryem Xan’ın, Şakiro’nun çığlığı…
Halkın feodal gerçekliğine dayanarak da Dengbêj Divanına sadece erkeklerin çıkma kararı vardı birde. Tabi tabular, yıkılmaya mahkûmdu. Belki Ayşe Şan’ın Erivan radyosundan gelen sesiyle bozulacaktı, ezgideki erkek otoritesi. Ya da Meryem Xan’ın, çok sevdiği eşinin “Ben ya da müzik, tercihini yap” demesiyle, sanatı seçip, sonrada bu kahrolası tercih yapma zorunluluğunun acısı nedeniyle bir gün bile yüzü gülmeyen, buna rağmen kadını Dengbêj Divanıyla bir araya getirmesi gibi… Bu kadınlar, büyük bir önem taşıyorlar halkın yüreğinde. Dengbêj, denildiğinde ilk akla gelenin Ayşe Şan ya da Kadın ve müzik… Zaten doğurganlığı, yaratıcılığı ile tanınan kadının, sanatta çok daha verimli ve iz bırakıcı olmasından normal ne olabilirdi ki… Daha minicik ellere sahipken, küçücük kulaklarımızın duyduğu ilk melodi, annemizin sesinden ninniler olmuyor muydu?
Müzik, doğru ellerde, doğayla bütünleşme, onun parçası olma… Bal arılarının, civcivlerin ve insanın, tıpkı bir konçertodaki gibi farklı seslerle, özgünlüklerini koruyarak, ama bir aradaki ezgi sesi…
Dengbêjler, müziği duyguya boğanlar. Geçmiş ve geleceğin bağını kuranlar…
Kadınlar, üretimi yaratanlar. Yaratıcılar. Sanatın, özünü taçlandıranlar. Minik kulaklara, melodiler eşliğinde, paylaşımı, sadeliği, sevgiyi, umudu ve yarını, ninnilerle fısıldayanlar…
ZİN EVİNAWELAT – SITÎ ÇİYA