HABER MERKEZİ –
O yüreğimde büyümemiş çocuk gülümsemeleri taşıdığımı söylüyordu.
Bir gün bir mektup aldım. Garip bir adı vardı gönderenin: Arhat. Hem de Arhat Ba. İsmin garipliğine çok zaman ayırmadan sözcüklerin seyrine koyuldum. “Yüreğinde büyümemiş çocuk gülümsemeleri taşıyan değerli yoldaşım…” diye bir hitapla giriş yapmış.
O gün, o satırları nakışlayan kıymetli elleri hiç göremeyeceğimi, hayatın bana göstereceği yeni yaşam yollarını o satırlarda bulacağımı ya da bilmediğim birçok başka anlamın oraya doluşacağını elbette ki öngöremezdim. İnsan, bildiklerinin çoğalmasından çok daha fazla bilinmezliklerin çoğalmasıyla büyüyor. O gün o hitabı bir edebi giriş olarak algıladım ve hızla, yutarcasına satırları okudum. Kitabıma ilişkin çok hoşuma giden belirlemeleri vardı.
O günün mutluluğunu unutamam. Mutluluk, edebi dilime ilişkin övgülerden kaynaklanmıyordu tabii. Mutluluk, Başurê Kurdistan’daki bir dağ başında hiç tanımadığım bir gencecik yüreğe ulaşan, okundukça onun yüreğinde yeniden ilmek ilmek dokunan, ve bu yolla bir daha yazılan, bir daha yaratılan yüreğimin ritmiydi. Dağ başlarına ulaşıyordum işte. Bedenim nerede olursa olsun yüreğim, ruhum ve benliğim dağ dağ adımlıyordu adı dile geldiğinde bir büyüyü hareketlendiren ülkemi. Kelime kelime, harf harf yüreğimi dağ başlarına ulaştırıyordum. Mevzide, her mevsimin rüzgârını göğüsleyen Kürt çocuklarının göğüslerinde benim de kelimelerime de yer açılıyordu. Onların yüreklerinde benim kelimelerime yer açıldıkça içim ferahlıyordu. Daralmaların tükenip yok olduğu ve masmavi ferahlıkları yarattığı, yoksunlukların utançla kaçıp gittikleri ve yerlerini teşbihsiz bir zenginliğe bıraktıkları bir büyüme yaşıyordum.
Ama o, o mektup öyle söylemiyordu.
O yüreğimde büyümemiş çocuk gülümsemeleri taşıdığımı söylüyordu.
Bugünden o günkü mutluluğa bakıyorum bir kez daha. Bu defa kendisini göremediğim, tanıyamadığım Arhat’ın resimlerine bakıyor, ardından dokunmak istiyorum o anın mutluluğuna. Doğrusu bu ya, yüreğimde büyümemiş öyle çok şey var ki. Bu büyümemişliklerin çocuksu olmaktan ziyade büyütemediğim takdirde cüce kalacaklarının acı bilinciyle bakıyorum o mutluluğa. Arhat’ı tanımamı bahşetmemiş zalim tanrılara öfkeyle ve yürek sızısıyla…
Arhat yoldaşın yüreğindeki özgürlük aşkını onu tanıyan yoldaşların onu anlatmaya çalışırkenki çabalarından ve kifayetsizliklerinin bilincinden çıkarsamak zor değil.
Onun sözcükleri kendi yüreğindeki özgürlük aşkını tanımlıyor, anlaşılır kılıyor ve yaşatıyor. Mücadele içindeki tüm yoldaşların büyük bir aşkla birbirlerine bağlı olduklarını anlatıyor. Hepimizin birbirimize büyük bir aşkla, tutkuyla bağlı olduğunu dile getirmekten hiç mi hiç çekinmiyor, sıkılmıyor. Utanmıyor. Egemenliklerin ve ataerkil kültürün kirli utancı onun umurunda değil.
“Hakikat yolunda olan özgür yoldaşım, sizi özgürlük aşkıyla, sevgiyle selamlıyorum” diye başlayan mektubu yoldaşlığın, bağlılığın, özgürlük aşkının ve bu aşkın insan yüreğiyle, kanıyla, teriyle, nefesiyle, heyecanlarıyla, göğüslediği dağ rüzgârlarıyla nasıl da yoğrulduğunu anlatmaya yetiyor.
Hiç tanımadığı birini özler mi insan? Belki çoğu insana bu durum garip gelir. Tabii ki bunu deneyimlemiş olanlar da vardır. Ben, hiç tanımadığım Arhat’ı özlüyorum. Tanımamanın eksikliğiyle, bir yanımda onu tanımamanın yarattığı boşlukla ve bu boşluğu ebediyete kadar dolduramayacağımın ezici bilinciyle, hiçbir sözcüğün, hiçbir görüntünün o boşluğu yok edemeyeceğinin kifayetsizliğiyle, sonsuz özlüyorum onu.
Behdinan dağlarında, çantasında azığı, omzunda silahı, kamerası ve yüreğinde ülkesinin tüm dağlarını ve tüm altın yürekli çocuklarını, analarını sığdıracak bir yücelikle ilerliyor Arhat. Bir dağ lalesine bakıyor, vermekte asla tereddüt etmediği, etmeyeceğini kanını, kendisi gibi olan tüm yoldaşlarının ruhundan edindiği anlamı o lalenin kızıllığına sürerek koparıyor onu. Büyük bir aşkla defterinin arasına koyuyor ve defterini yeniden çantasına koyuyor. Kızıl lalenin bir yaprağının yapıştırıldığı satırları okumaktan öte yudum yudum içiyorum. Hiç tanımadığı bir arkadaşına kızıl lalenin yanına iliştirdiği sözlerin farkında değil mi acaba diye şüpheye düşmeden de edemiyorum: “Sizi o kadar özlüyorum ki…”
Bir satırında usta çırak ilişkisinden söz edip yanıma gelmek istediğini, çırak olmak istediğini, kendini eğitmek istediğini söylüyor. Oysa hayat, kimin usta kimin çırak olacağını kesin olarak söylemez hiç bir zaman.
Meğer tarihe geçen o “Saet xweş!” sözü onun sesindenmiş. Saet xweş dediğini, ardından çantası sırtında, yükünü yüklenip yönünü daha yüksek dağlara verdiğini, bir eylemin en sıcak anlarını tarihe yazmak ve kalıcılaştırmak için dağ dağ güzellikleri adımladığını çok sonradan öğreniyorum.
Büyümemişim ya, hep geride kalıyorum.
Benim büyümemişliğime karşın sen büyümüşsün yoldaş. Hem de öyle büyümüşsün ki hepimizi kendi mabedinde secdeye durduracak bir yüreğin taşıyıcısı olmuşsun. Büsbütün bir yürek olmuşsun…
Bir ülke ve bir dağ…
Şehit düşeceğini öngörmüşsün.
Son görevini büyük bir aşkla yerine getirmiş, tekmilini vermişsin.
Elindeki her satırı, her kareyi tarihe, arkadaşlarına, mücadelene sağlam ulaştırmayı kendine görev bilmişsin. Onları zerresine kadar korumuş ve sonrasında can vermişsin.
Usta sensin yoldaş.
Dilzar Dîlok/PKK Online