HABER MERKEZİ –
“Kürt halkı, Türk devletinin düşman olduğunu, yeni doğan bebeklerden başlamak üzere tüm çocuklarına adı gibi öğretmelidir. Çünkü; günümüzde yurtsever olmanın en önemli görevi ve ölçüsü çocuklarını düşman bilinciyle büyütmektir. İkincisi; her zaman bu tür bir saldırı karşısında tavır ve tutum sahibi olmak ve hemen deşifre etmektir. Düşürülen kişilikleri düşmanın elinden kurtarmak da yurtseverlik gereğidir. En önemlisi de kendini savunmanın, sömürgeci soykırımcı rejimi ve devleti yenmenin en önemli silahı yurtsever bilinç, örgütlenme ve mücadele olduğu gerçeğinin asla ve asla unutulmamasıdır.”
Sömürgeci-soykırımcı Türk devleti, Kürtleri Türkleştirmek, Kürdistan’ı Türk sömürgeciliğinin yayılma alanı haline getirmek amacıyla Kürt halkına karşı yüz yıldır soykırım saldırıları yürütüyor. Kürt halkı da bu saldırılara karşı kültürel, siyasal ve askeri direniş ile cevap veriyor. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin, Kürt inkârı ve imhasını tamamlamak için her dönem ağırlık verdiği bir saldırı biçimi olmuştur. Ağırlık verdiği saldırı biçimine göre devlet ve rejiminde değişikliklere gitmiştir. 1921-1940 arası fiziki soykırım politikaları ile geçmiştir. 1960’tan itibaren başta Dersim ve Güney-Batı Kürdistan olmak üzere Bakur’un her yerinden milyonlarca Kürt, bilinçli ve planlı bir şekilde Kürdistan’dan göçertilmiştir. Bu politika ile Kürtleri Türkiye kentlerine ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya göçertmeye ve eğitim-öğretim yoluyla asimile etmeye ağırlık verilmiştir. Firat’ın batısını Kürtsüzleştirme politikası kapsamında geliştirilen bu saldırı sonucunda genelde Mereş, özelde de Bazarcix (Pazarcık) ovası adeta Kürtsüzleştirilmek istenmiştir. Soykırımın bu biçimini, 1950’lilerin başından itibaren NATO üyesi olmuş TC devleti ve rejimi yürütmüştür. 1960’larla birlikte sosyalist ideolojinin hem sınıf hem de ulusal kurtuluş çizgisinde gelişme göstermesine karşın Türk devleti, askeri diktatörlüğe dönüşecek bir sürece alınarak yanıt verilmiştir. Kürdistan’da ise 1921’den itibaren başlatılan askeri saldırılara 1960’lı yıllardan itibaren daha yoğun kültürel soykırım ve planlı asimilasyon eklenmiştir. Böylece 1970’lere gelindiğinde Bakurê Kurdistan’da ‘Kürt var mı yok mu’ tartışması yapılacak düzeyde sonuçlar ortaya çıkmıştır.
PKK, TC’yi Diyarbakır Zindanı’nda yenmiştir
‘Kürt var mı yok mu? Kürtler bir halk mı değil mi? Kürdistan adıyla bir ülke olur mu olmaz mı?’ gibi soruların sorulmaya başlandığı ancak tartışılmasının pek mümkün olmadığı bir dönemde, Rêber Apo öncülüğünde PKK hareketi gündeme girmiştir. Tarih bilinciyle donanmış, dünya ve Türkiye sosyalist hareketinin tecrübelerinden doğru sonuçlar çıkarmış olan Rêber Apo, en başta böyle bir soykırımcı devlete karşı nasıl mücadele verilirse başarılabileceği üzerine yoğunlaşarak işe başlamıştır. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin bu yöntemle direnişe adım atması, en zor koşullarda daha dirençli ve direngen olabilen PKK mücadele tarzını ortaya çıkarmıştır. Ankara’daki ideolojik örgütsel hazırlıklar bir noktaya geldikten sonra, 1976’dan itibaren Kürdistan’a dönüş yapılmıştır. Halk örgütlenmesine gidilmiştir.
Türk devleti, PKK’yi henüz grup aşamasındayken MİT yoluyla takip etmiş, denetimde tutmaya, sızdırdığı ajanlarıyla yönlendirmeye çalışmıştır. Pilot Necati adlı ajanın faaliyetleri, Tuzluçayır operasyonu Apoculara karşı sadece takip ve denetimde tutmakla sınırlı bir faaliyet içinde olmadığını göstermiştir.
Ülkede Apocular öncülüğünde yaratılan gelişme karşısında TC devleti, saldırı tarzını değiştirmiş, MİT yanında askeri, polisiye tedbir ve saldırılar da devreye konulmuştur. Apocular güçlendikçe MİT, saldırılarını artırmış; Stêrka Sor adını verdiği paramiliter Kürt yapılanmasını kullanarak 1977’de Haki Karer Yoldaşı katletmiştir. Bir intikam hareketi olan PKK, başta Alaattin Kapan olmak üzere birçok kontra ve ajanı cezalandırarak, devletin MİT eliyle önüne koyduğu engelleri ortadan kaldırmış, devrim yolunda yeni kaleler fethederek yürüyüşüne devam etmiştir. PKK’nin gelişimini engelleyemeyen sömürgeci soykırımcı Türk devleti yeni ve daha şiddetli saldırılara başvurmuştur. Örneğin; partileşme döneminde Mereş Katliamıyla yeni bir saldırı mesajı vermiştir.
İşgalci ve soykırımcı Türk devleti, PKK öncülüğündeki gelişmeyi durduramayınca, bu defa 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle saldırıya geçmiştir. Bu saldırı ile bir daha Kürtler adına tek bir sözün söylenmemesi amaçlanmıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesi büyük bir soykırım saldırısı olup, Türk ordusunun Bakurê Kurdistan’ı yeniden işgal etmesidir de. On binlerce Kürt’ü tutuklayan, işkenceden geçiren darbe rejimi, halka yönelerek PKK’ye mesaj vermiştir. 39’uncu yılını geride bıraktığımız 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi ve öncesinde Dörtler ve Mazlum Yoldaşın eylemi de böyle bir baskı ve şiddete karşı, PKK’nin yanıtı olmuştur. Politik amaçları, hedefleri ve saldırı biçimi nedeniyle 12 Eylül faşist darbesine, PKK’ye karşı savaş adı altında Kürt soykırımını tamamlama saldırısı demek de mümkündür.
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu, çizgi ve tarz olarak Kürdistan’da nasıl mücadele edileceğini netleştirmişken, 12 Eylül faşist rejimi de Türk devletinin hangi dil ve saldırı yöntemleriyle Kürt halkına karşı savaşacağını göstermiştir. Örneğin bugün adeta bir sakız gibi her inkârcı Türkün ağzından düşmeyen, ‘Bizim Kürtlerle bir sorunumuz yok, terörle mücadele ediyoruz’ propagandası, ilk defa Diyarbakır Zindanı’nda 12 Eylülcüler tarafından dilendirilmiştir. PKK öncü kadrolarına dayatılan, ‘PKK kimliğinden ve davasından vazgeçin, sizi af edelim; devlet size her türlü imkanı tanır’ mahiyetindeki sözler, Kürt inkâr ve imhasının olmadığının kabul edilmesi, dolayısıyla sorun çıkaranın PKK olduğu algısını yaratmaya yöneliktir.
İşgalci ve soykırımcı devletin saldırıları karşısında PKK’nin önder kadro ve sempatizanları, unutulmayacak bir direniş sergilemiştir. Ve bu direniş, Türk devletini, PKK kimliği ve davasını kabul etmek mecburiyetinde bırakmıştır. Bu kabul, aynı zamanda sömürgeci soykırımcıların inkâr ve imha stratejinin yenilmesidir. Gerçekten de PKK, TC’yi Diyarbakır Zindanı’nda yenmiştir. Sömürgeci soykırımcılar yenilgilerini aleni bir biçimde kabul edip inkâr ve imhadan vazgeçmeyince, 15 Ağustos 1984’te gerilla savaşı gündeme alınmıştır.
Topyekûn savaşın hedefi, PKK şahsında Kürtleri bitirmektir
Gerilla tarzında direniş başlayınca, sömürgeci soykırımcı Türk devleti Kürt inkâr ve imhasını sürdürmek için tüm yetkileri ordusuna devretti. Kürt halkına karşı ordunun direktiflerine göre savaşmaya başladı. Böylece 15 Ağustos Hamlesi’ne karşı, devletin tüm kurumları ordu tarafından koordine edilmeye başlandı. MİT de dahil tüm özel savaş kurumları, Türk genelkurmayının savaş planlarına göre yeniden dizayn edildi ve harekete geçirildi. Türk devletinin bu dönemdeki savaş stratejisi, yakma, yıkma ve öldürme taktiği ile sürdürüldü. Dolayısıyla PKK ile savaş, TC devletini daha fazla askeri diktayla yönetilen bir devlet haline getirme gerekçesi yapıldı. Türk ordusu, gerilla mücadelesinin başlamasından sonra devletin tüm politikaları gibi planlamalarını da PKK gerillasına karşı verilen savaşa göre oluşturmaya başladı. Üniversitelerden yargıya, meclisten basına kadar bütün alanlar, Kürdistan’da yürütülen savaşa göre yeniden örgütlendirildi. Kendilerinin de sıkça dilendirdikleri gibi yürüttükleri topyekûn savaşın hedefi, PKK şahsında Kürtleri bitirmekti. Ancak Rêber Apo çizgisinde eğitilmiş, örgütlenmiş, tarihi birikimi güçlü, dünya devrim hareketlerinin tecrübelerinden faydalanan, Türkiye devrimci hareketinin mirasını da sahiplenen, eksiklerini görerek sürekli değişim ve dönüşüm yaşayan PKK, mücadelesinden çıkardığı dersler temelinde, sömürgeci-soykırımcı Türk devletine ve ordusuna karşı büyük bir direniş mücadelesi vererek yenilmezliğini kanıtladı.
Anadolu’daki İslami kültürü milliyetçileştirmek amacıyla yön vermeye çalışan, Kürtleri, Alevileri ve diğer halk ve inançları inkâr eden, sosyalist eğilim içindeki arayış ve grupları tehlikeli görerek düşman ilan eden bir devlete karşı PKK’nin verdiği mücadele, devleti 1990’ların başında bir çıkmazla karşı karşıya getirdi. Devletin yaşadığı çıkmaz, başta Aleviler olmak üzere sosyalist hareketin daha kolay bir ortamda mücadele etmesini sağlarken, İslami kültüre göre yaşayan kesimlerin de taleplerini daha açıktan ifade etmesini beraberinde getirdi. Böylece 90’lara gelindiğinde, Kürdistan’da dirilen halk gerçekliği, örgütlemesi gelişen ve adından daha çok söz ettiren Aleviler, türban sorununu dilendirmeye başlayan rejim muhalifi İslami kesimler ortaya çıkmaya başladı. Toplumda görülen bu değişimler, Özal iktidarını dışarıdan daha çok destek almak için rejimi liberalize edecek yeni kararlar almak durumunda bıraktı. Böylece Türkiye serbest piyasa ekonomisini daha fazla geliştirdi. Bunun yanında ülke ortamını sivil gösterecek adımlar atılmaya başlandı. Bu sürecin bir diğer önemli gelişmesiyse, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında zorlanan rejimin ‘hangi toplumsal kesimle ittifak kurarsa Kürtlere karşı başarı kazanabileceği’nin kararlaştırılması oldu. Böylece İslami kültür etkisinde oldukları için laik gördükleri rejime mesafeli duran kesimleri devlete çekme, çoğu MİT denetimindeki tarikatların önünü açma politikası başlatıldı. Gerçekte bu karar 1980 askeri darbesiyle verilmişti. Ancak somut adım, PKK karşısında başarısız kalınca, Özal iktidarı döneminde atıldı. Benzer ittifak arayışı dışarıda da geliştirildi. Bu bağlamda 1980’lerden itibaren AB, NATO ve ABD ile yeni ilişkiler kuruldu. Sömürgeci Soykırımcı Türk devleti, bu ilişkilerde verdiği tavizlerle ülke zenginliklerini Kürdistan Özgürlük Mücadelesine karşı savaşta başarı elde etmek için peşkeş çekti. Tüm bu çabalara, saldırılara rağmen PKK mücadelesi, Kürt inkâr ve imhasını boşa çıkararak inkârcı devletin başbakanı Demirel’e ‘Kürt realitesini tanıyoruz’u itiraf ettirdi. Özel savaş koordinatörü, dönemin genelkurmay başkanı Doğan Güreş’e Kürtçe konuşturttu. Cumhurbaşkanı Özal’ı ‘Kürt sorununu demokratik yollarla çözmeliyiz’ noktasına getirdi.
Erdoğan ve AKP’si Uluslararası Komplo’nun projelerinden biridir
Kapitalist modernite güçlerinin 20. yüzyılda Ortadoğu’da özel olarak görevlendirdiği sömürgeci-soykırımcı Türk devleti Kürdistan Özgürlük Hareketi karşısında yenilince, uluslararası sermaye güçleri doğrudan devreye girmeye başladı. Bunlar da açıktan savaşın bir parçası olmaya başladı. Böylece, Rêber Apo’yu hedefleyen 1996 6 Mayıs’ında Şam’daki bombalama, AB devletlerinin PKK yasağı ve 1998-1999 döneminde gerçekleşen komplo saldırıları devreye konuldu. Kapitalits modernite güçleri bu yolla TC’yi Kürt soykırımını tamamlama üzerinden yeniden dizayn etmek istedi. Sömürgeci soykırımcı Türk devletini soğuk savaştan sonra yeniden dizayn etmenin pratik adımları, 1999 Uluslararası Komplosuyla birlikte başladı. Rêber Apo’nun, “Bu komplo sadece bana karşı değil aynı zamanda Türkiye’ye de karşıdır” sözü, bu politikaları ifade etmektedir. Samimiyetleri ve ciddiyetleri tartışmalık da olsa, 1990’ların ortasından itibaren askeri yol ve yöntemlerle Kürtleri yenemeyeceklerini anlayan, Kürtlerle savaşın kendilerine de büyük zarar verdiğini gören, bunun için Kürtleri kabul etmenin Türkiye için daha yararlı ve kazançlı olduğu inancında olan çoğu ordu mensubu bir kesimin oluşmaya başladığı bilinmektedir. Bu kesim, Rêber Apo ile ilişkiye geçme çabası göstermiş, mektuplar göndermiş, 1993’te yaşandığı gibi ateşkes talebinde de bulunmuştu. 1999 Uluslararası Komplo’sunun Türkiye ayağı, devletin değişik kurum ve kademelerinde yer alan, kendilerine yurtsever de denilebilecek bu kesimin tasfiye edilmesini de içermektedir. Uluslararası Komplo’nun Önderliği Türk devletine teslim etmesinde, Türk devleti içinde PKK ve Kürtleri askeri yöntemlerle bastırma, kültürel soykırımla yok etme inancında olan kesimleri cesaretlendirmeyi de hedeflemiştir. Çünkü komplo, devlet içinde PKK’yi ve Kürtleri askeri yöntemlerle bastırmanın, kültürel soykırım ve asimilasyon ile Kürtleri yok etmenin mümkün olmadığını anlayan kesimlerin yüksek sesle konuşmaya başladığı bir dönemde yürütüldü. Böyle bir dönemde gerçekleşen komplo ile PKK ve Kürtleri yok etmek isteyen kanata ise “size doğrudan destek veririm, siz PKK ve Kürtleri tasfiye edebilirsiniz” mesajı vermiştir. Hatırlanacağı gibi Rêber Apo İmralı’ya götürüldüğü ilk dönemde, Kürt sorununu devletin demokrasiye açık hale getirme yoluyla çözme yanlısı olduğunu iddia eden kesimden biri, Önderliğe komployu anladıklarını, bu komployla neler yapılmak istendiğini fark ettiklerini, bu oyuna gelmeyeceklerini söylemişti. Ancak bu kesim bir daha ortalıkta görünmemiştir. Bu kesimi temsil edenlerin ileri gelenleri, Gülen cemaati ve AKP tarafından Türk ordusunda işi bitmiş kimi özel savaş ekiplerinin içine alınarak tasfiye edildiler. PKK ile savaşarak elde ettikleri tecrübeler sonucu Kürt sorununun siyasi yolla çözülmesi gerektiğini anlamış grup tasfiye edilince, Türk kontrgerilla lideri Türkeş çizgisindekiler ve Gülen cemaati üyeleri devlete daha fazla yerleşmeye başladı. Bu yeniden yapılanmanın sağlam olması kadar hızlı olması için de Erdoğan liderliğinde AKP iktidara getirildi. Bunun bir ABD planlaması olduğunu sadece muhalifler değil, devlet içindeki kimi gruplar da dillendirmektedir.
Uluslararası Komplo’nun Türkiye’de gerçekleştirmek istediği yeni düzen anlaşılmadan, daha doğrusu Uluslararası Komplo’nun temel hedefleri, amaçları, stratejik planlaması bilince çıkarılmadan, 2000’lerden sonra Türkiye’de yeniden oluşturmaya çalışılan dizayn, düzen ve AKP-MHP faşist rejimi, onun bir bütün istihbarat, polis ve asker devleti olma gerçekliği de tam olarak anlaşılamaz. Çünkü; PKK’ye karşı savaşan orduydu ki; ordu başarısız kaldığını itiraf etmişti. PKK’ye karşı savaştıkça büyük kaybedeceğini anlamış ve bu anlamda Kürtlerle barışarak kabul etmenin daha doğru olacağı noktasına gelmişti. Ordu içindeki bu gelişme, Türkiye’nin Kürtlerle büyümesi ve zenginleşmesine yol açacaktı. Böyle bir Türkiye’yi çıkarlarına uygun bulmayan iç ve dış güçler, PKK ile görüşme noktasına gelmiş devlet kanadını tasfiye ederek, yerine Gülen cemaati, MHP kadroları ve Erdoğan liderliğindeki AKP’yi geçirme kararı verdi. Bu güçleri kullanarak da yeni bir devlet düzenine geçme adımları atıldı. Türkiye’de sıkça dillendirilen laik, halkçı, demokratik devlet yerine, dinci, milliyetçi devlet; yönü batıya dönük dış politika yerine, Ortadoğu’ya ve Orta Asya’ya dönük dış politika çizgisine geçildi. Bu nedenlerle çok rahatlıkla belirtebiliriz ki; Erdoğan ve AKP’si, yeni rejim ve devlet sistemi, Uluslararası Komplo’nun projelerinden biridir. Bu proje, Türk devletinin, PKK ve Kürtlerle anlaşarak büyümesini değil, savaştırarak bölünmesini hedeflemektedir. Buradan bakınca da, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin halkların demokratik birliği ve kardeşliği çizgisinde ve Demokratik Türkiye-Özerk Kürdistan projesiyle, içinde Bakurê Kurdistan’ın da yer aldığı Türkiye’nin birliğini ve bütünlüğünü istediği, AKP-MHP rejimininse uyguladığı bu politikalarının Türkiye’yi bölünmeye götüreceği açıktır. Dolaysıyla baştan beri Türkiye’de örgütlü olan uluslararası sermaye güçleri ve NATO gibi kurumlar, Uluslararası Komplo süreciyle birlikte AKP-MHP projesiyle politikalarını yürütmeye başlamıştır. ‘Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözerek büyümek ve zenginleşmek mümkündür’ diyen güçleri ‘vatan haini, meşru ve yasal hükümeti değiştirmek’ suçlamasıyla tasfiye etmek bile kendi başına Erdoğan ve AKP’nin komplocuların, komplo partisi olduğunu yeterince göstermektedir. Komplocular, Türk devletinin Kürt halkını bitirebileceği, Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edilebileceği inancının kalmadığını görünce, Sömürgeci Soykırımcı Türk devleti çizgisinde ikna edebildiklerini devletleştirmiştir. Sömürgeci Soykırımcı Türk devletinin 2000’den sonra içine girdiği süreci bu bakış açısıyla ele almak ve anlamak daha doğru olacaktır.
Cihan Eren/Serxwebûn