HABER MERKEZİ –
Kürdistan! Nicedir gizlenirdi adın insanlıktan. Senin olan, senden olan insanların, suyunu içenlerin, kokunu soluyanların, derin ufuklarına dalıp gidenlerin, büyülü havan içinde endamlı duruşunu seyredenlerin bile unuttukları seni, hafızaları olmasa bile tanıyacaklardı bir gün… Çünkü, senin direnişe çağıran Munzur’un, sevgiye çağıran Dicle’nin, koynuna gelinlerini, genç kızlarını adadığın Fırat’ın vardı, Ararat’ın vardı, dört mevsim bembeyaz duvağıyla süslenen gelin gibi. Ama heybetli, öfkeli bir gelin. Bembeyaz duvağının altında silah kuşanan bir gerilla gizliydi. Ararat kadar gizemli, Ararat kadar ulu ve binlerce yaşında. Tanrılar dağı, Nemrut’un vardı. Güneşin doğuşu, bir başka selamlar tanrılar dağını, kıpkızıl kesilir Nemrut, güneş selama durduğunda. Kızıllığıyla kan verir, binlerce yıllık abidelere. O abideler ki, sırrını kimse çözemedi. Onun sırrını bir güneş bilir, bir de Nemrut. Sevdalıdır birbirine Nemrut ve güneş. Her sabah güneşin doğuşu ile her akşam batışında kucaklar Nemrut’u güneş ve fısıldaşırlar bin yıllık efsaneyi.
Amed’in vardı. Direnişi ta Medya’dan günümüze ilmik ilmik ören. Yıllar sonra Şeyh Said’e açtı surlarının kapısını, “gir içeriye, konuk edeyim seni” diyerek. Yine silahlar konuştu ve yine darağacı kuruldu Amed’in göğsüne. Direnişti ipe çekilen, başkaldırıydı, isyandı, isyan! Darağacından üç kibrite uzandı yollar, Mazlum oldu, Dörtler oldu, Hayri oldu, Kemal oldu kabardı, kabardı, taştı Amed zindanından, Zekiye oldu isyan. Medya’nın ismi elbet yeniden hayat bulacaktı. Ve umut böyle fışkıracaktı, Mezopotamya topraklarından. İhanetin çoraklaştırdığı toprağa yeniden umut tohumu ekilecek ve kanla yeşertilecekti.
Çok değil, daha yirmi yıl öncesine kadar böyleydi durumu ülkem Kürdistan’ın. Artık havasını bir başka soluyor, insanlık. Şimdilerde adını kimse unutturamıyor, tüm zorbalığına rağmen. Neydi gözleri üzerine çeken, yürekleri kendine bağlayan güzelliğin? Neydi mırıldandığın melodi, insanlığı cezbeden, kendisine çağıran? Biz de herkes gibi duymuştuk melodini, keşfedilmeyen zor, ama zor olduğu kadar kolay, yalın ve sade notalarla mırıldandığın melodiyi. Bin yılların yükünü taşımaya, acılarını paylaşmaya çağıran sesinde tüyleri diken diken eden bir gariplik vardı. Kimileri kulağını kapatmak istedi, çünkü bu melodide tarifsiz duygularla, güzelliklerle kardeş olan acılar ve zorluklar yükseliyordu. Nereden bileceklerdi ki acılar, zorluklar tanıştıracaktı güzellikleri insanlığa.
Sizlere; Kürdistan’ın özgürlüğe çağıran sesine kulak veren, çoğunun lise öğrencisi olduğu on sekiz kişinin hikayesini anlatacağız…
1992’nin baharıydı. Bir başkadır ülkem Kürdistan’da bahar. Sevdanın, bereketin, umudun ve yeniden doğuşun adıdır. Köleliğe inat bahara yeniden filiz verir özgürlüğe, başkaldırıya susayan umutlar. O umut ki, tüm parçalanmışlığa rağmen bitmedi, bitmeyecek. Kawa’nın örsünde çelikleştirilen umut, bin yıllar sonra kleş oldu gerillanın elinde.
Baharda ilk önce kardelenlerle başlar doğanın canlanışı, beyaz ipeksi yaprakları güneşi selamlar her sabah, umudun öncüsünü selamladığı gibi. Eriyen kar suları, Dicle’ye, Aras’a, Murat’a karışmak için yol arar kayalıkların arasından, bazen de yırtar toprağı, kavuşur ulaşmak istediği yere. Bir başka güzellik katar kuşların cıvıltısı doğaya. Coşturur duyguları, çağırır sınırsız gökyüzüne, çünkü gökyüzüne tel örgüler çekilmemiştir. Onun içindir, birçok insan uçmayı hayal etmiştir, özgür olabilmek için. Ya ağaçlar, yüzyıllık gövdeleriyle nelere, nelere tanıklık etmişlerdir. Kim diyebilir ki, onlar da ağlamadı Kürdün, Kürdistan’ın haline. Kimi zaman sapan olmuş yoksulun elinde, şimdilerde dipçik olmuş gerillanın omzunda, mekan olmuş özgürlük savaşçılarına. Onlar da yemyeşil yapraklarını açarak, selamlar baharı. Bir de bir de yiğitlerin namlusundan çıkan kurşunların sesi müjdeler baharın geldiğini.
İşte böyle bir baharda, küçük, şirin bir ilçede başladı on sekizlerin hikayesi. Hepsi de genç, hepsi de bahar gibi canlı, sıcak, sımsıcak kanlıydı.
Kuru soğuk yerini sıcak günlere bırakmaya can atıyordu. Havaların ısınması, insanların umutlarını, özlemlerini ve inançlarını da canlandırmış, Munzur gibi çağlayan umutlar, şehitlerine ses olmaya koşuyordu. Alev alev yanıyordu ülkem Kürdistan, Halepçe’den Amed’e, oradan Serhat’a kadar. Bu alevler, içinde insanlığın zerresini taşıyanlara çağrı oluyordu. Göklere kadar yükselen ateşin sıcaklığı şüphesiz en çok gençliğin içini ısıtmıştı.
Düzenin sunduğu sahte yaşam tek ilgi alanları olan gençlerin, artık başka başka arayışları doğuyor, kendi içlerinde büyük bir doyumsuzluğu yaşıyorlardı. Alev alev yanan gözler merakla bir şeyleri, birilerini bekliyordu. Neydi aranan, neydi bu şey? Önce kulaktan kulağa fısıldandı kahramanlıklar ve destanlar yazan özgürlük savaşçıları. Sonra açıktan açığa sahiplenmek bir gurur oldu. Gerilla diyorlardı onlara, en çok da Apocular.
Mücadele Arkadaşları/Serxwebûn