HABER MERKEZİ –
Her yağmurdan sonra buram buram toprak kokar. Toprağın kokusu alıp götürür insanı. Geçmişe, geçmişte kalan çocukluğuna, çocukluğunda yaşadıklarına. Kendisinde kalan ve bir sır gibi sakladığı çocukluğuyla yeniden buluşturur insanı toprak kokusu. Toprağın kokusu kadar insanı mest eden, doğayla buluşturan başka bir koku olmasa gerek diye düşünüyorum. O yüzden toprağın kokusunu içime, bütün hücrelerim doyana ve kendim olana dek çekiyorum her yağmurdan sonra. Dünyanın en güzel kokusu toprağın kokusu olsa gerek. Saf, temiz, doğurgan ve doyurgan. İnsanı kendi öz gerçekliğiyle, tarihin köklerindeki kimliğiyle buluşturan bir etkiye sahip. Güneş, ışınlarıyla bir güzel okşadı mı toprağı, sevme sırası suya gelir. Çünkü suyun toprağa değdiği andaki büyük aşkın sevinç çığlıkları yayılır etrafa. Kendi tadında bir ilişki. Bir buluşma. Dillere destan. Ve birçok dil bu destanı ifade edemez. Çünkü bu güzel ikili kendi dilinde başlar konuşmaya. Onların dilini ise ancak onları anlayabilen, onlarla bütünleşebilen, daha doğrusu onların kıymetini bilenler anlar. Bu ilişkinin gizeminin içine girebilmek, arınmışlığı gerektirir.
Ardından toprakta başlayan, fışkıran hayatı izlemeye, onunla bütünleşmeye sıra gelir. Çünkü güneş ışınları, su ve toprak demek yeni hayat demektir. Yeni hayatlar demektir. Kaynağı da güneş ışınları, su ve topraktır. İşte, tam bu anda ekinler aklıma geliyor. Toprağın bağrına atılan tohumlardan buğdaylar fışkırıp duruyor her yandan. Toprağın bağrı yarılırken içim hep acıyordu. Onun da acıdığını düşünüyordum, çocukken. Bu zaman diliminde ise toprağın çektiği acıların anlamını daha bir anlar oldum.
Toprak çocuğuyum. Topraktan doğan hayatları izleyerek büyüdüm. Çektiği acıdan sonra ondan fışkıran canları izleyerek büyüdüm. Yedi yaşındaydım, buğday tarlasının önünde tavuklar girmesin diye nöbet tutuyordum. Her geçen gün uzayan boylarını fark ediyordum. Ve hep şunu düşünüyordum; Buğdaylar, boy verdi, ben boylarında. Ne kadar da güzellerdi. Yemyeşil bir hayattı anlattıkları. Güneşi doyumsuzca içine çeken her gün biraz daha fazlasını alıp olgunlaşmaya çalışan, rüzgarlarla dans eden, şarkı söyleyen, buğday tarlaları, yani ekin ve ekinler. Biçilen, kuruyan, buğday tanelerine ayrılan, ufalan, nimet olan, kutsallaşan ve yaşam kaynağına dönüşen ekinler.
Tam da bu anda bizim Ekin gelir aklıma hep. Ya bizim Ekin’e ne demeli. Onu nasıl tanımlamalı, nasıl anlatmalı ya da yazmalı? Durmadan boy veren ince sırım boylarıyla küçücük bir esintiden sallanan buğday fidelerine benzerdi. İnce ve nazlıydı. Gülerken yanaklarında gül gibi açılan gamzeleri başağa durmuş buğday tarlalarının gülüşünü andırırdı. Aslında her ikisinin gülüşü de aynıydı. Buğday tarlaları başağa dururken kendi dilinde, o da insan olarak kendi dilinde yanaklarında açılan gamzelerle gülerdi. Ekin arkadaş her aklıma geldiğinde nöbetini tuttuğum tarla aklıma geliyor. Bir bakıyorum, tarlanın tam ortasında onlarla konuşarak, onları incitmeden yol alıyor. Gözden yitinceye dek yoluna devam ediyor o tarlanın içinde. Onlarla o kadar bütünleşmiş ki kıskanıyorum. Ben, diyorum ne kadardır nöbet tutuyorum ama halen kıyısındayım. Sen, benden önce kutsal olanla bütünleştin. Benimkisi tatlı bir kıskançlık. Bakıyorum, onlara büyük bir özlemle ne kadar da bütünleşmişler birbirleriyle. Hangi sözcük bu aşkı anlatabilir ki?
Ekin yoldaş mücadele yaşamımda tanıdığım, sevdiğim en asi yoldaşlarımdan biriydi. Hani derler ya dağ gibi bir yoldaştı. Dağlar içinde bir dağ. Yüce ve asi. Dorukları berrak. Bazen pamuksu beyaz bulutlar toplanırdı başına o kadar. Onlar da çok kısa sürede dağılıp kızaran ufka karışırdı. Hiç sis tutmaz, duman kaplamaz. Sırtını dayayabileceğin, paylaşabileceğin bir kişiliği ve duruşu vardı. Ben onu ilk tanıdığım ve adını ilk öğrendiğimden beri hep dağların bağrındaki buğday tarlalarına benzetirdim. O yüzden adı gibi dedim hep kendi kendime. O adına yakışmış, adı da ona. 2002 yılında Qendîl’de tanışmıştım. Uzun boylu; hani derler ya selvi boylusundan, narin. Gözlerini heyecan dolu ve coşkun akan bir nehre benzettim. İçimden bir şeylerin ona doğru aktığını hissediyordum. Belliydi, yiğit bir yoldaştı. Umut dolu, sıcacık. Onu her gördüğümde olgunlaşan buğday tarlalarına benzediğini düşünüyordum. Artık o da demini almıştı. En küçük parçasına kadar kendini feda edeceğine, kutsallaşacağına ve tereddütsüz bir yaşam ve savaş militanı olacağına inanıyordum. Ki öyle de oldu. Ekin ve Ekinler… Bende beni yaratan bu ismi duydukça, anımsadıkça daha bir derinlere inerek hatırlayıveriyorum.
Heval Ekin, çok farklı bir toplumsal kültürle büyütülmesine rağmen ilk katıldığı günden itibaren arkadaşlarla bütünleşmeyi, kaynaşmayı sağlayabilmişti. Çünkü kendisini bulduğu yerdeydi yani PKK’deydi. PKK, Ekin arkadaş için bir tercih, bir gönüllük ve bir vicdandı. Onun için Ekin bu tercihlerini her zaman güçlü kılarak yaşama uyarlama noktasında bütünselliği yakalamıştı. Onun için ismi gibi Ekin olmuştu. Ekin, yaşam ve moral kaynağıydı. Sesiyle, ruhuyla, aklıyla, tebessümüyle bir yaşam oluveriyordu bulunduğu ortamda. Yaşamı anlamlı kılmak için kendisi olması yetiyordu. Çünkü Ekin bir anlamdı. Bağımsızdı ama bir o kadar da toplumsaldı. Onu bu kadar çekici kılan yan da bu olsa gerek.
PKK’ye gelir gelmez emek olgunluğunu hemen kapmıştı. PKK bir emekti. Ve bunu her saniye, her saat uygulamaktan hiçbir zaman geri kalmamıştı. Çünkü o emeğin ve kutsallığın adıydı yani ekindi. Yani ekiyordu kendi elleriyle güzel günleri, yoldaşça paylaşımları, emek ve özgürlük adına ne varsa. Bilirdi emeğin ne demek olduğunu, onun için anlayarak emeğe emek katarak yaşama katılırdı.
Gökkuşağının yedi rengini taşıyan Ekin’in kadına duyduğu, kadına yüklediği anlam yüce bir tanımdı. Çünkü o Önderliğin kadında yaratmak istediği özgürlüğün peşinde koşandı. Ekin son yolculuğuna kadar da sessiz çığlığını bu kutsal ve anlamlı dağlarda herkesin duyacağı şekilde duyuran olmuştu. Ekin, ekinlerin içerisinde dolaşan bütün ihtişamıyla buğday başaklarını büyüleyen, kendisine hayran bırakan tanrıçaydı. Anlam yüklediği bu yaşamı kurmanın zorluklarının bilincinde olan direngen ve yılmaz bir savaşçı özelliğine sahipti aynı zamanda.
Önderliğin “ beni seven kadınlar yüzünü Botan’a çevirsinler” sözü üzerinden Ekin de hiç tereddütsüz kendi istemiyle Botan’ın güzelliklerine doğru yol aldı. Savaş Botan’daydı. Ekin savaşın olduğu yerde boy vermek için savaşın olduğu Botan’a doğru yol almaya başladı. Savaş, Botan’da keskindi. O bu keskinlik içerisindeki büyük direngenliği düşmana karşı kahramanca ve yiğitçe gösterdi.
Ve orada, Botan’da, savaşın en keskin olduğu yerde güzel ve özgür yaşamı kurma kavgasına girişti. Gözünü kırpmadan atıldı, atılıyordu en öne. Ekin artık orada boy verecekti. Gülerken yanaklarında açılan gamzelerle oradan yaşama bakıyordu. Oradan buğday tarlaları içersinden onları incitmeden, kırmadan, içinde yürüyerek hayata akıyordu. Sonuçta hayat kendisiydi. Çünkü o ekindi. Yani yaşamın ta kendisiydi. O da kendisinden önceki yoldaşlarımız gibi orada adını yani Ekin’i bir iz olarak bırakıp toprağa, toprağına ekildi. Ve ardından yeni yeşeren ekinlere sessiz çığlığını, güzel gülüşünü, toprağa sinen bakışını, ekilen umutlarını bıraktı. Evet, şimdi Botan’da Ekin Mevsimidir. Yağmur iklimiyle yeniden yeşerecek. Ve her gün doğumunda biraz daha boy verecek. Ve Botan’dan gelebilecek ve görebileceğim her çiçekte Ekin’i görmüş olacağım.
Sivaslı kız Botan’da kutsallaştı. Ve o toprakları kutsadı. O, Botan toprağını, Botan toprağı onu kutsadı.
Evet, Ekin’i anıyorum bu yazımı yazarken. Her ne kadar kelimelerim, cümlelerim bu güzel ve anlamlı insanı anlatmaya yetmese de onu tüm evrene kısa da olsa tanıtmak istedim. Çünkü Ekinlerin tanınması demek güzelliği tanımak demektir, Ekinlerin tanınması demek erdemi ve kutsallığı tanımak demektir ve Ekinleri tanımak demek var olmaya çalışan tüm insanlığın özünü tanımak demektir.
Ruken Sivas