HABER MERKEZİ –
Karanlığı sunuyorlar bize
aydınlık dururken karşımızda…
İnat değil mi,
İnadına varolacağız biz.
İnadına yüzümüzü güneşe döneceğiz.
İnadına, bedenlerimizi eriterek
yeni yaşamlar yaratacağız.
Ve inadına gülümseyeceğiz…
Bugün kaç gün oldu bilmiyorum.
Artık zamanı ve mekanı hissedemiyorum. Gözlerim eskisi gibi günün ışımasını ve insana yaşam sunan aydınlığı yüze vurmasını görmüyor. Oysa ne çok severdim gün ışığını. Güneşin her ışıması yeni bir yaşamın doğması gibidir. Bir çocuğun yaşama gülümsemesi gibi. Belki bundan sonra hiç görmem o gülümseyen günleri. Güneşin yalnızca yeryüzünü aydınlattığını iddia edenler var; kanmayın siz onlara, güneş en çok yürekleri aydınlatır. Yüzünü güneşe dönenler, geleceği asla karanlığa terk etmezler.
Neredeyim, bileniniz var mı?
Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Etrafım karanlık, kapkaranlık. Zifir dedikleri şey bu olsa gerek. Hani bir kuyunun en dip noktasını görmeye çalışırsınız da, bir türlü göremez ve kendinizi habire kuyunun karanlığına bırakırsınız ya, işte şimdi tam da öyle bir zaman ve mekanın içindeyim sanki.
Neredeyim, bileniniz var mı?
Olmam gerektiği yerde miyim; özgürlük şarkılarının söylendiği, yemyeşil bir yaşamın içerisinde miyim? Gökyüzü mavi midir hala, güneş sarı, ağaçlar yeşil midir eskisi gibi? Tek tek silinmekte beynimde nakşettiğim hatıralar. Tek tek can vermekte emekle büyüttüklerim.
Son hatırladığım annem.
Annem aklımda. Kulağıma güzelliğe, iyiye, doğruluğa dair bir şeyler fısıldıyor. Diğer tüm sesler kesiliyor. Sadece annemin sesi…
Kendi geçmişini –geçmişimizi– anlatıyor. Dudağından dökülen acı sözcüklerle geçmişin acılarını yüreğime akıtıyor. Bense zor bela birleştirdiğim birkaç sözcükle “ya gelecek?” diyorum. “bana geleceği anlatabilir misin? Belki bir gün sonrasını, bir saat, bir dakika hatta bir saniye sonrasını göremem, sen bana geleceği anlat.”
Göremesem de, hissediyorum. Gözleri doluyor anamın.
“Gelecek…” diyor.
Sonra susuyor…
Yavaş yavaş hislerini kaybetmiş olan bedenim, anamın gözlerinden süzülen damlalarla irkiliyor. Süzülen bu damlalar adeta eriyen bedenime bir yaşam suyu akıtıyor.
Kanayan yüreğini gizleyerek; “gelecek sizsiniz, bedenlerinizde yeşeriyor gelecek. Dirhem dirhem erirken bedeniniz, defalarca büyüyor gelecek” diyor.
Ben ise, artık hareketsiz kalan bedenimin tüm gücünü toparlayarak gülümsüyorum. Çocuklarımıza bıraktığımız o mutlu, gülümseyen gelecekten çok uzaklara gitsem de, son bir gülümsemeyi bırakmak istiyorum zamana. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman, bize gülümsemeleri yasak kılan bir zaman. Ben ise karşımda utanmazca duran ve gözlerini kan bürümüş sırtlanlara inat gülümsüyorum…
Çünkü biliyorum bizdeki yaşama her tutunuş, yaşamı güzele, doğruya evriltmek için verilen her çaba onların ölümü demektir. Onlar yaşadıklarını sansa da.
“Şunu bil anne, bugün ölüm bizlerin değil onların bedenlerini çevrelemekte. Onlar her gün eriyen bedenimizde bitmekte, tükenmekte. “Ölüm orucu” diyor birileri. Ölüm orucu değil bu. Bu yaşama tutulan bir oruç. İnsanlar onursuzca yaşamasın, onursuz yaşamı yaşam saymasın, sırtlanların harama buladığı lokmalara muhtaç kalmasın diye yaşama oruçlandık biz” diyorum.
Ve yoluma devam ediyorum. Yol uzun elbet. “Dört duvar arasında uzun yol mu olur?” demeyin. Belki de bizlerin yolculuğudur en uzun olan. Durmadan, soluksuz atılıyor burada adımlar. Her adımda yeni bir hakikatle buluşuyoruz. Tüm ruhumuz ve varlığımızla sarılıyoruz hakikate. Bedeli bedenimiz olsa da…
Daha anlamlı bir yaşam için bedenlerini bedel verenlerin anısına…