HABER MERKEZİ –
“Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir.”
Felsefesiz yaşam olmaz. Kendi öz bilincine, anlamına, felsefesine göre yaşamayan birey, kendisiyle birlikte, toplumu da hiçleştirip, köleleştiren egemen zihniyetin, cinsin felsefesine göre yaşamak zorundadır. Bu da özüne, kendine yabancılaşmada anlamını bulmaktadır. Uzun insanlık tarihi boyunca halklara, kadına en çok kaybettiren de öz felsefelerine göre yaşamamalarıdır. Bu güne taşınan insanlık değerlerini bizi tarihsel köklerimize bağlayan bağları korumamızı sağlayan da bu öz felsefeye göre, yaşamakta ve yaşatmakta ölümüne direnen halklar, kesimler, bireyler olmaktadır. Örneğin, ağır kölelik koşullarında insanın insana, insanın sevgiye, insanın hakka, adalete yabancılaşmasına karşı çıkan Zerdüşt, tanrıya kafa tutarak yeni bir çıkışı kendine dönüşü göstermiştir. Soru sormadan, hazır, başkalarının cevaplarına göre yaşayan Grek halkına sadece soru sorarak yaşamın anlamını ve orada ne kadar yer kapladıklarını hatırlatan Sokrates’in sorularını hiç bir baldıran zehiri geri alamamaktadır. Halkların ‘ilk evrensel partisini’ yaratan İsa’yı ve onun etrafında kenetlenen milyonları bugünkü İncil’le, papayla izah etmeye veya Hz. Muhammed’i bugünkü İslam’la anlamaya çalışmak boşuna bir çaba olmaktadır. İsa’yı Hz İsa yapan, Muhammed’i Hz Muhammed yapan, insanlığın vicdanını esas almalarıdır. İnsanlığın köşkünde oturan tanrılar, köşklerini sallayan vicdanın ve aklın seslerini ya içlerine girip kirleterek düzenlerine harç yapmış ya da yakarak, zehirleyerek, çarmıha gerip, derilerini yüzerek, kılıçtan geçirerek yok etmek istemiştir. O ilk, en ilkel ve en doğal, eşit, özgür ses, özüne, insanlığına ihanet etmeden, inatla varlığını sürdürmeyi bilmektedir. Mani, Nesimi, Bruno, Yunus, Mevlana, Pir Sultan, Şeyh Bedrettin ve Marks’ta da cisimleşerek bugüne taşırılan bu öz, bu felsefedir.
Bu tarihsel birikimin toplamı ve en güçlü sesi olarak bugüne ulaşan Başkan APO’yu, felsefesini anlamak bu uzun tarihsel direnişi, temsiliyeti anlamlandırmaktan geçmektedir. Anlamanın en büyük eylem olarak nitelendirildiği APOCU felsefenin çağa, uygarlığa meydan okuyan özelliklerini anlamak ve tanımak için hangi koşullarda, hangi felsefenin anti-tezi olarak şekillendiğini açmakta yarar vardır. Tanrı-kul, tanrı-köle egemen sistemlerinin en son halkası olan kapitalist sistem sınıf, cins ve doğa sömürüsünün en üst boyuta ulaştığı bir özelliği sahiptir. İşsiz sayısının her geçen gün artıp, çalışan emekçi ve işçilerin gönüllü köleliğe adeta teslim olduğu ve kadının cinsel obje, meta olarak en çok düşürülmesine karşın, kadın özgürlük bilincinin ve imkanlarının en çok olduğu, çözümsüzlüğün derinliği ile orantılı olarak, çözüme en çok olanak sunan bir yüzyılda yaşamaktayız. Bilimsel teknik gelişmeler ve buluşlar insanlık tahinde çığır açacak niteliklere ulaşmasına rağmen, dünyayı parselleyen bir avuç egemenin elinde, insanı istediği gibi yönlendirmenin biçimlendirmenin, doğadan ve kendinden koparmanın aracı haline getirilmektedir. Dünyanın önemli bir kısmı açlık sınırında yaşarken, diğer taraftan bir kaç ülkenin bütçelerini ceplerinde taşıyan, ürettikleri fazla malları ne yapacaklarını şaşıran ekonomi patronları çağın çıkmazlarını oluşturmaktadır. Teknoloji içinde kaybolarak doğaya alabildiğine yabancılaşan insan bu gerçekliğin yanı sıra, yeryüzünün çölleşmesi, ozon tabakasının delinmesi, hayvan ve bitki türlerinin tükenmesi, ormanların azalması, artan hava kirliliği ile karşılaşmaktadır. Bu da dünyanın yok oluşunun her geçen gün artan belirtileri olmaktadır.
Aile kurumu tarihinin en kötü koşullarını yaşamaktadır. Ahlaki ve moral değerlerinden yoksun yaşamdan koparak sanal aleme kendini kapatan, zaman zaman çete örgütlerinin ve ruhsal gel-gitlerinin peşinde terör estiren gençlik geleceksizliğin göstergesi olmaktadır. İnsanlığı bugüne kadar yaşatan topluluk, toplu ortak değerler etrafında gelişen yaşam, çılgınlaşan bireyin bencilliğinin, egoizminin, canavarlaşan tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadır. Başkan APO, tüm bu gelişmelerin iç içe geçtiği, çelişki ve çatışmaların en yoğun yaşandığı bu dönemi ‘kaos aralığı’ olarak tanımlamaktadır. Bu kaosa, çıkmaza sürükleyen hangi felsefedir? Ya da felsefesizlik?
Yaşamın felce uğratıldığı çağ gerçekliğinde anlam arayışı anlamına gelen bir felsefi bakıştan ziyade, anlamsızlığın kuyusunda kaybolan insanla karşılaşmaktayız. Mevcut tablo ile felsefesizlik doğrudan birbiriyle bağlantılıdır. İdealist felsefede dahi inancın, bir bakış açısının ve değerler sisteminin gereklerine göre yaşanılmakta ve insana-doğaya-topluma da buna göre anlam biçilmektedir. Soyut, manevi tanrıların eridiği, maddenin tanrılaştığı zamanımızda, insanın toplumu, insanın insanı yiyerek tarihsel değerlere hiç bir şey eklemeden inanılmaz ölçüde bir tüketim yaşadığı görülmektedir. Tanrıya dayanan idealist felsefe ile, salt maddeye dayanan materyalist felsefe 20.yy’a cevap olamayarak, anlam verme ve biçim kazandırma fonksiyonlarını yitirmiştir. Susuzluktan kıvranan bir insanın suya olan ihtiyacı, özlemi kadar aciliyet arz eden bu noktada yaşamı, doğayı ve insanı daha derinden anlayıp, yorumlayan yeni bir felsefi akım ve bakış olmaktadır.
a) Öze Dönüş Felsefesi
“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği bu tarihi içselleştirdiğinde üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin.”
‘Kendini bilme tüm bilmelerin temelidir’ diyen APOCU felsefe en başta insanın tarihsel özüne ve kendine olan yabancılaşmasını tersine döndürmenin adı olmaktadır. Kendini tarihten ve dolayısıyla gelecekten soyutlayan, köksüzleşmeyi özgürlük sayan, bu günün varoluş biçimi yani biçimsizliği ret edilmektedir. “Tarih günümüzde biz tarihin başlangıcında gizliyiz” diyerek köksüzlüğe, savrulmaya karşı özgürlüğün köküne kavuşmaktan ve onu bugüne taşımaktan geçtiği gerçekliği üzerinden hareket etmektedir. Birey çözümlenirken içinde şekillendiği aile, çevre ve aşiret özelliklerinden, sınıf, cins, ulus gerçekliği ile bağlantılı ele alınmaktadır. O birey şahsında, tarihin başlangıcından bugüne uzanan zincirin halkaları birer birer açılmaktadır. Sınıf, ulus ve cins gerçekliğinin zamanımızdaki yansıyışı gözler önüne serilmektedir. Yargılamanın ve yadsımanın yerini anlama almaktadır. APOCU felsefede, diyalektiğin karşılıklı bağımlılık ve değişim yasalarının tarihe, birey ve toplum ilişkisine çarpıcı uyarlamasını görmekteyiz. Bireyin duruşu, her hangi bir hareketi, iş yapma tarzından yola çıkarak, bireyin bütününe ulaşılırken, yine bireyin kendisinden topluma ve evrene ulaşılacağı var sayılmaktadır. Bu yaklaşım tarzı bilimsel olduğu kadar aynı zamanda sezgiseldir. İnsan aklına denk, insan duygusunu da temel almaktadır. Bu yönüyle kaba materyalizmden keskin biçimde ayrılmaktadır. İçinde yaşadığımız bilgi çağı, akılla özdeşleştirilirken, vicdan, yürek yoksunluğu ile taşmaktadır. İdealizmin devamı niteliğindeki kaba materyalizmin sonucu olan bilimin, iktidarlaşma gerçeğinden hareketle insanlığın hizmetine sunulması gerektiği ve toplumda yaşanan köleliğin, özgürlüğe evrimi ancak felsefeye dönüş ilkesiyle gerçekleşebilecektir. Felsefenin taşıdığı anlam arayışındaki sınırsızlık, insanı bütünlüklü ele alabilme gücünden ileri gelmektedir. İnsanı insan kılan sadece aklı değil, akıl-duygu bütünlüğüdür. İnsanın küçük evren olduğu düşüncesi doğaya, varolan canlı cansız her şeye saygılı, uyumlu hiyerarşik bakışı alt üst eden bir yaklaşımı gerektirmektedir. İnsanın kendine yabancılaşması, o ilk cennetini yitirişi doğaya yabancılaşmasıyla başlamaktadır. Uygarlık (uygarsızlık) tarihine damgasını vuran hiyerarşik, sınıflı toplumsal biçimleniş, içinde direnişleri de ortaya çıkartırken, zorlu mücadelelerle bu güne taşınan ilkel özü tecrübe ve bilimle birleştirme, cenneti dünyada yaratmanın yolu olarak açığa çıkmaktadır. İnsanlığın ilk cennetine dönüş için erkek egemenlikli sistemin çözümlenip parçalanması, kadının açığa çıkıp, rengini verdiği yeni bir uygarlık sisteminin yaratımıyla mümkün olmaktadır. Buradan yola çıkılarak, insanı-toplumu kök hücrelerine kadar çözümleyen APOCU felsefeyi en başta kadın özgürlük felsefesi olarak nitelendirebiliriz.
b) Kadın Özgürlük Felsefesi
Kadın merkezli neolitik dönemin doğup, büyüdüğü Mezopotamya toprakları, bu ilk analık rolüne tam ters orantılı olarak kadın şahsında insanlığın en çok düşürüldüğü bir konumu yaşamaktadır. APOCU felsefe buna isyan, bunu kabullenmeme ve kadını yeniden açığa çıkarma üzerinden gelişip serpilmektedir. Kaybettiği yerde kazanmak, kadınla birlikte yitirilen vicdanın, adaletin, özgürlüğün yeniden kazanılmasıyla yaşamsallaşmaktadır. Ulusal savaşın eşiğinde evrensel ölçülere göre hazırlanan Önderlik özgürlük okulları, kadını klasik köle kadınlığından, erkeği egemen erkekliğinden kopararak özgürlük ölçülerine göre yeniden biçimlendirmenin temel sahaları olmaktadır.
Geçmişten günümüze özel mülkiyetin ve ailenin gelişimi birbirine paralel ve iç içe gelişmiştir. Bu noktada kadın, erkeğin mülkü haline getirilmekle yetmiş kilitli zindana atılmaktadır. Kadının bedeninde, beyninde geliştirilen kilitleri kırmak için özgürlük laboratuarı haline getirilen dağlarda kadın, tarihi ile, kendisi ve erkekle kıyasıya bir mücadeleye tutuşmaktadır. Kimliğini kazanmak, kendine ait olabilmek için erkekten fiziksel ve beyinsel olarak ayrışmak, hep aynı yere gitmeye alışan ayaklara alışkanlığını değiştirtmek için zincir bağlamaya benzetmek yerinde olmaktadır.
Doğu felsefelerinde görülen filozofluk ve peygamberlik, yani bir nevi söz ve uygulamanın birlikte gerçekleşmesi APOCU felsefe için de geçerli olmaktadır. Doğruluğuna inanılan hiç bir düşünce yaşamsallaşmakta tereddüt geçirmemektedir. Yine doğudan aldığı insan merkezli insan yaşamının değişimi, anlam kazanması üzerine ahlaki boyutu ön plandaki karakterde ortaktır. Diğer bir en çarpıcı ortaklık değişim yöntemi olarak seçilen eski tarihlerdeki felsefenin dine yakınlığından kaynaklı çilecilik, yani sorunu kendinde çözme olmaktadır. APOCU felsefenin bilimsel yanından kaynaklı olan çözümlemeye dayalı sorunu ve evreni insanda yani birey olgusunda çözme esas alınmaktadır. Doğunun duygusal zekası ile batının analitik zekasının sentezi olarak şekillenmekte, bu da gerektiği kadar akıl, gerektiği kadar duygu ve sezgi bileşimini yaratmaktadır. Ne Doğunun inanç ağırlıklı oluşumundan gelen zayıflıkları, ne de Batının kaba maddeci, kuru yaklaşımlarındaki zayıflığı bünyesine almaktadır. Duygu yüklü zeka, bu sentezin sonucu olmanın dışında en çok kadının düşünme yapısına denk gelmektedir. Vicdanı ve yüreği içinde barındıran akıl, eşitsizlik ile özgürlüksüzlüğe karşı bir önlem ve ölçüdür. Dünyayı alım-satım ilişkilerinin sonucu çöplüğe dönüştüren erkek aklı, yürek ve vicdan özellikleri taşıyan kadının duygulu aklıyla frenlenmek istenmektedir. Burada da açığa çıkan kadına yaklaşım, ideolojik, politik nedenlerden daha köklü felsefik bir varoluşsal temele dayanmasıdır. Kadını ele alışla doğayı, insanı ele alış aynı paralellikte ve birbirini destekler niteliktedir. İnsanın en mutlu olduğu zaman kendine ve doğaya yabancılaşmadığı, ağırlıklı olarak kadının yarattığı değerler üzerinde kurulan neolitik yaşama, doğaya biçtiği anlamın, bakışın olduğu çağdır. Ve eğer yeni bir sistem, yeni bir dünyayı yaratmak veya o ilk öze dönmek isteniyorsa eğer, bu da ancak kadının eski gücüne, düşünce yapısına dönüşü ile mümkün olmaktadır. Yaratan, besleyen, büyüten, kendine güvenen kadına ulaşmak, bu günün erkeğin nesnesi haline getirilmiş, silik, güvensiz kadınıyla onu buraya getiren erkek aklıyla güçlü hesaplaşmayı gerektirmektedir. Doğaya olan yabancılık, doğa üzerinde kurulan tahakküm kadın üzerindeki tahakkümün kalkmasıyla paralel bir mücadele ile ortadan kaldırılabilir. Doğaya en yakın cins, hem fizyolojik, hem düşünsel, hem de üzerlerinde kurulan tahakkümün ortak tarihiyle kadın olmaktadır.
c) Özgür İlişki-Özgür Sevgi
APOCU felsefede ölüme kilitli, birbirini mezara götüren Ortadoğu’nun, Kürdün kara aşk yazgısını bozup, yaşayan ve yaşatan aşklar yaratmak bir tutkudur. En temelde, insana, doğaya, kadına, toprağa, ülkeye ve evrene duyulan bir sevgi felsefesidir. Karşı cinslerin ilişkisi, insanın yalnızlığında büyük sevgisizlik içerisinde sığındığı bir liman olmaktan çıkarılmak istenir. Yüzünü dünya ve insanın salt maddi gerçekliğine dönen hiç bir sevginin gerçek olamayacağına inanır. Gerçek sevginin, genelle buluşup evreni kucakladığı, insani duyarlılıklar üzeride kurulduğu oranda boğmayıp, yaşattığını ve büyüttüğünü ifadelendirir. Aşk özgürlük ister. Bireyin özgür kimlik ve kişilik sahibi olmasını gerekli kılar. Bilgelik sınırlarında seyreden bilinçle, duygularda derinlik ister. Kimseye ait olmamak, kendine ait olmak, birbirine değil, ortak amaca, ortak insanlık özlemlerine kilitlenmek aşkın ilkeleri olarak belirlenir. Günümüz sevgi felsefelerinde zayıflık, sökülmüş tırnaklar ve dişler ilk göze çarpan olgular olurken, sevgi, aşk yenilenlerin oyalanma aracı gibi bir işlev görmektedir. Oysa APOCU felsefede bu tersine dönmektedir. Zayıflığın ve güçsüzlüğün olduğu yerde aşk adına en büyük aşksızlığın, bitmişliğin, köleliğin yaşanması, güç yaratımına bağlı bir sevgi ve özgürlük anlayışı doğurmaktadır. Buradaki güç, hiyerarşik baskı altına alan bir olgu değil, düşüncenin, duygunun, bilincin toplamına denk gelen duruşu ifade etmektedir. Zayıflıkta birleşme ihanete, gelenekselliğe, gerilikte ısrara götürürken, zafer kişiliğinde, güçte buluşma, özgürlüğe, yaratıcılığa, yeniyi geliştirmeye götürmektedir. Özgür toplum hedefini gerçek kılmak, özgür bireyi, özgür kadın ve erkek kişilik modelinin açığa çıkarıp yaşamsallaşmasını gerektirmektedir. Yaratılmak istenen özgürlük, soyut ve belirsiz bir imge değildir. Andaki varoluşun tarihsel kökleriyle bağlantısını kurabilen ve öz insani çıkarlar doğrultusunda, birey-toplum bağlantısını güçlü kurarak karar verebilen, iradeyle bu kararları uygulayan, kendini gerçekleştirme gücüne sahip birey ve toplumun özgürlüğünden bahsedilebilir.
Çocuk ve yaşlılara yaklaşımı açımlamak gerekirse, çocukluk ihanet edilmemesi gereken, insanın biçimlendiği ilk dönem olması itibariyle de, en hassas ve en önemli kesit olarak ele alınmaktadır. Varlığına saygı duymak, yaşamı anlamlandırmasını, kendini ve dünyayı tanımasının koşullarını yaratmak, çocuklara karşı büyüklerin temel sorumlulukları olmaktadır. İçinde yaşanılan sistemde en çok ezilen, yok sayılan, her türden fiziksel, psikolojik istismar konusu yapılan, özlemlerine, dünyasına saygı duyulmayan bir nesne konumundadır. Özenden yoksun bir biçimde çirkin ve acımasız yaşam gerçekliğine savunmasız bir biçimde terk edilen çocukların, sağlıksız gelişim koşulları toplumun psikolojik sağlığını belirlemektedir. Sağlıklı bir toplumun temeli olan çocuklara, öz sevgi, öz saygı ve öz güven kazandırma, kendilerini tanıyıp karar verebilen ve planlayıp disipline edebilen bir düzeye ulaştırmayı insani bir görev olarak değerlendirmektedir. Böyle büyük bir sorumluluk ailelere terk edilemeyecek kadar önemli bir konudur. Yaşamsal tecrübenin doruğu olan yaşlılar da tecrübelerinden yararlanacak koşulları yaratarak, onları işlevsel kılmak, güvenli, huzurlu yaşam olanaklarını yaratmak temel toplumsal görevlerdendir.
d) Birbirini Besleyen Birey-Toplum Denklemi
Çocuk ve yaşlılara yaklaşımda açığa çıkan temel olgu, insanlığın ve dünyanın bütünlüklü ele alınıp ilkel klandaki ortak yaşam kültürüne denk bir düzenlenişe tabi tutulması olmaktadır. Egemenlikli sistemlerin toplumları parçalayıp, bireyi yalnızlaştırarak, ‘her koyun kendi bacağından asılır’ felsefesindeki üst boyuta varan bencillik ve bireyciliği tersine bir çaba ile bütünleştirilmeye, sağlıklı bir birey-toplum denklemi kurulmaya çalışılmaktadır. ‘Yaşasın ben’ sloganıyla toplum aleyhine büyütülen, canavarlaştırılan bireyciliğin özünde bireyin en çok hiçe sayılarak yalnızlaştırılması ve bir hasta konumuna getirilmesi tüm çıplaklığı ile görülebilmektedir. APOCU felsefede birey, toplumla kurduğu sağlıklı bağlar ölçüsünde, gücünü yitirmeden kendini gerçekleştirebilmektedir. Toplum aleyhine bireyciliği körüklemek, içinde yaşadığı suyu kurutmak gibi bir anlama sahiptir. Bu feodal döneme kadar gelen tarihsel kesitte olduğu gibi ‘her şey toplumdur’ yaklaşımına da alabildiğine uzaktır. İnsanlık için bir geleceği var kılmak, ne kadar birey, ne kadar toplum denklemini doğru kurmaya bağlıdır. Yönetenlerin elinde istenilen her yöne yönlendirilebilen, kendi başına düşünmekten yoksun birey, kendi içinde olduğu kadar toplum için de potansiyel bir tehlike olmaktadır. Gerçek anlamda yaşanabilecek bir dünya için her şeyden önce kendinin, tarihinin farkında, düşünme mekanizmaları dumura uğratılmamış bireyi yaratmak, APOCU felsefede temel teşkil etmektedir.
Otuz yılı aşkın mücadele tarihine an be an, soluk soluğa özgür bireyi yaratma olgusu damgasını vurmuştur. İnsanı bu güne getiren toplum içinde yaşattığı değerlerdir. Bu değerleri hiçe saymak, kendini, varlık koşulunu hiçe saymakla eş değer bir anlam taşımaktadır. Bu inkarı derinlemesine yaşayan kapitalist çağ insanında kişilik bölünmesi, anlamsızlık, hiçlik, umutsuzluk, insanı işlevsiz kılan derin bir yalnızlık had safhadadır. Bu da göstermektedir ki, toplum canlı bir mekanizmadır. İnkara dayalı bir yaklaşımı içine sindirmesi mümkün değildir. İnsan tarihinden, kültüründen, dilinden bağımsız olamaz. Bunların bir sonucu olarak yeni şeyler yaratıp,varlığını pekiştirebilir. Bu, toplum bir kaderdir anlamını taşımadığı gibi, tarihi değiştirme, toplumu yeniden biçimlendirme arayışı ve savaşı içinde olan APOCU felsefenin öğrencilerine özgür bireylerin tarihi etkileme ve değiştirme gücünü her geçen gün göstermektedir. Yani özünde bireycilik kişiyi toplumdan soyutlayarak adeta elini kolunu bağlayıp, en etkisiz bir pozisyona itmektedir. Toplumla dengeli ilişki kurabilen bireyi aktif, etkili, rol sahibi bir yaşam beklemektedir.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan