HABER MERKEZİ –
Değiştireceğiz! Devrimcilik eşittir; değiştirmedir.
Neyin değiştirilmesi? Bu durumun değiştirilmesi! İnsanını bu ihanet ortamından zaptetmeyen, bir kişide bile ihaneti durduramayan nasıl karşımıza çıkabilir? Her birinin komutası veya sorumluluğunda yüzlerce insan kaçmıştır, düşmana gitmiştir. Bir-ikisini bile durduramadınız. Peki nasıl kendinize insan sever veya yurtsever diyeceksiniz? Hiç bu soruları kendinize sormayacak mısınız? Yalancılar! En temel iş, insanı lanetli, haince işten alıkoymak değil midir? Onları ayakları üzerine dikip hedefe yöneltmek değil midir? Peki siz, şimdiye kadar bunu yaptınız mı? Neyle uğraştınız? Birbirinizle! Meşhur Kürt felsefesi! Felsefe de değil, felsefenin de, dinin de, imanın da bittiği, fitne-fesat, her türlü münafıklık, umudunu yitirmişlerin, yaşamsal tüm konularda kaybetmişlerin inanılmaz hafiflikleri, iddiasızlıkları. Ben bunu iyi anlıyorum.
Çocukluğumda çok dolaşırdım. Pek ürün vermeye elverişli olmayan kıraç toprakları gezerken sizi hatırlıyorum. Bir-iki damla su tutmayan sevdasılar vardı. Onlardaki kurumuşlukları hatırlarken sizi görüyorum. Daha yeşermeden, hele hiç ürüne gelmeden kuruyan bitkileri hatırlarken sizi görüyorum. Bir cemaatle otururken, hiç umut vaat etmeyen boş laflar kalabalığını görürken, sizleri hatırlıyorum. Bunlar benim bütün yaşamımı bağlayan bu toplumun kara kabuslu yanlarıydı. Siz bunları değişik bir lisanla dayatıyorsunuz, yani o kabusu bana yaşatmak istiyorsunuz. Halbuki ben bu kabusları çoktan aştığıma inanıyordum. Hoşunuza gidiyor. Önderlik gerçeğine yaklaşımınızı bu kelimeler ele veriyor. “Ne olur kendimizi böyle yaşatsak?” diyorsunuz. İşte bu kabuslu, bu hiç ıslah etmeyecek yaklaşımlar. Size göre özgürlük bunların cirit atmasıdır.
Burada kıyamet koparacağız, geçit vermeyeceğiz. İnsana güveneceğiz ve mutlaka en bitik yer de olsa, bir kaya parçası da olsa onda kök salacağız. Önderlik gerçeğinin bu olduğunu bileceksiniz. Biz kayalara kök salın demiyoruz. En mümin topraklara sizi ektik, reddediyorsunuz kök salmaya. Mutlak gelinen nokta, Afrikalı siyahın diasporasından* daha aşağılık, daha köleci bir biçimde, yine asırlar ötesi biçilen insan topluluklarından daha tehlikeli bir biçimde dağılmayı felsefe haline getiriyorsunuz. Tarihin son döneminin gerekçesiz, anlaşılmaz sorunların halkasına en son halka olarak eklenmek istiyorsunuz. Bunların büyük tehlike olduğunu öğrenmeniz gerekir. Hiç bunlardan haberiniz olmayacak mı?
Her gün düşmanın hitap ettiği bazı alışkanlıklarınız var, korkmadan, utanmadan onlara yer arıyorsunuz. Oysa sizin biricik dersiniz budur Önderlik gerçeğidir. Ya bu dersi doğru anlayıp gerekeni yapacaksınız, ya da bu sınıftan atılacaksınız. Ya bu dersin ciddiyetine inanacaksınız, ya da bu okuldan çıkacaksınız. Hasret kaldık bir mevzi çalışması yapana, bir saygılı iş yapana.
Eskiden diyordum; bunların yiyeceği yok, silahı yok, güvenecek arkadaşları yok. Bunların hepsini oluşturdum. Nasıl ki eskiden bütün yollar Roma’yaydı, şimdi bütün yollar Kürdistan’a dedik, onu da gerçekleştirdik. Halen şanlı bir tek ses yok. “Burada yaşanmaz” diyor, ya nerede yaşanılır? “Böyle yaşanılmaz” diyor, ya nasıl yaşanılır? Söyleyin bana! Avrupa, Afrika, Arabistan, Orta Asya’da nasıl yaşanılacağını ispatlayın. Yer var mı, yok mu? Bir araştırma yapın; orada yaşam yeri olabilir mi, olamaz mı? Bakın birbirinizin yüzünüze ve anlatın nasıl yaşadıklarınızı. Karınızla, kocanızla, çocuklarınızla nasıl yaşadığınızı birbirinize anlatın. Varsa bir sevdanız anlatın. Yüzlerinize bakın; biz maymun muyuz, insan mıyız diye.
Birbirimizden ne kadar bir şeyler anlıyoruz, anlatacaksınız birbirinize. Bunları doğru anlatmadan sizleri bırakmayacağım. Yaşama ihanet edemezsiniz, uyduruk yaşayamazsınız. Yaşama mutlaka saygıyı göstereceksiniz. En sorumlularımız büyük bir öfkeyle düşmana karşı yol alması gerekirken, işleri bozmayla uğraşıyorlar. Aklın içine tuz ekmişler adeta, kireç ekmişler, kurutmuşlar. Olmaz, bir tek benimle olmaz!
Bunları şunun için söylüyorum; okulumuzun öğrencilerisiniz ve bu okulun öğrencilerinin esas dersi Önderlik dersidir. Halk önderliği; halkın bütün ulusal, toplumsal, ekonomik, kültürel işlerinde yol gösteren olmak, düşmanın bentlerini yıkmak, halkın yaşamının gereklerine inşa gücü olmaktır. Ders budur, bu dersten geçmeniz gerekiyor. Başka hiçbir işiniz olamaz. İlkesi kadar belli bir işbölümü dahilinde, uygulama esaslarında çaba sahibi olacaksınız. Düşmanın size taktığı yüreği koparacağız. Kendi Önderlik gerçeğimizin akıl ve yüreğini gerekirse özel operasyonlarla, ameliyatlarla takacağız. Bol bol burada ameliyat yapacağız. Davamızın önemi azsa söyleyin, büyük çaba harcamayalım. Başka işler önemliyse, onu da bana anlatın, beni bu azaptan kurtarın.
Dikkat edin, son yıllarda yalnız bu konuları işliyorum. Eskiden derslere başlarken objektif gerçeklikleri ele alırdım, tarihten başlardım, sömürgecilik, toplumlar tarihi, askerlik, siyaset, kültür-sanat derslerini verirdim. Şimdi bunlara hiç değinme gereği bile duymuyorum. Bıraktım son yıllarda bunları. Neden? Yeni doğuşun bütün sancılarını taşıyorum bir ulus için, hatta insanlık için. Bizim yeniden ulusal direniş çok şey kazanacak. Nasıl ağır, önemli, komalık bir hastanın başında bütün hastanenin hekimleri koşar ve herkes pür dikkat bütün maharetlerini göstererek kurtarmak isterlerse, bin defa bizim ağır komalık, ama çok önemli bir konuda bütün hünerlerimizi gösterip bu hastayı kurtarmamız gerekiyor. Bu kadar çabadan sonra bir bakıyorum ki, herkesin yaptığı neredeyse değer hırsızlığı veya “boş ver, benim değil, nasıl olursa olsun” yaklaşımıdır. Halkın en yüce değerlerine sigaraları kadar değer vermiyorlar. İnanılmaz bir şey!
Önderlik dersinde bu mutlaka çözümlenecektir. Beni artık yanlış tanımayın. Size bütün verileri sunuyorum, inceleyin, kendi payınıza sonuç çıkarın. Belli ki ben zorla hiç kimseyi tutamam, ama hiç kimse de herhangi bir dayatmayla, zorbalıkla, kurnazlıkla beni sökemez. Hiç olmazsa şimdiye kadarki çalışmalarımla kendimi koruyacak gücüm oluştu diyeyim. Belki eskilerde beni istediği gibi zorlamak mümkündü ama, bu büyük çabadan sonra, sanırım beni hiçbirisi, özellikle de kendi öz sahamızda, herhalde kolay yıkamaz, aldatamaz. Kaldı ki, sizin görevleriniz beni yıkmak, beni aldatmak değildir. Sanmıyorum böyle bir görev önünüzde yok. Sizin göreviniz öyle tahmin ediyorum ki, en azından tartışmak ve bazı doğrularda özlüce karar vermektir.
En çok öğrenilen; kim PKK’de birbirini boşa çıkarır, kim birbirini zayıf düşürür, kim Önderliği boşa çıkarır oluyor. Resmen geçen yıl adını koydular; “yaptığımız savaş Önderliğe karşı savaştır” dediler. Hem de çok yaygın ve genel bir savaş! Peki siz bunun icazetini kimden aldınız? Kim size bu fetvayı verdi? Düşmanın çağrılarından başka bir kaynağı var mıydı? Bu savaşımın veya kendi sınıf eğilimlerinizin kaynağı ne? Sanki mal bulmuş mağribi gibi, herkes kendinde bir kıymet bulduysa “Önderliği boşa çıkaralım” demekle uğraşıyor. Sanki başka yapacakları iş yokmuş gibi. Derdiniz ne? Sıkıştıklarında “sen olmazsan biz yaşamayız” diyorlar. Zor koşullarda tümüyle bana dayanacaksınız, en ufak imkan elinize geçse de canımıza okuyacaksınız. Bu ne biçim yoldaşlık oluyor?
Ses tellerinizi bile doğru işler için ayarlayacaksınız. Ama siz kendi basit dünyanızı yaşamaya gelince istediğiniz gibi davranıyorsunuz. Bu cüretti nerden buluyorsunuz? Hangi hukuk kitabında böyle bir hak anlayışına yer vardır? Bu lümpenizmin sınır tanımaz edepsizliğidir. Başıboşluğun, haddini bilmezliğin, edepten anlamazlığın utanmazlığıdır. Veya cahilliğin ulu orta kendini yere atmasıdır, ortaya sermesidir.
Sizlerle ciddi bir çalışma yürütmek istiyoruz. Ciddi çalışma yürütmek için süreci iyi ayarlamışız. Artık yaşınız-başınız bu işe gelmiş. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u yirmi üç yaşında fethetti. İskender, Makedonya’dan Hindistan’a, Mısır’a kadar otuz üç yaşında fethetti. Düşünün, siz bir kulübeyi inşa edemiyorsunuz. Naylon çadırdan başka bir şey kurmak elinizden gelmiyor. Dört bin yıl önce, insanlarımızın hiçbir düşmanın giremeyeceği dağlardaki kazıdıkları mağaralar var, kovuklar var, henüz onlara bile girecek gücü kendinizde bulamıyorsunuz. Düz ovada sonunuzu getiriyorsunuz. Bunlar gerçek! Dört bin yıl önceki atalarımızın o topraklarda gösterdikleri çabaları gösterememek bir kader midir? Onların inşa ettikleri kaleler var, mezarlar var, yaşam yerlerinizden bin kat daha değerli ve kutsaldır. Mezarları bile yaşadıklarınızın yerinden bin kat görkemlidir.
Düşman öyle bir yenilgi felsefesi egemen kılmış ki, nasıl izah edeceğiz bu yenilgi felsefesini? İsterdim ki bir edebiyatçı bunu işlesin. Hiçbir şeye gücü yetmeyenin romanını kim yazacak? Babacığımı hatırlıyorum şimdi. Hiçbir şeye gücü yetmediği zaman birkaç iş yapardı. En büyük eylemi “ne yapayım Abdullah” diyordu, çıkıyordu damın başına, kapıyordu gözünü, açıyordu ağzını, kendi kendine küfürler yapıyordu. Tam bir acayip hal! Neye, kime küfür ettiği de belli değildi. Ondan sonra kahraman gibi o damın köşesinden inerdi. En ufak bir hedefe gerçekçi olarak yürüyemiyordu. Çaresizdi, güç getiremeyeceğini tamamen öğrenmişti. Bir eşeği vardı, o da yaramaz bir eşekti, zor-bela ona biraz binip, gidip tarla işlerinde çalışıyordu. Onu da fazla başaramıyordu. Bunun hikayesini bana anımsattırıyorsunuz. Sizin bu kavgacılığınızın bütün hikayesi, bunda mevcut. Ben dersimi o zamandan beri aldım. Ah bu babam olmasaydı diyordum, benim de şu çocuk gibi babam olsaydı ne olurdu? Bu en zavallı babayı kim bana baba yaptı? Anam daha değişikti. O da zurnanın bambaşka bir deliğinden çalıyordu, inanılmaz bir ses çıkarıyordu.
Ders çıkardım, böyle yaşanılmaz diye. Hem de o çocuk yaşımızla. Yeteneklerim fazla güçlü olmamakla birlikte akıllıca derslerimi öğrenmeye çalıştım. Yaşayacaksam, öğrenecektim. Tek bir doğru sözcük nerdeyse dört elle sarıldım. Birisinin en ufak bir ilgisine canı gönülden minnet borcu duydum. Gözümün gördüğü her şeyi okumaya çalıştım, anlam vermeye çalıştım. Koştum durmaksızın. Yüreğimin anlamaya çalıştığı her şeye ilgi duydum. Hepsi de çok yetersiz. Değil sizlerle, tek bir insanla yanlış tek bir iş yapmamayı esas ilke belledim. Zararlı hayvanlardan başka, her şeye, bir yeşillik de olsa onu ezmemeye özen gösterdim. Yeter ki zarar vermesin, hain olmasın. Dağların diliyle dağlarla konuştum. Düşmanımızın çocuklarıyla konuştum. Bütün bunları yedi-on yaş arasında yaptım.
Sizin gibi baylara ve bayanlara bakıyorum; hiçbir şeyi ne anlamak istiyorlar, ne dinlemek istiyorlar. Doğrusu nerede? Ne ona ulaşmak istiyorlar, ne ondan kopmak istiyorlar. Yanlış nerede? İşte o sizin dediğiniz toplumsal çabanın yansımaları böyle size egemen olmuş. Tabi bunun nedeni; dediğim gibi siz çok kötü büyütülmüşsünüz. Benim buna karşı tepkim de her zaman kanun niteliğindedir. Hammurabi kanunu gibi yazılmıştır bir defa, bozulamaz. Böyle olacağınıza hiç olmayacaksınız. Kanun bu! Anlayın! Devrilmeye kadar veya hükümden düşünceye kadar bu kanun yürüyecektir. Bakıyorum, bu size zor geliyor ve çok ince yollardan kanunu bozmaya çalışıyorsunuz. Ama unutmayın ki, ilk defa bu ülkede kanun sahibi olacak bir gücü yakalamışız. Kanunu bütün özellikleriyle anlayacaksınız.
İşte ders! Gece-gündüz bunu anlayacaksınız. Ben anlattıklarımı bile yeterli görmüyorum. Bu kanun nedir diye anlayacaksınız. Anlamak şurada kalsın, işiniz-gücünüz kanunu bozmak. Hiç olmazsa bu bozma işini, benden sonraya bırakın. Hammurabi olsaydı, kanunu bozdunuz diye çoğunuzu keserdi. Ben gerçekten vicdanlı birisiyim. Tam bir peygamber sabrı! En çok ikna eden Hz. İsa gibi, hatta daha fazlasını yapmaya çalışıyorum, Hz. Musa gibi yapmaya çalışıyorum.
Kanun kanundur. Bunu biliyorsunuz; yaptırım gücü vardır, uymayana mutlaka yaptırım gücü uygulanır. O gücün ne olduğunu size söylüyorum. “Kanun demiri keser” veya “şeriatın kestiği parmak acımaz” derler, bizim kanunumuz da en az bunlar kadar şiddetlidir. Kanun, nizam tanıyacak duruma geleceksiniz. Ve uydurukça değil, sandığınız ahbap-çavuş yöntemlerle değil, kanunların ruhuna uygun olarak yapacaksınız.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/17 Aralık 1996