HABER MERKEZİ –
Askerlik silahı halkların eline bu biçimiyle verildiğinde, onlar için son derece korkutucudur. Zaten bu nedenle daraltmak için en çok ittifak ettikleri, bu çalışmanın önünü almaktır. “Terörizm” diyorlar, “uluslararası alanda terörizme karşı ittifak halindeyiz” deniliyor. Bir numaralı “terörist” de PKK ve başı ilan ediliyor. Dolayısıyla daraltmaya çalışıyorlar. Ama çok açıktır ki, askeri yücelmeyi de bizim şahsımızda durdurmayı en temel olarak üzerinde birleştikleri bir nokta ve görev olarak değerlendiriyorlar. Önemlidir tabii. Çünkü halk savaşının tamamen durdurulduğu, devrimci şiddetin artık rol oynayamayacağına inandıkları, hatta tarihi açıdan da Gorbaçovlarla birlikte Ekim Devrimi’nden yetmiş yıl sonra artık devrimler döneminin sona erdiğinin iddia edildiği, emperyalizm ve her türlü işbirlikçiliğine Türkiye faşizmi gibi uluslararası alanda bir numaralı rol oynamak isteyen burjuvaziye karşı, böylesine bir halk savaşını dayatmak, son derece tarihi, uluslararası ve güncel önemi büyük olan bir faaliyettir.
Bu görev sahamızda bu faaliyete büyük işlerlik kazandırıyoruz. Tabii bu da emperyalizm ve işbirlikçilerini kudurtuyor. Onlara göre gelişmelerin böyle olmaması gerekirdi. Devrimler dönemi, özellikle devrimci şiddet dönemi sona ermişti. Var olan tek tük teröristler de zaten devrimlerin aleyhine malzeme olabilecek kadar kullanılıyor ve tüketiliyorlardı. Ama yükselen PKK askeri şiddeti, bu anlamdaki bütün nazariyeleri bozduğu gibi, olası bütün gelişmelere de çok kötü örnek teşkil ediyor.
Bu nedenle uluslararası alanda ABD’nin başını çektiği bir “PKK’ye karşı terörizm” kampanyası geliştirildi. Olof Palme gibi kişilikler bile, bu terörizm kampanyasında kullanılmak istendiler. Öyle sanıyoruz ki, büyük bir uluslararası komployla da, PKK’nin etkisinin uluslararası alana, özellikle Avrupa halklarına yansımaması ve yine çok kötü bir “terörizm” olduğunun kabul edilmesi için büyük çaba bu nedenle harcandı. Ayrıca Çekiç Gücün devreye konulması ve yine özel savaşın her türlüsünün Türk ordusunca uygulanması ve bunun ABD, Almanya gibi devletler başta olmak üzere, irili-ufaklı suç ortağı olan güçlerce desteklenmesi, soykırıma, bile izin verilmesi, onların bu devrimci şiddetten, direnişten ne kadar korktuklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Eğer askeri yücelme devam ederse, mevzilerini daha iyi korursa, özellikle savaş tarzını zafere doğru kesinleştirirse, kaybeden sadece Türk sömürgeciliği faşizmi değil, her türlü bölgesel gericilik ve onun arkasındaki emperyalist ağababaları olacaktır. Bunun da zincirleme etkisi, bir Fransız Devrimi, bir Ekim Devrimi, bir İslam Devrimi kadar yayılmacı ve oldukça güçlendirici olabilir. Kürdistan Devrimi’nin biraz da böyle bir anlamı var ve bunu düşündükçe histeriye kapılıyorlar. Başarılmaması için hiçbir devrime karşı almamış oldukları tedbirleri alıyorlar. Bütün devrimler ve karşı-devrimler tarihinden aldıkları derslerle, Kürdistan Devrimi’nin bir uluslararası devrim haline gelmemesi, hatta Kürdistan içinde bile bir devrimci çözüme gitmemesi, özellikle de askeri olarak gitmemesi, bastırılması ve hatta onun şahsında “devrim ne kadar kötüdür, şiddet ne kadar lanetlidir” yargısına varılması için, uluslararası ideolojik karalama kampanyalarıyla psikolojik savaş en ileri boyutlarda yürütülüyor. Bu temelde bir devrim mahkûm edilmek isteniliyor.
Yürüttüğümüz saha çalışmaları, ülkeye yansıtılan sınırlı biçimlenişi, bütün bunları boşa çıkarıyor ve olasıdır ki, özellikle son Güney atılımımızla birlikte bu savaşı daha da olanca geniş sahalara yayma ve derinliğine kurumlaştırma imkanını ortaya çıkarıyor. Bu da tam anlamıyla uluslararası bir terörle karşı karşıya gelmemize yol açıyor. Her sahada ideolojik, siyasi ve askeri olarak kuşatmaları yetmiyormuş gibi, büyük bir psikolojik savaşla da bu birleştiriliyor ve devrimimizin askeri cephesi başta olmak üzere, çökertilmesi için ne lazımsa o yapılıyor. Gördüğünüz gibi, Dublin ve Tahran zirveleri, çeşitli diplomatik oyunlar, böylesi gelişmeleri engellemek içindir. Şimdiye kadar hiçbir yücelme alanında başarı sağlamadıklarını söyleyebiliriz.
Tabii bu demek değildir ki her zaman böyle gider. Bir gaflet, bir mevzi görevini sağlam yerine getirememe, bizim Önderlik gerçeğinin gelişimini sürdürememesi, tabii ki olumsuz gelişmeleri zincirleme beraberinde getirebilir. Getirmemesi için Önderlik gerçeği kadar, kadro gerçeği ve onun ideolojik, askeri, siyasal temsili, kurumlaşması ve çok zengin taktiklerle bir iç savaşı yürütmesi zaferi kesinleştirebilir.
Demek ki çözümlemelerimizin bu kapsamlı savaştaki yeri, yüce değerlerin geliştirilmesinde belirleyici olma gibi bir role sahiptir. Dış cepheyi bu yönüyle tanımak zor değil. Dış cephenin saldırılarına karşı dayanmayı da, istediğimiz gibi olmasa da, yürütüyoruz. Dikkat edilirse son zaman çözümlemelerinde en çok kendini ele veren gelişme de, bu iç cephedeki yücelmedir. Anlaşılabildiği, ya da duyumsanabildiği kadarıyla bir başka yücelmeyi yaşıyoruz. Buna ruhsal veya duygusal yücelme de diyebiliriz. Devrimin adeta bir yan ürünü demeyeceğiz de, bir taçlanması, insan ruhunda meyve vermesi gibi de, bu gelişmeyi tarif edebiliriz. Zaman zaman biz ruhsal devrim ya da sevgi devrimi de dedik. Gerçi bunu tam göstermedik. Çünkü bu biraz ideolojinin, siyasetin hesap meselesi değil. Birbirine bağlantılı da olsa böyle değildir. Ama kendi başına da giderek çözümlenmeyi isteyen bir gelişmedir. Bu biraz da devrimci edebiyatın işidir ama, biz de gelişmeler o kadar birbirine bağlı ki, devrimci edebiyatın kendisi de adeta bir savaş oluyor.
Nitekim saha çalışmalarımızdaki gelişmeler, en değme romana bile taş çıkartacak kadar çetrefilli, karmaşık, öfkelendirici olduğu kadar sevindirici gelişmelerle doludur. Oldukça heyecan veriyor. Düşünün, gerçeğin kendisi böyleyken, edebiyat diliyle yüceltildiğinde, bu nasıl bir gelişme olacaktır?
Duygular sahasında yücelen değerler karşısında cüce değerlerin hazin örnekleri, ağlanası örnekleri yanı başımızda ortaya çıkmış ve oldukça üzerine gidildi. Duygu yüklü, giderek heyecanları artan bir sürece kapılmış gidiyorsunuz. Bu da anlaşılır bir gelişmedir. Devrimin ilk çözümlemeleri ruhta, duygularda, manevi dünyada yankısını bulmazsa, o ciddi bir devrim olamaz. Devrimci süreçler, aynı zamanda asırlık duyguların, kin ve sevinçlerin, aşk ve ihanetlerin, bağlılık ve komploların, büyük yücelme kadar cüceleşmelerin amansız bir biçimde birbirleriyle hesaplaştıkları, hele devrim daha da geliştikçe, biraz daha başarıya doğru giderek ete-kemiğe büründükçe, bu savaşın daha da amansızlaşması gerekiyor. Bakıyoruz etrafımıza, gerçekleşen bu oluyor.
Bu da biraz bilinçli, biraz kendiliğinden gelişti ve Önderlik gerçeğiyle bağlantısı çok çarpıcıdır. Başlarken sizlere ilk günleri biraz kendi yaşamımda anlatmaya çalıştım. Halen de öğrenme ve bilme değeri olsun diye anılarımı anlatma gereği duyuyorum. Eskiden bunları anlatmak istemezdim. Şimdi herkes öğrenmek istiyor. Öğrenmek isteyenlere de bizim öğretme görevimiz var, kaçınamayız. Yoksa sıradan anılarımı izah etmemin hiçbir gereği yok. İlgiler çok yüksek olduğu için ve adeta herkes “daha da fazlasını duymalıyız, öğrenmeliyiz” dediği için, ben de anlatıyorum. Yani tabir yerindeyse, umumi istek üzerine oluyor.
Önderlik, çok çarpıcı bir duygular savaşıdır da.
Devrim zaten duygularla başlar. Bende de duygu yönü korkunç güçlü başladı. Kini, retleri kadar istekleri, çirkinliğe karşı olduğu kadar güzellikleri esas alan kendine göre bir gelişmeyle başladı. Önce fazla bilinç yoktu, siyaset yoktu. Duygular vardı. Bir çocukluk gerçeği başka türlü zaten olamaz.
Gençlik, delikanlılık tamamen duygu yüklü bir süreçtir. Ben sizlere bu anıları tekrarlama gereği duymuyorum. İlgilenenler çözümlemelerde bol bol bulabilirler. Çocukluk kaprislerimi, kıskançlıklarımı, yine birlikteliklerimi, arkadaşlıklarımı size hiç çekinmeden, sıkılmadan anlattım. Bir yufka ekmek için nasıl anamla savaş yürüttüğümü anlattım. Bir ekmek savaşıdır, halen anımsıyorum. Darı ekmeğiyle birlikte buğday ekmeği ortaya çıktığında bu bende bir arayıştı ve yufka ekmeğinin bir tanesini bile fazladan almak benim için tam bir amaçtı neredeyse. Onun için büyük bir savaşçılık yapıyordum. Hedef de anamdı tabii, onun sakladığı yerden veya ellerinden almalıydım. Hakkım mıydı, değil miydi, o ayrı bir mesele! Tabii tam istediğim gibi ekmeği koparamayınca dağa çıkardım. Dağda bilinen kök bitkileri vardır, onları toplamak, yine ekilmiş bitkilerden, meyve ağaçlarından değerler toplamak da benim için bir hedefti. Bazılarını hırsızlardık. Bazılarını bizzat büyük çaba harcayarak elde ederdik. Bir dönem böyle geçti.
Diyebilirim ki bu konuda da önde gelen, bir öncü savaşı yürütüyordum ki, ilk çocukluk gruplarımı bu koparıcılık temelinde örgütlemeye çalıştım. İşte “gelin sizleri çiğdem toplamaya götüreyim, şurada kavun-karpuz ekilmiş, birkaç tane alabiliriz, üzümler çıkmış, fıstıklar çıkmış” diyerek herkesi peşime takardım. Halen aklımda hangi ağaçtan biraz fıstık topladığım ve sahibi geldiğinde nasıl kaçtığım… Tabii bir dayak yediğim de unutulmaz bir biçimde anılarımdadır. Başka anılar da var. Köy koşullarındaki aile kavgaları, çocuklarla kavgalar; çocuk kavgalarının çetin olmasından ne kadar ürktüğümü, vurma-kırmaların sonuçlarının kötü olacağı, uzun vadeli yaşam istemlerimize darbe teşkil edeceği, mümkünse önlemek, ama mümkün değilse Cimo ile Mıho’nun hikayesinde olduğu gibi çok derli-toplu, planlı bir-iki eylem düzenlemek. En değme gerillacının göstermediği duyarlığı, o çocuk yaşımda gösterdiğimi kanıtladım.
Uzun süre savunmada kaldıktan sonra birden bire saldırıya geçerek çığır açıcı bazı darbeleri gerçekleştirdiğimi sanıyorum bazı anlatımlarda dile getirdik. Yine çok vazgeçemediğim arkadaşlıklarım vardı. Bana göre iyi emek arkadaşlığı, birlikte iyi avcılık, kuş avlamak, yine yılanlarla uğraşmak, derelerden tepelere iyi çıkmak ve bu konuda benimle en iyi yürüyeceklerle birlikte olmak, can attığım şeylerdi. Hasan Bindal gibi çocukluk arkadaşlıklarımı nasıl ele aldığımı ve nereye kadar nasıl getirmek istediğimi de çözümlemelerde biraz dikkatlere sundum.
Aile içi çelişkiler vardı. Ailenin giderek kendisini dayatan normları, gelenekleri vardı. Onlara karşı da, ilk isyan anlatımında olduğu gibi nasıl büyük bir direnme içine girdiğimizi, büyük bir öfke, kavga ve tabii isyan, ardından köye başkaldırıya kadar dayanan bir savaş söz konusuydu kendime göre. Bu da bir öfke savaşıydı. O zaman köyden ayrıldığımda, arkama dönüp de göz yaşlarımı akıttığımı da halen hatırlıyorum. Öfkeden boşalıyordu tabii. Tuhaf! Neden öyle savaşıyorsun ve neden kopuyorsun? Bir kişilik özelliği! Duygu yüklü bir kişilik! Bu hepimizin yaşayabileceği bir durum. Kendinizi daha iyi tanımlayabilesiniz diye ayrıntılandırıyorum.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/10 Eylül 1995