HABER MERKEZİ –
Fransız ütopik sosyalizminden esinlenen Marxizm de bu tespiti esas alır ve bilimsel sosyalizmin kadına yaklaşımda temel dayanağı olarak derinleştirir. Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı, sınıflı devletli uygarlık tarihinin kadının köleleştirilmesi üzerinden geliştirildiğini belirtir. Aile ile özel mülkiyetin birlikte geliştiğini ve kadının köleleştirilmesine dayandığını kapsamlıca çözümler. Engels; “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki çelişmenin karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar” tespitiyle, cinsler arasındaki çelişkinin kökenine iner. Feminist ideoloji, ilerleyen mücadele dönemlerinde, bu görüşlerden hem etkilenir hem derinleştirerek, mücadele amaç ve yöntemine yön vermede değerlendirir.
Liberalizmin öncülerinden İngiliz John Stuart Mill, 1869’da yayınladığı Kadınların Boyunduruk Altına Alınması kitabında, insanlara sunulan “fırsatlar elverdiği ölçüde yetilerini kullanma” özgürlüğünden kadınların mahrum bırakıldığına değinir. Doğurma özellikleri gerekçe gösterilerek, “daha yüksek toplumsal işlevlere” dahil edilmedikleri eleştirisini yapar. “Kocalarının karıları üzerindeki aşırı otoritesi hafifletilerek” erkekle eşit, tüm yurttaşlık haklarından yararlanmalarını savunur. Bu görüşleri, sadece aristokrat, üst “tabaka” için geçerlidir. Liberalizmin “özgürlük” kapıları, her kadına açık değildir, büyük çoğunluğa evi-aileyi, belli bir azınlığa ise, devlet kapılarını işaret etmektedir.
Feminist ideoloji, devrimli yıllarda hem liberalizmin hem sosyalizmin kadına ve kadın sorununa yaklaşımından etkilenir. Fransız devrimi, İngiliz sanayii devrimi, Amerika’nın bağımsızlık süreci, kadınların düşünsel ve eylemsel hak arayışına yön verir. Ulus-devlet ve kapitalist modernitenin yoğunluk kazandığı merkezlerden çıkış yapar. Batı merkezli, liberal-aydınlanmacı feminist teori, günümüzde de temel çizgiye yön vermeye devam etmektedir. Politik, pratik alanda radikal, eylemli bir çıkış, ideolojik alanda ise, yoğunluklu liberalizm etkili olur. Belli dönemlerde duraklama ve temposu düşük bir mücadele öne çıksa da toplumsal mücadelelerin yükseliş dönemlerine paralel, feminist mücadelede de bir canlanma gelişir.
Bu süreçlerden, ideolojik yaklaşımlardan, mücadele yol ve yöntemlerinden yola çıkarak feminist hareketi üç-dört dalga biçiminde yorumlama ön plandadır. İlk dönemlere damgasını vuran liberal-aydınlanmacı feminizmle, siyasette yer almada somutlaşan oy hakkı mücadelesi -süfrajetler hareketi- öne çıkar. Bununla birlikte kadının eğitim, çalışma ve mülkiyet hakkını savunma, çıkış yıllarının temel taleplerini oluşturur. Erkeğe eşitlenme ile erkeği ölçü almayı reddeden, kadın kültürü ve tarihine yoğunlaşmayı esas alan kültürel feminizmle bu ana eğilim hem ilişki hem çatışma içindedir. 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren bu dönem, eğitim, çalışma ve siyasal haklara öncelik verir ve oy hakkı başta olmak üzere, çalışma koşullarının kısmi oranda düzeltilmesi, eşit işe-eşit ücret, eğitim alanında belli kazanımlar elde edilir.
Emek-beden sömürüsü
İkinci dalga olarak tanımlanan 1960-70’ler döneminde, toplumsal cinsiyet çözümlemeleri, emek-beden sömürüsü ve “kamusal alan ile özel alan ayrımı” yalanını deşifre etme mücadelesi belirginleşir. “Özel olan politiktir” sloganı, yine Simone de Beauvoir’ın 1950’li yıllarda kadının ötekileştirilmesini irdeleyen “Kadın doğulmaz, olunur” tespiti etrafında, cins kimliğini tanımlama arayışları öne çıkar. De Beauvoir’ın gerçekleşen sosyalizmin kadınlara özgürlük getirmediği ve feminist örgütlenmeye ihtiyaç olduğuna dair tespitleri; Emma Goldman’ın “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” değerlendirmesi ekseninde yaptığı reel sosyalizm eleştirileri etkili olur. Emek alanından siyasal alana, yayıncılığa, dernekleşmelere doğru feminist örgütlenmeler gelişir. Bilinç yükseltme çalışmalarının hem kadın kimliği hem siyasal bilinç edinme ve sokak eylemlerinin gelişiminde önemli katkılarının olduğu bir dönemdir. Erkek egemen zihniyetin ve düşünürlerinin tarihten bilime, felsefeye, edebiyata damgasını vuran cinsiyetçi ideolojilerini sorgulayan, deşifre eden önemli düşünsel çıkışlar yapılır. Bu dönemde Radikal, Marxist, Sosyalist, Varoluşçu, Siyah, Anarko feminizm gibi adlandırmalar öne çıkar.
Maria Mies, 1970’lerdeki feminist hareketi Marxist, sosyalist, radikal feminizm biçiminde ayrıştırmanın “feminist harekete dışarıdan bakan ve önceden bildiği sınıflamalara feminizmi sığdırmaya çalışan kişilerin işi” olduğunu öne sürer. “…bu etiketlemenin feminizmin gerçekten ne olduğunu, ne savunduğunu, temel ilkelerinin, toplum tahlilinin ve stratejilerinin neler olduğunu daha iyi anlamaya katkısı olmadı” düşüncesiyle farklı feminizm tanımlamalarına karşı çıkar. Bu tespit yerinde olmakla birlikte, feminist kuram ve hareketin kadının sömürülmesi ve ezilmesinin nedenlerini açığa çıkarma arayışında farklı ideolojik yaklaşımlardan yararlanma arayışı da gözardı edilmemesi gereken bir konudur.
Heja Zerya