HABER MERKEZİ –
Nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı? Doğumumuzdan ölümümüze kadar peşimizi bırakmayacak olan soru iki tanedir. Cevabını verirseniz; yaşamdan savaşa, savaştan da yeni bir yaşama çıkış yapabilirsiniz. Tabii sizleri anlayabilmek için, anlatabilmek için kendimizi anlamak gerekiyor. Onu yapıyoruz, yaptık biraz. Teorik konuşuyorsunuz savaş üzerine, bol bol halkların savaş devrimlerinden yine bahsettiniz. Ama bir soru var ki, çok eksik. Siz yaşıyor musunuz, savaşıyor musunuz veya yaşam ve savaş gerçeğinin neresindesiniz? Tabii öyle anlaşılıyor ki, benim şu anda böyle iddialı bir konumda olmam, yaşam ve savaş arasındaki bağı az-çok çözmemle gerçekleşebilmiştir. Nasıl yaşamalı ve savaşmalı sorusuna yönelirken, soruya cevap önem kazandıkça, bunun en ağır sorumluluğunu yaşayan kişiliğin üzerinde müthiş durmanız yöntem olarak en doğrusu oluyor. Çünkü siz gerçekten benim deyimlerime göre, yaşamın da, savaşımın da çok dışındasınız. Ve durumlarınız yürekler acısı. Çok üzülüyoruz size ve şahadetlere.
Bana göre hiçbir zaman savaşçı böyle kolay düşmemeli. Tabii bunun da nedenini araştırıyorum. Gelip yaşamınızda düğümleniyor. Yaşam büyük bir arayıştır. Siz ise düşman ne kadar hazırlop, yani balığı tutmak için oltaya yem taksa hemen ona takılıp gidiyorsunuz. Yaşam karşısındaki pozisyonunuz bu. Düşmanın uzattığı olta yemine takılan balıklar ne kadar yaşıyorsa, siz de o kadar yaşıyorsunuz. Bu, çok kötü bir yaşam biçimi oluyor. Size belki gücüm yetmez ama, nasıl oltalık olmadığımı çeşitli yönleriyle anlatmaya devam edeyim. Daha ilgi çekici ve örgütleyici oluyor bu yöntem; çok açık tabi! Benim hatırlayabildiğim kadarıyla, çocukluk öfkelerim, hayallerim, istemlerim, arzularım, yani kendimi duyumsadığım her şeyimle; adı da gitmiş, kendisi de gitmiş bir ülke ve halk içinde çıkış yaptık, buraya kadar geldik. Bunun hikayesi müthiş!
Siz bu hikayeyi henüz öğrenememişsiniz. Hayret! Halbuki gerçekten büyük bir merakla öğrenmeyi bilmeliydiniz. Çünkü bu hikaye hepinizin hikayesidir. Direnmek isteyen bir halkın yaşam ve savaş hikayesidir bu. Ne yazık ki, halktan gelmenize rağmen, kavrayamamışsınız. Neden? Tabi düzen halkı nasıl etkisizleştiriyor ve kendi dayattığı, adına kader-yazgı denilen düzene mahkûm yaşam içinde nasıl tutuyorsa, sizi de öyle tutmuş. Siz düzenin hikayesini yaşıyorsunuz. Ben ise düzene isyanın hikayesini yaşıyorum. Fark burada, büyük bir fark tabi.
Biz önceki devrede ‘İlk İsyandan Halk Savaşına’ adı altında düzenlenen değerlendirmelerde biraz açmaya çalışmıştık, ama hâlâ çok açımlanması gerekiyor. Dediğim gibi, siz ciddi ve saygılı yaklaşmıyorsunuz; yoksa bir çok yönüyle hikayeye açıklığa kavuşturdum. Kendinizi çok seviyorsunuz, beğeniyorsunuz. Ama içinde bir şey yok. Özellikle başarıya götüren ciddi, sevdalanacak hiçbir şey yok. Kendinizi sevecek, beğenecek çok az şeyleriniz var. Ben de kendimi sevmiş ve beğenmiş olsaydım, bu duruma yol açamazdım. İşe sahte düzen ölçülerine göre dayatılan sevgi ve beğeniyi reddetmekle başladım. Duyguların inkarı, anlamsızlığını veya hiç yaşamama gibi durumunu görerek başladım.
Halk savaşı, aslında çok basit bir sorunun çözümüyle anlaşılabilir. Öyle çok kitap okuyarak ve -yıllardır işte sözüm ona savaşın içinden geliyorsunuz- deneyimle de fazla anlayamıyorsunuz. Daha sade anlatmak gerekir veya çok basit bir sorunun temelinde anlamanız belki daha da mümkün olabilir. İşte o da, “ben nasıl yaşıyorum ve savaşa nasıl sıçrama yaptım?” sorusunu cevaplandırmakla mümkündür. Kendimi 1980’lerde anlatmayı istemezdim, 1985’lerde, hatta 1990’larda bile kendimi anlatmıyordum. Veya daha değişik anlatıyordum. Şimdi ise, böyle anlatma gereği duyuyorum. Neden? Çünkü büyük bir inatla yaşamı ve savaşımı öğrenmemeyi, çok tehlikeli bir biçimde ve neredeyse bir kadermiş gibi, yani yenilgi anlamında normal görüyorsunuz. Bu bizi çok sıktı. Bütün beklentilerimize rağmen, büyük yaşayan ve savaşan kişi çıkmadı. Çok uzun süre bekledim dikkat ederseniz.
Bu kadar anlamsız kayıp verdikten, yaşam ve savaşı böyle kördüğüme çektikten sonra kendime yönelme gereği duydum. Yani ben nasıl savaşsallaştım? Bunu anlatma gereği, sizden ötürü yoğunlaşıyor. Yoksa sizin gibi ana kuzularını bu ateşe niye atalım? Sizin en temel sorununuz; benimle nasıl arkadaş olmaya da fazla anlam veremeyişinizdir. Arkadaşlığa gelmeme, arkadaş olmayı bilememe de herhalde en temel sorunlarınızdan birisidir. Tabi halkı bir yandan birliğe çağırırken, sizi de ihmal etmeyiz. Hatta sizin öncü birliğinizi kesinlikle geliştirmek gerekir. Başka türlü zaten savaş yürütülemez. Ama neyin arkadaşısınız? Niçin arkadaşsınız? Bugün bile, bu sorulara cevap verdiğinizi sanmıyorum; doğru biçimde tabi.
İçinizde birbiriyle doğru-dürüst arkadaşlık, yoldaşlık edecek adam yok. Diken gibi batıyorsunuz, itiyorsunuz, daraltıyorsunuz, öfkelendiriyorsunuz, kaçırtıyorsunuz. Bu pratiğinizde çokça ortaya çıkmıştır. Aranızda arkadaşlığı çekici olan kaç kişi var? Şöyle yüce savaşçılığa çeken, anlamlı bir yaşama çeken kaç kişi var? Niye kendinizi aldatıyorsunuz ki? Halbuki benim halen ne kadar arkadaş canlısı olduğumu görüyorsunuz. Çok doğal olduğu kadar, çok iddialı, çok çabalı, kusursuz denebilecek bir arkadaş arayıcısı oluyorum. Bunu da tabi pratikte milyon kere kanıtladık. Sözüm ona savaş birliklerimizin, halkımızın örgütsel görevleri başındaki sözde militana bakalım; arkadaş olmayı bile bilmiyor. Farkında bile değil. Neyi konuşturduğu belli değil ve çoğu düşmana göredir. Çok azı halkın temel ihtiyacına göredir, kurtuluşa göredir.
Niye böyle oldunuz? Lanetli halk gerçeğine bağlayacaksınız; düşmanın ayartmasına, çok kötü terbiyeye bağlayacaksınız. Ama bu sizi kurtarmaya yetmez. Sadece neden saf olduğunuzu kanıtlamaya yeter. Böyle anlatmakla saflığınızın gerekçelerini ortaya koymuş olursunuz, kendisini değil. Mesela bana göre hanginiz çıkıp da “ben şekillendim”, “baştan böyleydim, çok istekliydim ve aslında başarıyordum da” diyebilir? Dikkat ederseniz pek yok. Güç getiremiyorsunuz. İyi niyetinizden kuşku duyulmaz, benden daha fazla fedakârsınız veya arkadaş canlısısınız. Ama amacı yok işte, savaşa giden yolda değil. Ahbap-çavuşçadır, kandırmaca tarza çok açıktır. Kolay bağlanıp kolay sökülür cinstendir. Yıkılmaz değildir bağlarınız, ilişkileriniz. Her an ters düşebilirsiniz, ihanet edebilirsiniz, belki de farkında olmayarak.
Mesela benim arkadaşlığım öyle değil. Ben, gerçekten düşmanımda bile büyük saygıyı yaratmayı bilen kişiyim. Dağlarımla, kurtlarımla, kuşlarımla, yılanlarımla, çıyanlarımla, otlarımla, her türlü bitkilerimle, her türlü yine hayvanlarımla aslında çok candan arkadaşım. Öncelikle ülkemle arkadaştım diyebilirim. Daha sonra insanlarla arkadaş olmaya sıra geldi. Halen hatırlıyorum, bazı ağaçlarım vardı, nasıl onlarla arkadaş olmaya çalışıyordum. Hepsi aklımda. Yılanlarla bile uğraşmam, tam bir alışkanlık biçimindeydi. O başını çıkarıyordu ben üzerine gidiyordum, aylarca böyle süren hikayeler var. Hiç birinizin aklına böyle şeyler gelmez. Kuş yuvalarım vardı, günde on defa ziyaret ederdim. Yollar vardı, sicim gibi akıp giderdim ve hep aklımda. Hangi ağacın neresine bakıyordum, hala hepsi zihnimde.
Sizin beyninizde sürekli böyle duran hatıralarınız var mı? Yani bu bir yerde yurtseverlik oluyor. Toprağa bağlılık. Bütün bunlar yürektedir ve günü geldiğinde biz bunları tarihe bağladık, teoriye bağladık. Siz ise hikaye. “Haydi bir çırpıda salla ayağını, koyuver gitsin” dediniz. Tabana kuvvet dediniz, kaçtınız gittiniz. Ben de ayrıldım ama, size ilk isyanda belirttim. Köye, aileye büyük tepki duydum, kopuşun ne kadar zor olduğunu ortaya koydum. Ama şu şartla kopmuştum, bir kez daha döneceğim ve her köye döndükçe devrimle döndüğümü iyi hatırlıyorum. Kesinlikle dönüşlerimde tekrar yoktu, devrim vardı. Bunu daha sonra ülkeyi de dolaştığımda, bir kez daha “döneceğim” dedim ve her dönüşüm bir devrim atılımıydı. Tabii bunu önce kendi içimde kararlaştırıyorum, yaşıyorum. Hiç ortada PKK, savaş diye bir şey yok. Yıllarca kendi içimde yaşamışım. Tabii ne kadar sadıkane bir yaşam olduğu açık.
Ben bunu “çocukluk anılarıma, hayallerime ihanet etmeme” biçiminde bir cümleyle tanımladım. Ama acaba sizin ihanet etmediğiniz, bir hayaliniz ve hatıranız kalmış mıdır? Belki de anlam veremiyorsunuz. Yaşamdan, savaşa geçiş kişiliğini anlatmaya çalışıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, siz çok yönlü kopuşlar yaşadığınız için, yurtseverliğe dönüş yapamıyorsunuz. Yapamadığınız için de, yüksek savaşçı özellikler gelişmiyor. Bir önemli neden bu olabilir. Çünkü, en görkemli dağ doruklarındasınız, orada bile yaşamayı bilmiyorsunuz. Tahmin ediyorum bakmasını bile bilmiyorsunuz. O bakışlar sizde yok. Yürek duyarlılığı da yok. Yüreği derinden etkilenen, herhangi bir gelişmeden, havadan, sudan, kurttan, kuştan, çiçekten, her şeyden sanmıyorum olsun. Bakmaz bile. Yani yaşamasını bilmiyor veya bilse de hayaline dalıp, savaşla bağını hiç aklına getirmez.
Dikkat ederseniz benim ilk isyanımdaki bir özellik çok önemlidir. Dün gibi hatırlıyorum; bir bağdayım, bağı güzelleştirmekte veya en azından bir bakımla uğraşıyorum. İyi bir iş yaptığıma eminim, bozmuyorum velhasıl. Aileden gelen kişi ise haksız veya fazla emek harcamadan belki de o düzeni bozmaya çalışıyordu. Kesin öfke ve karşı koyuş böyle başladı. Başka bir nedeni olduğunu sanmıyorum. Yani böyle bin bir tane hikayem var. Tabii üzerinde çokça durduğumuz için, belki de kafanızda canlı yaşadığı için söylüyorum. Hemen her günüm böyleydi. Bir işi doğru yaparken, birilerinin bozması anında öfke ve öfkenin artık kavga gücüne veya kavga duygusuna, kavga kinine dönüşmesi. Mesela gücüm oranında da, neydi ilk eylemim? Etrafımdaki taşlar. Hemen öfkelendiğimi hatırlıyorum. Önce bağırdım, biliyorsunuz hitap, yani propaganda. O ilkin öyleydi. Baktım bağırmayla gitmiyor, laftan anlamıyor, işte hemen etraftaki taşlara saldırma ve taş gücüyle adımı geriletme, kaçırtma. Ondan sonra adamın klasik gerici ilişkilere sığınması söz konusu. Ona da karşı çıkma gücünü gösterme. Yine büyük bir karşı koyuş.
Devrimi burada kesintiye uğratmıyorum. Kişiden aileye hevesle çatıyorum ve küçükten büyüğe, köye kadar da bulaştırıyorum. Köyün içinde de daha böyle gürültülü bir hal almasına yol açıyor, ondan da çekinmiyorum; bir adım daha. Köyü de gerektiğinde hiçe sayıyorum. Bunlar köyün gelenekleriymiş, pek umurumda değil. Yine büyük, taşlı kavgaya devam. Büyükmüş, babaymış yine de mühim olan devrimdir ve onu ona karşı da yürütüyoruz. Tabi köy güçlü, aile güçlü, sonuna kadar karşı koyamazsın; çünkü teksin ve çok çocukça bir konumdasın, sıradan bir geri çekilmeyi yaşadık. Sabahleyin kavgaya başladık. Öğleye doğru geri çekilme yaptık.
Tabii bizim bu şanlı gerillacılarımıza ithaf olunur. Bir çok köye giriyorlar, bir sigara, bir çay uğruna birimlerini imha ettiriyorlar. Hangi amaçla girişleri belli olmadığı gibi, niçin, nasıl çıkmaları gerektiğini de hiç anlamıyorlar bile. Ama bu çocuk havamda bile benim görebildiğim; sabahleyin başladık, şiddetlendirdik. Yine dün gibi hatırlıyorum; daha güneş tam öğleye doğru dikilmeden, ben o bilinen parayı da aldım, yani adamın hazinesine de ulaştım. Orda on lirayı çıkarabilme gücünü gösterdim. Yani adamın yalnız fiziki varlığına değil, maliyesine kadar biraz yöneldik. Ardından yine hiç kimse duymadan, süzülüp çıktık köyün karşısına. Hatırlıyorum yani, inkar mı edeceksiniz? Bir kavga biçimi. Neden böyle çok seri bir biçimde başladık, çok hızlı ve giderek sürekli yoğunlaşarak yaptık. İşte o eylemi, o ağacın altında gözden geçirdiğimizde, büyük bir öfkeyle “köye böyle dönmeyeceğim” dediğimizde, onun şu anlamı vardı: Daha sonra döndüm, belki de bir hafta sonra, ama ben değişik döndüm, direndim döndüm. Bir mesafe aldık. Boyun eğmedik.
Sizin ucuzca kullandığınız “uzlaşma” hayır, uzlaşmayı yapmadım. Kendimi kanıtladım. Tabii ardını da getirdim. Mesela gittiğimiz yer var. Hatta giderken yolda takındığımız tavırlar var. Birliklerimiz şimdi bile, bir yol yürüyüşünde “top düştü” diyorlar, bilmem “pusu kuruldu”. Her gün kayıp haberleri. Yine o zamanki tek halimle çok büyük bir öfke, isyan seli halinde olduğum halde birinci köyü geçerken, dükkanın önünden geçtiğimi hatırlıyorum. Son derece normal, okullu bir çocuğun bütün yeteneklerini takınırken, böyle süzüldüm geçtim. Ve hiç isyan ettiğimi görmediler, anlamadılar bile. Aynı şeyi arabaya binerken de, –posta arabasıydı- yani resmi araba, onu orada da gösterdim. Ve oradan işte Birecik’e ulaşabildik. Yine oradan ilk defa yol yürüdük ve köprüye kadar çıktık. Saat biri bulmuş ya da bulmamıştı. Birecik köprüsünün başında yine araba tuttuk ve sanırım öğle üzeri de kendimizi Nizip’e attık. İlginç bir hikaye fakat, son derece anlamı olan bir hikaye. Ve hemen orada işe koyulduk, yine çalışma sürecine girdik. O iki gün pale eylemimiz vardı. O gün, o palede sabah, akşam, öğle ayran içerdik. Ve yine şişen bileklerimiz, oradan yürüyüşle, apar topar tekrar ilçeye dönüş yapmamız söz konusu.
Bütün bunları şunun için anlatıyorum: Böyle bin bir hikaye var. Bir kişinin öfkesi, uğraşısı, öfkesiyle birlikte eylemi, eylemin sonuçları. Bunların hepsine yürekte yer olursa ve kendi içinde tutarlı olursa, savaş kişiliği için bir adım atılmış olur. Mesela sizin yaşamınızda böyle hikayeler var mı? Böyle kendinize ilişkin kaç tane hikaye anlatabilirsiniz? Hepsi ya teslimiyettir, ya uzlaşmadır. Yoksa böyle teorik anlamı olabilecek tek bir hikaye yaşadığınızı sanmıyorum. Var da, ama ana kucağında, aşiretine sığınma, aileye sığınma, babaya sığınma, şuraya sığınma, buraya sığınma, yalvarma, yakarma… Sanıyorum benim bu hikayemde böyle durumlar yok. Son derece bağımsız, özgür olmayı esas almışım. Kendi yaşam ilkesi var, yaşam ilkesine aykırı davranana hemen tavır koymuş ve bunları sürdürmüş. Bu bir yaşam biçimi, yaşamda bir tarz.
Aslında başka hikayeler da anlatılabilir. Pamuk tarlalarına da gittik. Halen hatırlıyorum; ilaç gözlerimizi yakıyordu, boynumuzu yakıyordu. Ve ondan önce de kamyonlara ırgat gibi doluyorduk. Onun utancını da duydum. Ben bir şehirden geçerken yanımdaki kişilerin arasına gizlendim; bizim millet görmesin diye. Ondan sonra çuvala yüz kilo doldurmak için, nasıl bir yarış içinde olduğumuz. Pamuk çuvalı yüz kilogram olduğunda büyük sevinç duyardık. O zaman kilosu on kuruştu. O da bir kanıtlamaydı. O işte okula geliyoruz, yine okula yetişeceğiz. Ama okula gelmek ve öğrenmek için büyük bir tutku var. Bu da bir yaşam biçimi sanıyorum. Biz çok dikkate değer bir şey çizmişiz. Öğretmenlerimin hepsi iyiydi, bizi nasıl değerlendiriyor idiyseler bilmem, ama onların gözdesiydim. Bayan olsun, erkek olsun bayağı böyle ilgi duyarlardı, özel ilgilerini hiçbir zaman eksik etmemişlerdi. Bunlar da bir yaşam biçimi. Daha bunun gibi bir sürü anı.
Mesela, bu ilk oyunlar meselesi var. Aslında ben oyunlarda fazla güçlü değilim. Ama bir tarz var ki, hepinizinkinden çok farklı. Yani siz yalancı pehlivanlar gibi, elli defa yenilseniz de, aynı oyunu rahatlıkla oynayıp gidiyorsunuz. Çok zordu oyunlara girmek. Zaten hiç oyun bilmem de. Mesela ben halen hayret ederim, bu halk oyunlarında nasıl beceriklisiniz diye. Ben aslında öyle fazla oyun bilmem. Hayret ediyorum bu becerilerinize. Kolay öğreniyorsunuz ama, sanıyorum anlamını bilmiyorsunuz. İyi bir oyuncunun, iyi bir savaşçı olması gereği arasında bağlantı kuramıyorsunuz. Onun için herhalde oyun size kolay geliyor. Benim için oynamak bir yaşam biçimi veya oyunda başarılı oldum mu, her şeyde başarılı olmam gerekiyor.
Sizde ise yaşamdan, başarılı olmaktan kaçınmak için oyunda başarılı olmayı bir yanıltma, kendini tatmin etme aracı gibi değerlendiriyorsunuz. Oyun tekniğinizle, oyuna yaklaşımınızla kişiliğinizi boşa çıkarmada, yaşamı örtbas etmede veya yaşamı ilerletmemede bir rol oynuyorsunuz. Ama oyunların gerçek tanımı, gerçekten sosyal anlamı, siyasal anlamı itibarıyla bir ön savaş adımı olarak değerlendirilmeli. Ama bizde çarpıklık çok gelişkin olduğu için, yücelmekten, savaşmaktan alıkoymak için oyunda tatmin var. İşte bugün spor böyle kullanılıyor, folklor da böyle kullanılıyor. Tabii benim için öyle değil. Oyunla yaşamı, oyunla savaşı birleştirerek yürütüyorum. Oyunla savaş arasında gayrı-ciddi bir bağ kurmuyorum. Savaşır gibi oynuyorum. Evet, oyunla savaş arasında çok ufak bir ayrıntı vardır. Ama bakın, sizin savaşçılığınız da, oyunbazlığınız da çok kopuk, çok karikatürize edilmiş oluyor. Aslında gerçekten bu anlamda, kesinlikle siz iyi oyuncularsınız. Daha doğrusu oyuna kolay geliyorsunuz. Zaten sık sık “oyuna geldim” demek de bu yüzdendir.
Doğrudur yani, kolay oyun öğrenmiyorsunuz, kolay başkalarına oyun oynuyorsunuz, kolay da oyuna geliyorsunuz. Benim en çok zorlandığım bir konu bu. Kolay oyuna gelmemek, kolay oynayamamak ama, oyunla savaş arasındaki bağı, yine savaşla, mücadele ile bağını inkar etmemek bende çok etkilidir. Her ikisine karşı da çok ciddiyim. Sizin gibi değil. Sizin yaşamınızın büyük bir kısmı oyunbazlık, bu konuda herhalde köyün en yeteneksiz çocuğu bendim diyebilirim. Neden acaba? Ailede biraz böyleydim. Olumlu bir özellik midir acaba? Bir geri düzey midir veya artık faydası mı oldu bana? Yaşamı basit bir oyundan ibaret görmemek, oyunlara dalıp kendimi kaybetmemek gibi bir sonucu olabilir. Hatta hatırladığım kadarıyla en iyi oynayanlar, en hafifmeşrep de olabiliyorlardı, fazla ciddi olamıyorlardı veya ben onlardan ciddiyet bekliyordum.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/5 Haziran 1995