HABER MERKEZİ –
Newroz’u kutluyoruz, bu Newroz günlerinde en iyi konuşmayı, giyinmeyi, türkü söylemeyi, hatta yemeyi, içmeyi bir gelenek olarak halkımız yaşıyor. Biz de böyle olması için büyük özen gösteriyoruz.
Böylesi Newroz günlerinde bizdeki yaşamı tanımak, giderek bir tutku hali de oluyor. Hele bu yaşama neredeyse ilk başlar gibi başlamak ve yine neredeyse binlerce yılın köleliğiyle yaklaşmak hem çok umutlandırıyor hem de çok öfkelendiriyor. Kendine büyük saygıyı yakıştırmak, hele bunu yiğitliğe karşı konuşturmak çok önem taşıyor. Yalnız yeni gün, yeni yaşam ve onun bayramı, ama gerçeğimizin nasıl olduğunu göstermeden böyle kutlamaya girişmek, bir ikiyüzlülükten öteye anlam taşımaz. Bu bayramları oldum olası özüne uygun yakalamaya çalışmakla birlikte, pek de öyle bir bayramlık durumumuzun olmadığını da gördük. Hele bu son yılların anlam kazanan Newrozlarına düşmanın katliamlarla cevap vermesi bizi bayram gerçeğine biraz daha gerçekçi yaklaşmaya zorladı ve biz bu yılki bayramı kapalı yerlerimizde gerçeğimizi düşünerek kutlamanın daha doğru olacağına inandık. Savaşı daha hazırlıklı karşılamak için düşünmek gerekli. Mümkünse gerillayı daha iyi savaştırmak temelinde kutlamak gerekir.
Düşmanın dayatmak istediği gibi bir bayram olmadığı halde, bayram varmış gibi davranmak gafletin en gelişmiş düzeyini gösterir
Bunun dışındaki kutlamaların yalan, sahte olacağını ve halkı zor duruma düşüreceğini gördük. Bu tuzağı bozmaya çalışıyoruz. Düşmanın dayatmak istediği gibi bir bayram olmadığı halde, bayram varmış gibi davranmak gafletin en gelişmiş düzeyini gösterir. Buna alet olmamaya büyük özen gösteriyoruz. Halk geçen Newrozlara ve hatta çocukluk günlerimizdeki Newrozlara rengarenk giysileriyle, yiyecekleriyle ve en güler yüzlü ifadeleriyle, coşkuyla katılmak istiyordu. Biz de öyle anlamak, katılmak istiyorduk. Ama gün geçtikçe gerçekler dünyasıyla karşılaştıkça gördük ki bayramlar çoktan bizim bayramlarımız olmaktan çıkmış, bizi başkalarının eğlencesi durumuna getirmiş. Ve ilgimizi azalttık, hatta hiçbir günden farklı olmayan günlerdir dedik, öylesine ilgisizdik.
Bizim olası bayramlarımız nasıl olabilir? Bunu düşündük ve sonuçta gerillamızla yavaş yavaş gerçek Newrozların önünü açmak istedik ve son yıllarda bizim olmaya uygun bazı Newrozlar, Newroz günleri kutlanmaya çalışıldı. Düşman buna kan kusturdu, üstün teknik gücüyle, itiyle, çakalıyla saldırdı ve biz şimdi Newroz’u daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Çok daha gerçekçi ve bizim olması gereken, bizim istediğimiz biçimde kutlanması gereken Newrozlara hazırlık yapıyoruz ve bu hazırlıkları en gelişmiş özgürlük araçlarımızla, -gerilla- onun savaşımıyla, halkımızın savaşa hazır tutkusu, iradesiyle karşılıyoruz.
Bu güzel bir Newroz’a hazırlanma günleridir. İnanıyorum ki halkımız da bundan memnundur ve tam istediği gibi kutlamasa da, kutlamanın eşiğinde böyle iyi savaş veya kendini iyi konuşturmaya, özgürlük giysileriyle ve türküleriyle hazırlanmaya çalışmak, en az onu bütün yönleriyle yaşamak kadar değerlidir. Bunu gösterdiğimiz için memnunuz. Biz biraz daha derini görmek ihtiyacındayız. Hem de böylesi günlerde, duyguların ön plana çıktığı günlerde en derin düşünceyle girmek zorundayız. Saygıyı başka türlü elde etmenin, ona dayalı sevgi, coşkuyu yakalamanın başka çaresi yoktur. Ve hemen akla PKK gerçeği geliyor; PKK’de yaşam gerçeği, PKK’de savaş gerçeği, çok yönlü mücadele, onu her tarafa çekiştirebilen, onu ilk ilerletenler, onun kahramanı olanlar, onun ayak bağı olanlar, onu geri çekenler, onu öne çekenler, onun tutkusu içinde olanlar, onun öfkesi içinde olanlar yaşamın neredeyse biricik gerçeği haline gelmiş. Buna şaşırmıyoruz.
Bu kadar şehit kanıyla, bu kadar büyük direnişle ve cesaretin, fedakârlığın eşsiz örnekleriyle dolu bir hareketin gerçeğinde bir halkı yakalamak, bir ulusu, bir insanlığı yakalamak ve yaşatmak en tercih edilen, en coşkulu ve görkemli tercihimiz oluyor. Böylesi bir yaşam özgürlük irademizin kendisi oluyor. Savaşı yıllar önce çok düşündük; daha o kışın her bakımdan zorlayıcı koşullarından yeni çıkmışız, oldukça donmuşuz, azıklarımız az kalmış, en az kışın soğukluğu kadar, işgalin, istilanın soğukluğu da çok yoksul bırakmış ve öyle bahara yaklaşıyoruz. Umut baharı, baharları sadece o kadar. Biz kendi dönemimizin baharlarını sadece umut olmaktan çıkarmanın büyük gereğine de inandık, umudun gerçekleşmesi daha tatlıdır dedik ve yüklendik. O düşünceler, o uğraşlar biraz da o yüzyılların, bin yılların umuduna, doğru bir gerçekleştirme şansı vermek içindi. Başka türlü saygı olmuyor, başka türlü insanın uğraşısı erdemli olmuyor. İçeriksiz laflardan bıktık, çirkin suratlardan, ağız dalaşmalarından nefret ettik. Kürt yaşamı, o kendini kendi eliyle akrep gibi zehirleyen yaşam, ihanet yaşamı. Bu ne kadar bıktırıcı ve nefret ettiriciyi de olsa onu anlatmak ve göstermek istedik.
İhanetin gerçeğini ortaya çıkarmak ve en önemlisi de ona karşı savaşımı vermek kolay mı sanılır? Senin her şeyini beş paralık duruma getirmiş ve hatta daha da kötüye çevirmiş düşmanı sinesinde seyretmek, ona karşı ağlamak, sızlamaktan başka hiçbir şey yapmamak ve kötü bir isyanla daha da beterin beteri bir duruma düşmekten başka yol olmadan yaşamak kolay mı sanılıyor? O günleri çok düşündük, bugünler nasıl böyle günler olmaktan çıkarılır diyerek ona büyük anlam vermek istedik. Ve çok az kişi anlamak istedi, çok az kişi bu temelde kaderi paylaşmak, birleştirmek istedi. Habire kaçış, habire ölüş daha çok tercih edildi. Kendine bu kadar, kendi yaşamına, olması gereken yaşamına bu kadar ters, haince yaklaş, yabancının, işgalcinin yaşamına bu kadar koş, kutsal kitapların cennet beldesi diye tabir ettikleri ülkeyi bu kadar ucuz terk et. Hem de ardına bakmadan, hem de belki tarih boyunca buraya girmek için, burayı yaşama çevirmek için insanlığın en soylu çabasını harcayacaksın ve sen bunlara ardına bile bakmadan, el bile sallamadan bu harabeden, bu viraneden, bu artık karın doyurmaz, yaşatmaz yerden kurtuluyorum diye koşup gideceksin. Bu ağırdır ve anlamını çokça bilmedikleri bir ihanettir. Ve biz gerçekten o çocuk halimizle, o çok zor günlerimizle bunun böyle olmaması gerektiğini, bu beldeden böyle kopuşun pek hayra alamet olmadığını düşündük. Adeta ben çok yoksulum, çok fukarayım, çaresizim diyen bir arkadaştan kopar gibi bir kopuştu bu.
Yabancının, işgalcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları da olsa sen tümüyle kopamıyorsun ve bu, işte seni devrime yöneltiyor
Böyle olmamalı; çaresiz olabilir, kimsesi olmayabilir, sanırım o gün için karın doyuracak bir yer olarak da görülmeyebilir. Hele yabancıların, metropollerin sana sundukları gibi rengarenk yaşamı olmayabilir ama, ben tam da burada biraz durup adaletli olmaya çalıştım. Ata, ana, baba ocağı niye bu kadar kolay ve hem de hor görülerek terk ediliyor? Aklıma hemen bu beldelerin harabeleri geldi, kurdu, kuşu, yılanı, çıyanı geldi. Bu bir yılan, çıyan bile olsa, ondan kopmanın sakıncaları geldi. Sanki gerçekten kuşlar yalnız kalıyor gibi bir duyguyla ayrılıyorduk ve oraya her dönüşte büyük bir tepkiyle o ata ocağına ilgi veya rahatsızca tutum içindeydik. Böyle olmaması gerekirdi. Ne kavga biliyorsun, ne girilebiliyorsun ve gerçek bir ikilem içinde dolanıp durma söz konusu. Yabancının, işgalcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları da olsa sen tümüyle kopamıyorsun ve bu, işte seni devrime yöneltiyor.
Arayış bu tabii, giderek devrim düşüncesi bunun örgütlü savaşımı oluyor. Biz devrime böyle başladık. Bunları şimdi niçin anlatma gereği duyuyorum? Halen doğru bir yurda dönüş, ata ocağına dönüşün, insanlığın ocağına dönüşün, insanlığın beşiğine dönüşün anlamını çok az bildiğiniz için söylüyorum. Yıllarca orada kalıp da, güzel bir sayfa açmaya, bir şiirsel sayfa açmaya özen göstermeyenlere bunu söylüyorum. Kaldı ki bana göre gerçekten yaşamın her anı, her günü bir şiirsel anlatım kadar güzel olmalıydı. Tabii sömürgecinin mücadelesine kapılmayacaksın fakat, kendinin de sana ilişkin sunabileceği hemen hemen hiçbir şey kalmamış. İnsana gidiyorsun yüzünü çeviriyor, köyüne gidiyorsun fazla umut vaat etmiyor. Kör, naçar biz böyle seyrederdik; Urfa’yı seyrederdik, Diyarbakır’ı seyrederdik, dağları seyrederdik, dağların doruklarındaki kar biraz içimizi aydınlatırdı. Orada bir temizlik vardı, dağların dorukları biraz umutlandırırdı, muhtemelen bir özgürlük var. O tarihi harabelerin yanına varırdık, kimlerdi bu insanlar? Orada biraz büyüklüğü gördük. Onlar da bizim gibi bu topraklara yakın yaşamışlar. Kimdir bu büyük kayaları oralara çıkaranlar, o büyük sütunları dikenler, o yazı yazan eller, kim? Onların tutkusu, aşkı neydi? Ve bu kendi cüceliğimiz konusunda bizi utandırır dururdu.
Birecik kalesinin dibinde ilk girdiğinde dikkati çeken hep o sütunlar, o büyük taş parçalarıydı. Ve yine hor görmeye çalıştığım, o kalenin dibindeki dükkanlarda kulakları sağır eden odun kesicilerinin, hayvan satıcılarının, çok ucuz öte-beri satan bir ticaretin ayak sesleri, gürültüsü, alışılmaz sözleriydi. Bir uygarlık köprüsü kurulmuştu. Birecik köprüsü! O köprü sanki bilinmez bir yere senin en değerli nesnelerini taşıyıp götürüyor. Pek anlamlı bulamamıştım gidişi. Tabii bütün bunlar dönmemecesine mi gideceksin, tekrar mı döneceksin sorularını akla getirir. Köprüyü aşmak gerçekten aşmak mıdır, yoksa düşmek midir? Hep öyle ikircikliydi geliş gidişler.
Biz metropol günlerine fazla bağlanıp, cazibesine kapılmadık. Belki de o bizim çok durgunlaştırıcı, hırpalayıcı, çoktan düşürülmüş kişiliğimize görünüşte bir şeyler verebilirdi. Ve biz de iyi almaya çalışıyorduk. Karnı aç olanın midesine her şeyi indirmesi gibi sunulan bir çok şeyi indirmeye çalışırdık. İçinde ne var demeden, ne kadarı zehirler, ne kadarı mide öz suyu haline gelebilir demeden atıştırdık. Ne bulursak atıştırdık, tabii bu, erken yaşta bizi yordu. Pek de iyi bir mide doyurması olmadığı ortaya çıkıyordu. Giderek kendimiz için gerekli olanı almaya çalıştık. İşte bu felsefedir, bu sosyalizmdir, giderek bu devrimci düşüncelerdir. Bu düşünceyle metropollerle tanışmaya çalıştık. Sömürgecilerin hizmetinde olaya yöneldiğimizde de, bir küçük memuru olmaya çalıştığımızda da ilk aklımıza gelenler; “para buradan gelir, paranın bir çekim gücü vardır ama, niçin?” Diyarbakır’a geldik, bir kadastro memuru için eğer kafasını çalıştırırsa iyi bir para yeridir. Rüşvetin baştan çıkarıcı eli cebime girdiğinde kabul etmeli miyim, etmemeli miyim, bu rüşvetçilikle çok alınmış, satılmış kişiliklerden birisi mi oluyorum biçimindeki endişeyi sabaha kadar tartışırken, bir yolunu buldum. Muhtemelen o günün bazı ortamlarına göre devrimci niyetlerim olabilir, ulusal niyetlerim olabilir, bu toplumu bu halinden çıkarmaya benzer bazı tasavvurlarım olabilir, onun için kullanamaz mıyım? Ama bu daha hayırlı olabilir dedim ve indirdim cebe. Bir yatırım oluyor, devrim yatırımı ve 1970’ler böyle karşılandı. Tabii gezdik, gördük, biraz daha ağalığın gücünü gördük, mülkiyeti tanıdık. Kürdistan’a yönelim biraz daha hazırlık istiyordu.
Ben de bir çocuk iken bayrama şen şakrak, rengarenk elbiseler içinde ve oldukça da türkülerle girmek istedim
Görüyorsunuz ki, Newroz günleri daha derinlikli bir düşünceyle ve onun büyük hazırlığıyla karşılanabilir, kurtuluşa çok yakın günler haline getirilebilir. Kendi şahsımızda onu biraz kanıtlamaya çalıştık. Ben de bir çocuk iken bayrama şen şakrak, rengarenk elbiseler içinde ve oldukça da türkülerle girmek istedim. Halen sözcükler kulağımda vızıldıyor. Ama türküye de ihanet etmemek için, coşkuya da ihanet etmemek için bu kadar düşünmek zorunda kaldım. Başka türlü bayram olmuyor. Gerçekçi olmanın zamanıdır, öyle olmaya çalışıyoruz.
Bu Newroz yılı madem düşüncede ve hazırlıkta bu kadar büyük kılınmış, o halde büyük yaşanacaktır, büyük savaşarak yaşanılacaktır. Büyük savaşmanın imkanları hiçbir zaman bu kadar gelişkin değildi. Bu yıl böyle karşılanacak ve özgürleştirilecektir. Engeller nereden gelirse gelsin, imha seferleri nereden ve nasıl başlatılırsa başlatılsın, düşman hangi asırlık ve uğursuz, çok haksız barbar seferlerini imha amaçlı düzenlerse düzenlesin hepsine karşılık ayakta kalma yılı ve bunu daha fazla bir özgürlük yılı haline getirme imkan dahiline sokulmuştur. Dinleyenlere de benim sözüm, bayram anlayışım budur. Her şeyi vaat etmiyoruz ama, yapılanlara bakıldığında ve bir talihsizlik olmasa, bu hazırlıklar özgürleştirmek için idealdir, iddialıdır diyorum.
İnsanoğlu fanidir, ayağı kayar da, düşebilir de ama, yaşarsa ve yetkisi dahilinde olan değerleri taktir ederse, -ben de öyle ettiğime inanıyorum- biliyorum ki bu Newroz yılı hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar, hiçbir yılla ölçülemeyecek kadar büyük özgürlüğün kazanım yılıdır, savaşımın kazanım yılıdır. Bu yılı böyle bir savaşla karşıladık ve bu savaş biraz özgürleştirdi, daha fazla da özgürleştirecektir. Ben tekrar bu temelde tüm halkımızın, tüm partililerin, orduluların ve cephelilerin Newroz’unu kutluyorum, üstün başarılar diliyorum.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/21 Mart 1994