HABER MERKEZİ –
1949, Nisan’ın 3’ydü! Uzun, upuzun, trajik bir destan kadar uzun bir geceydi! Sancılar içinde kıvranıyordu. Daha önce dört doğum yapmış bu kadar acı çekmemişti. Yanı başında, doğumu yaptıracak, “Pîrikê Emine,” diye hitap ettikleri, yaşlı tecrübeli, bilge doğum ebesi yaşlı kadın, onu yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu. Sancılar aralıklarla gelip geçiyordu. Her sancı geldiğinde yaşlı kadın, onu evin içinde yürütüyor, yürüdükçe sancıyı daha az hissediyordu. Evin duvarları üstüne uzunlamasına, boydan boya ikiye bölen, “mağ,” denilen uzun ve kalın bir kütük yerleştirilmişti. Kütük ile duvar üstüne enlemesine, yan yana düzgün, sağlam kavak ağacı direkleri dizilmişti.
Kavak direklerinin üstüne de söğüt dalları sık bir şekilde dizilmiş, söğüt dallarının üzerine “pelax” denilen uzun bir ot, yerleştirilmişti. Otun üzerine toprak atıp iyice sıkıştırılmıştı. Uzun ve kalın kütüğün altına, “stûn” denilen sağlam bir kütükdirek yerleştirilmişti. Toprak çatının tüm ağırlığını bu “stûn” denilen kütük kolon çekiyordu. Emine bu “stûn‟a bir şerit bağlamış, Üveyiş çok sancı çektiğinde, yere çömelip bu şeridi çekip, güç alarak sancısını hafifletmeye çalışıyordu. Üveyiş, sancılar içinde kıvranıp duruyor, korkuları sancısını bastırıyordu. İki de bir elini karanına atarak, bebeğinin yaşadığına emin olmak istiyordu. Her elini karnına attığında, bebeğin hareket ettiğini fark edince, içten içe seviniyor, sevinci tüm sancılarını ve acılarını bastırıyordu. Bir tek anda, bir tek zaman akışında korku, sevinç ve acıyı birlikte yaşıyordu. Sancıları gittikçe artmaya ve sık tekrarlamaya başlıyordu.
Yaşama sevinci! Kaybetme korkusu! Bıçak keskinliğinde sancı ve acılar! Gece, fırtına, yağmur ve Ömer‟in gözleri! Ömer‟in gözleri gece boyunca, Üveyiş‟in gözleri içinde gezinip duruyordu. İçinde bildiği tüm duaları okuyor, durmadan besmele çekiyordu. Bu fırtınalı gecede, avludaki erkenci, ilk mevsim güllerinin mest edici kokusu, üç günden beri devam eden fırtına, yağmur ve rüzgâra karışıyordu. Ömer bir erkek evlat düşlüyordu! Üveyiş‟in sancıları tuttuğundan beri, Ömer heyecandan yerinde duramıyor ayakta geziniyordu. Üveyiş‟ten daha çok o sancılar çekiyordu. Tüm zamanlar kör düğüm olmuş, gelip düşlerine kilitlenmişti. Yatmadan, uyumadan gözleri, Üveyiş‟in gözleri içinde, sabırsızlıkla bekliyordu. İki odalı evin içi, düşlerle dolmuştu. Duvarda ayna. Aynada anılar ırmağı, dönüp dolaşıyor, Allah‟tan bir oğul diliyor, dileğini dualarla fısıldıyor, durmadan besmele çekiyordu. Uzandığı yataktan acılar içinde kıvranıyor, her elini karnına attığında, bebeğin kıpırdadığını fark edince, sevinçten bağırıp çığlık atıyordu. Bedeni sancı ve acıdan kıvranıyor korku, sevinç ve acıyı bastırıyordu. Bebeğin hareketlerini fark kedince, seviniyor, sevinci korku, ağrı, acı ve sancıyı bastırıyordu.
Kaybetme korkusu! Bebeğinin yaşadığına inanma sevinci! Bedenini kasıp kavuran sancı ve acı! Bebeğini kaybetme korkusu onu halden hale, renkten renge sokuyordu. Her an, her saniye bebeğinin sapasağlam yaşadığına emin olmak istiyordu. Karnındaki bebeğin hareketleri ayaklarıyla karnını tekmelemesi, sevincini artırıyordu. İki gözlü evin içi heyecanlı bir bekleyişle, sevinç doluyordu. Başında yaşlı bilge kadın, Üveyiş; tarifi zor sancılar içinde zamana direniyordu. Ömer dışarıda evin önünde soğukta aç, susuz heyecanında deli gibi geziniyordu. Ne soğuk, ne açlık ne de susuzluk hissediyordu. Bir tek gözleri, Üveyiş‟in gözlerinde dolanıyordu. Yerde, yedi rengi solmuş, eski nakışlı bir kilim, yanı başımda Pîrikê Emine, Pîrikê Fatme ve annesi Havva duruyordu. Hepsi sessiz sedasız, onun başında bekliyor, o sancılar içinde kıvranıp onlara bakıyordu. Beşincisi, kız mı oğlan mı diye merak ediyor, sonra; “ne fark eder, hepsi evlat değil mi,” diyordu kendi kendine. Yaşlı bilge kadın doğum yaptırmaya hazırlanıyordu. Pîrikê Fatme ona yardım ediyordu.
Hawa kızının yanı başında bekliyordu. Amara‟da çocuk doğumlarında ebelik yapan, yaşlı, tecrübeli bilge kadınlar vardı. Tümüne “doğum ebesi” anlamında “Pirık” deniliyordu. Ama her birinin ayrı ayrı adı vardı. Pîrikê Emine, Xemkê Kadın, Ayşe Nine, Pîrikê Fatme, Ayn Teyze! Köyde doğan tüm çocuklara bunlar ebelik yapmıştı. Pîrikê Emine; yüzü ışıltılı, altmış beş yaşında, hala diri ve güçlü, tecrübeli, deneyimli bir doğum hemşiresiydi. Batı tıp bilgilerine göre hiç okumamıştı. Cahil de değildi. Sağlam bilgileri yaşam okulunda edinmişti. En büyük okul yaşamın kendisiydi. Pratikte binlerce yıldan beri denenip, sınanan ve asla yanıltmayan bilgilere sahipti. Gelenek, ana tanrıça kültüründen beri sürüp geliyordu. Öğrenilen bilgi ve tecrübeler kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ediyordu. Dışarıda insanı çıldırtan fırtına sürüp gidiyordu. Bilge kadın, Pîrikê Emine; “korkuyorum, korkuyorum bu gece, zorlu bir doğum olacak! Zorlu bir doğum! Ömrümde böyle sancılı bir doğum daha görmedim. Ya bu fırtına! Ya bu gök gürültüsü! Ya bu sağanak yağmur da neyin nesi? Allah‟ım bu çocuk neye işarettir? Korkuyorum zorlu bir doğum olacak,” diye düşünüyordu. Üveyiş, sancıları tuttuğunda, Hawa gidip, Pîrikê Emine ile Pîrikê Fatê‟yi çağırmıştı.
Sağanak yağmur ve gök gürlemesi altında koşup eve gelmişlerdi. Kara kapkara, deliksiz, ışık sızdırmayan bir geceydi! Ömer gecenin içinde bir tek saniye gözünü kırpmadan dolaşıyor, hayaller kuruyordu. Gök gürlüyor, yağmur yağıyor, şimşekler çakıyor, ağaçlar kökünde kopacak gibi büyük bir hışırtıyla sallanıyordu. Ömer inanarak, isteyerek, umutla dualar ediyordu. Söylediği her duanın ardında, gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Bu olup bitenlerden ürküyor, durmadan besmele çekerek, daha çok dua okuyordu. Çakan şimşeğe, yağan yağmura, uğuldayan rüzgâra, gürleyen buluta göre Ömer‟in hayalleri, ruh hali değişiyor, yerinde duramıyordu. Kafasında bütün çelişkiler, zıtlıklar birlikte var oluyor ve bir cana dönüşüyor, bir erkek evlat diliyordu. Tek başına, fırtına ve sağanak yağmura karşı öylece duruyordu. Evin önünde büyük bir sessizlik ve yüz yıllık bir yalnızlık gibi duruyordu. Yatmadan, yemeden, içmeden, bekliyordu. Dönüp dolaşarak, hep Üveyiş‟i izliyordu. Ömer, Üveyiş ile bütünleşmiş sancılar çekiyordu.
Kaos sürüp gidiyordu. Bir bulut, bir buluta saldırıyor, bulutlar kat kat olmuş, üst üste devriliyordu. Ağaçlar fırtınaya direniyor, iri, sayısız yağmur damlaları, gecenin içinde yere düşüyordu. Yerde sular birikmiş akıyordu. Düşen yağmur damları, yerdeki sulara değdikçe, kazanda kaynayan su gibi kabarcıklar oluşuyor, sağanak yağmur, dur durak bilmiyordu. Şiddetli iri yağmur damlaları, yerde yüzlerce küçük gölet oluşturuyordu. Göletlere düşen, sayısız iri yağmur damlaları, sayısız su kabarcığı oluşturuyordu. Su kabarcıkları kaynayan su gibi fokurduyordu. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, Amara; aydınlık, apaydınlık ışıklar içinde kalıyordu. Evler, evlerin içi, evlerin üstü aydınlanıyor, avlular, avluların içindeki dut ağaçları, tomurcuklanmış güller apaydınlık seçiliyordu. Kapının önünde durmadan geziyordu. Şimşekler çakıyor, Ömer aydınlık, apaydınlık ışıklar içinde kalıyordu. Sancılar içinde ölüme direniyordu. Melül gaz lambasının ışığında, badanasız, toprak sıvalı duvarlara bakıyordu.
Doğum yaklaşıp, sancıları iyice artınca, Pîrikê Emine, onu yatağa yatırıp; “artık sancıları yatakta çekmen gerekir,” dedi. Sancı ve acılara aldırmadan, tüm dikkatini karnındaki bebeğin hareketlerine vermişti. Yüreği, beyni, ruhu, düşü, düşüncesi ve fiziği bebeğin hareketlerine odaklanmıştı. Bebeğin her hareketti, onun korku ve sancılarını azaltıyor, sevincini artırıyordu. Bebeğin bir anlık hareketsizliği, kaybetme korkusunu yeniden artırıyordu. Kasıkları ve belden aşağısı sancı ve ağrılar içindeydi. Müthiş bir acı his ediyordu. Acıdan iki büklüm oluyor bağırıyordu. Alnında, boncuk boncuk terler oluşuyordu. Pirké Emine, acılarını ona unutturmak için, durmadan bir şeyler anlatıyor, bebeğinin sağlam ve güzel olacağından söz ediyor, konuşma ile oyalamaya çalışıyordu.
Sancı ve acılarını bastırmak için, ellerini sıkıyor, tüm bedeni kasılıyordu. Dişlerini sıkıyor, acıyla çığlık atıyordu. Yüzünde terler oluşuyordu. Belden aşağı kopacakmış gibi hissediyordu. Kasıklarının sancısı, tüm bedenini acılara boğuyordu. Ateş kutsal ocaktı! Ocağı sönenin, soyu sopu biter, soyu da kupkuru bir kavak ağacına dönüşürdü. Ateş ısıtıcı, aydınlatıcı ve yakıcıydı. Yakıp kül ediyordu. Yağmur, şimşek, ateş ve aydınlık! Ömer ateş üstünde, kaygılı ve telaşlı bekliyordu. Toprak yağmur kokuyor, Üveyiş bebeğini kucaklamak için sabırsızlanıyordu. Bilge kadın, Pîrikê Emine, Pîrikê Fatme ile Havva kafa kafaya vermiş çare arıyordu. Kulakları sağır eden, her gök gürlemesi, tüm köyü sarsıyor, şimşek karanlığı yarıyor ve bir top ateş gibi havada dönüp dolaşıyordu. Amara‟nın tüm evleri sarsılıyor ve gün gibi aydınlanıyor, bu gürültünün ardından, yeni bir gürültü patlıyordu.