HABER MERKEZİ –
Yer altındaki deprem gürültüsünü andırıyordu. Ardında eskisinden daha uzun, daha parlak kızıl bir ışık, tüm Amara‟yı aydınlığa boğuyor, karşı 216 yamaçlar aydınlanıyor, bağlardaki ağaçlar, ağaçların dalları bile seçiliyordu. Işık dönüp dolaşıp Ömer‟in yüzünü aydınlatıyor, durmadan besmele çekiyordu. Işık pencereden içeriye düşüyor, Üveyiş‟in yüzü aydınlanıyor, bilge yaşlı kadın ile Havva, salâvat getirip; “Allah‟ım, Allah‟ım, bizi kötü ruhlardan koru, bu çocuk neye işaret ediyor,” diyordu. Gökyüzü ve yeryüzü zifiri karanlık, dolunay, kara bulutların ardına gizlenmişti! Gök, delinmişçesine yağmur yağıyordu. Karanlıktan ve yağan yağmurdan, tüm patikalar silinip, nesneler kayboluyordu. Üç kadın, Üveyiş‟in başında dolanıp duruyor, dışarıda gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Ağaçlar, evler kayalar, sallanıyor, yerler gündüz gibi aydınlanıyordu. Yaşlı kadın telaşlı ve üzgün; “Ben ömrümde böyle bir doğum, böyle bir fırtına görmedim. Kıyamet kopacak, kıyamet! Taş üstünde taş kalmayacak. Evler, köyler, kentler yıkılacak! İnsanlar helak olup gidecek. Allah‟ım sen bizi koru! Ben ömrümde böyle bir doğum, böyle bir fırtına görmedim. Bu çocuk neye işaret ediyor,” diyordu sürekli kendi kendine. Yaşlı, tecrübeli, ak saçlı bir bilge kadın! Kadının gözleri ıslak, dışarıda yağmur, toprak ıpıslaktı! Toprak ıslak, elleri öpülesi yaşlı, bilge kadının gözleri ıpıslaktı! Tüm marifetlerini sergiliyordu.
Havva annelik içgüdüsüyle; durmadan besmele çekiyor, inandığı tüm şeyler adına dualar okuyordu. İsa, Musa, Muhammed aşkına yalvarıp, yakarıyordu. “Ne olur, büyük Allah‟ım kızımı bu defa da koru,” diye dua ediyordu. Gece uzun sürdü. Çok uzun sürdü. Upuzun sürdü! Maceralı bir roman gibi heyecanlı, telaşlı ve korku içinde sürdü. Her elini karnına götürdüğünde bebeğin hareket ettiğini görünce yeniden seviniyor, kaybetme korkusu yitip gidiyordu. Beyni, yüreği, ruhu, düşü düşüncesi ve fiziği bebeğin hareketlerine kilitlenmiş, bebek dışında hiçbir şey düşünemiyordu. Yaşlı kadın, onu yumuşak, güzel sözlerle yatıştırmaya ve rahatlatmaya çalışıyordu. Havva durmadan moral veriyordu. Sancılar içinde kıvranıyor, bu sancının bitmeyeceği, sonsuz dek devam edeceği hissine, belinin kopacağı, bebeğine zarar geleceği korkusuna kapılıyordu. Kaybetme korkusuyla, sancılar içinde çığlıklar atıyor, kıvranıyordu. Alnında ter damlacıkları birikip akıyordu. Doğum anı yaklaştıkça, düzensiz olan ağrılar, süreklileşip artıyordu. “Belim, belim, belime çift ağızlı hançer saplanmış, bu hançer bebeğime zarar verecek,” diye bağırıyordu. Sancıları uzun, çok uzun sürdü. Ağrıları çok daha uzun sürdü. Gökten düşen, bir kar tanesinin yolculuğu kadar uzun sürdü. Çöl içinde akan, bir ırmağın okyanusa ulaşması kadar uzun, upuzun sürdü.
“Kızım Üveyiş; korkma, korkma kızım korkma! Her şey çok güzel olacak. Bu çocuk dünyaya bereket getirecek,” dedi Havva. “Korkma kızım korkma, yağmur rahmettir, Allah‟ın rahmetidir, rahmet yaşamdır! Şimşekler aydınlıktır! Gök gürlemesi korkutucu sessizliği bozmadır,” dedi, doğum ebesi kadın. Yaşam var olmaydı. Yağmur yağdıkça yaşam kaynağı sular çoğalıyor, pınarlarda su fışkırıyor, dereler ırmaklar gürül gürül akıyordu. “Korkma kızım, her şey çok güzel olacak. Yağmur berekettir,” diye tekrarladı Havva. Yağmur yağdıkça ekinler yeşeriyor, bol ürün veriyor, hayvanlar ota doyuyor bolluk bereket geliyordu. “Korkma kızım Üveyiş yağmur arınmadır, büyük temizliktir! Yağmur doğanın yıkanması ve temizlenmesidir. 220 Doğanın da biz insanlar gibi yıkanmaya temizlenmeye ihtiyacı var,” dedi kadın. Üç günden beri yağmur yağdıkça, ağaçlar, taşlar, çiçekler, toprak, tüm canlılar yıkanıyor ve temizleniyordu. “Bu bebek çok hayırlı bir evlat olacak, bolluk bereket getirecek,” dedi yardımcı ebe kadın. Temizlenen doğa ve toprak, temizlenen insanın ruhu, yüreği ve beyniydi. “Korkma kızım yağmur gökkuşağıdır, gökkuşağı; renklerin uzlaşması, buluşması ve barışmasıdır. Bu çocuk barışa, iyiliğe, berekete delalettir,” dedi Havva. “Gökkuşağı güzellik ve dileklerin yerine gelmesidir,” dedi kadın. Yağan, gümüş renkli, billur başlı, iri, parlak, kristal yağmur damlaları, toprağın bereketi aydınlık, apaydınlık bir gelecekti! Yağmur suydu! Su kutsaldı. Kutsallık; ibadet ve ayindi. Ayin; gelenek ve töreydi. Su doğanın ibadeti ve insanla doğanın bütünleşmesiydi.
“Korkma, yağmur güzelliktir kızım, güzel bir bebeğin olacak,” dedi Havva. Yağmurun olduğu her yerde zümrüt yeşilli güzellikler boy veriyordu. Doğa canlanıyor, börtü-böcek harekete geçiyor, bereket çoğalıyordu. “Korkma kızım, yağmur ve toprak kokusu insanın kendi kokusudur,” dedi yaşlı kadın. Yağmur ve gökkuşağı kokusu! Yağmur ve bereket kokusu! Yağmur ve temizlik kokusu! Yağmur ve çiçek kokusu! Yağmur ve güller kokusu! Yağmur ve doğuş kokusu! “Ben çok doğumlar gördüm. Her doğuş sancılı bir sevinçtir. Dayan kızım, her doğum sancısının arkası aydınlık bir sevinçtir,” dedi Havva. Yağmur sevinçtir kızım, yani doğma var olma ve yaşama sevinci! Dayan güzel kızım dayan.” dedi yardımcı kadın. Ömer gece boyunca uyumadı, oturmadı, yemedi ve içmedi. Kapının önünde, elleri arkasında, kırk yıllık bir mahkûm gibi sürekli dolaşıp durdu. Dolaşırken, binlerce hayal kurdu. Her hayâlın ardında dualar okudu, besmele çekti.
“Allah dualarımı kabul edip, bir oğul bana nasip ederse, besili, sarı danayı yarın kesip kurban edeceğim. Allah dualarımı kabul edip, bir oğul bana nasip ederse, babam Abdullah adını koyacağım ki Allah‟a „Abd‟ olsun. Allah‟a sadık, dürüst, cesur, yiğit ve Egîd bir kul olsun! Adını; Abdullah koyacağım,” dedi kendi kendine. Ömer, gece boyunca çift ağızlı, keskin bir bıçağın sırtındaymış gibi evin önünde gezip durdu. İçinde korku, telaş ve umut; gece, yağmur, gök gürültüsü, şimşek ve fırtınaya karışıyordu. Ağzında kızıl alevler saçan bulutlar gürlüyor, Amara‟yı güneş gibi aydınlatan şimşekler, ateşten keskin bir kılıç gibi karanlığı yarıyordu. Ömer‟in içindeki umut, gece boyunca büyüdü büyüdü, karanlığı yaran kılıç gibi keskin şimşeklerle birleşip şafakla birlikte tohuma durdu. Ömer‟in gözleri, karanlıkta bir çift ışık seli oldu! Güller mevsimi, ağaçlar, bahara durmuş, doğa sancılar içinde, Üveyiş‟in sancılarına eşlik etti. Üç gün üç gece fırtına sürüp gitti. Üç gün üç gece sağanak yağmur durmadı. Üç gün, üç gece şimşekler, ateşten bir kılıç gibi karanlığı yardı. Üç gün, üç gece depremi andıran gök gürültüsü, hiç eksik olamadı. Üç gün, üç gece, sancıları artarak sürdü. Sancı ve ağrı kara kaplı, çift ağızlı bir hançer gibi beline saplanıyordu.
Gece boyunca, “belime hançer saplanıyor,” diye feryat edip duruyordu. Yaşlı tecrübeli kadın, sürekli karnındaki bebeğin sağlıklı ilerleyip ilerleme diğini kontrol ediyor, korkularını yenmesini, doğuma kilitlenmesini sağlamaya çalışıyordu. Her sancıları arttığında, “haydi kızım, haydi güzel kızım ıkın, ıkın, durma ıkın,” diyerek ona güç veriyordu. O, tüm gücünü toplayarak nefesini tutup kaslarını sıkıyordu. Her sancı geldiğinde, ıkınmaya başlıyor ve doğumu kolaylaştırıyordu. Sancı bir deniz dalgası gibi vurup geçiyordu. Dalganın ardında, derin bir nefes alıp gücünü yeniden toplamaya, yeni sancı dalgasına karşı hazırlık yapıyordu. Doğum, tam gerçekleşeceği zaman, ebe kadının telkinleriyle, tüm gücünü toplayarak, kaslarını gererek ıkınmaya başladı. Bu ıkınma, bebek açısında ölümle kalım çizgisiydi. Güçlü ıkınma bebeğin yaşama şansını yükseltiyordu. Ikınmanın olmaması bebeğin doğum kanalında daha fazla kalması anlamına geliyordu. Bu da bebeğin yaşamını tehlikeye sokuyordu.
Üveyiş; derin, çok 225 derin bir nefes aldı. Tüm gücünü topladı. Kaslarını gererek nefesini tutmaya hiç kesmeden ıkınmaya başladı. Sancıdan iki büklüm olmuştu. Bağırıp çağırmak istiyordu. Ama bebeğini düşündükçe gücünü böyle tüketmek istemiyordu. Bağırıp çağırması ıkınmayı engellemesi demekti. Bu da bebeğin hayatını tehlikeye sokmak demekti. Bebeğin selameti için tüm gücünü ıkınmaya veriyordu. Her ıkındıkça, tuvalete sıkıştığını sanıyordu. Tuvalete gitmiyordu. Bu ıkınmanın yarattığı bir yanılsamaydı. Pirké Emine; “Kızım Üveyiş, hançer yok, biraz sabır et, biraz dayan, tüm acıların dinecek, Allah sana nur topu gibi bir çocuk verecek, güzel bir bebeğin olacak, az kaldı, bebeğini kucağına alacaksın,” diyordu. Yaşama sevinci! Kaybetme korkusu! Bıçak keskinliğinde ağrı, acı ve sancılar! Ağrı beline bir hançer gibi saplanıyordu. 226 Sonra acılar, kasılmalar yavaş yavaş şiddetini kaybetmeye başlıyordu. Acıların şiddeti azaldıkça, bebeğin hareketlerini hissettikçe tüm bedeni yeniden sevinç kesiliyordu. Üveyiş saatlerdi sancılar içinde kıvranıyor kıvranıyor kıvranıyordu. Dışarıdaki fırtınanın bir benzerini yaşıyordu. Doğanın bir devamı gibiydi. Dışarıda doğa bir kaos halini yaşıyordu. Sancılar içinde, fırtınayla baharı doğuruyordu. O, dışarıdaki fırtınadan daha şiddetli, bir fırtınayı yaşıyordu.
Dışarıda gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, kızıl alevler fışkırıyordu. Üveyiş‟in bedenindeki fırtına, tüm vücudunu alt üst ediyordu. Her sancı dalgası geldiğinde, sanki yüzlerce bıçak darbesi, aynı anda beline ve kasıklarına saplanıyordu. Bıçaklar saplanırken, acıdan gözlerinden kızıl alevler fışkırıyordu. Bir can bir candan ayrılırken acılar artıyordu. 227 Bazen kendini tutamayarak, cılız çığlıklar atıyor, ebe kadının uyarılarıyla, çığlığı kesip ıkınma hazırlığı yapıyordu. Artık doğum iyice yaklaştı. Sancı ve ağrılar da doruğa çıktı. Üveyiş, bağırmamak için tırnaklarını yattığı yatağa geçirmiş adeta parçalayacaktı. “Haydi, kızım az kaldı, tüm gücünü topla. Topla da ıkın. Bebeğini düşün ve ıkın,” diyerek, telkin ediyor ve parmaklarıyla karnına masaj yapıyordu kadın. Derken acı ve sancı karşısında gücü tükendi, enerjisi bitti. Bir anda kavgayı kaybetmiş gibi her şeyden vazgeçip kendini bıraktı. Bıraktı ve dipsiz, karanlık uçurumdan boşluğa yuvarlandı. Bir anda, her şey durdu. Ela gözleri kocaman olmuş, anlamsız, manasız acılar içinde badanasız, toprak sıvalı duvarlara, melül gaz lambası ışığına bakıyordu. Güçsüz ve takatsiz kalmıştı. Kıpırdayacak bir katre gücü kalmamıştı. Uzandığı yatakta hareketsiz ve kıpırtısız ölü gibi yatıyordu.