BEHDÎNAN – PKK’nin bir işçi emekçi partisi olarak ortaya çıktığını ve 1971 darbesine karşı yürütülen direniş döneminde doğduğunu hatırlatan Duran Kalkan, şu anda Halkların Birleşik Devrimci Hareketi (HBDH) çatısı altında verilen devrimci mücadeleye de dikkat çekerek; “HBDH, Türkiye’nin bütün kentlerini, İstanbul’dan İzmir’e, Karadeniz’den Çukurova’ya, Ankara’ya bütün şehirleri devrimci direniş cephesi haline getirerek faşizmi beklemediği yerden vurup 2022 yılını AKP-MHP faşizminin çöküş yılı haline getirecek” diye konuştu
1 Mayıs İşçi Bayramı nedeniyle ANF’ye özel bir röportaj veren PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan, 1970’lerde Apocu grubun neden Kürdistan İşçi Partisi (PKK) adını aldığından Kürt devrimciliğinin Türkiye ve dünya devrimci hareketleriyle buluşmasına, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın iki kez sosyalist bloğu üyesi ülkelerle yaptığı görüşmeden ADYÖD ve FKBDC ile başlayan, bugün ise HBDH ile devam eden ortak devrimci mücadeleye kadar birçok konuda değerlendirmelerde bulundu.
1 Mayıs Dünya İşçi ve Emekçi Dayanışma Günü yaklaşıyor. Partiya Karkerên Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi-PKK) da bir işçi partisidir. Hareket olarak bugüne nasıl bir anlam ve misyon biçiyorsunuz?
Öncelikle işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs’ın başta Önder Apo olmak üzere tüm yoldaşlara, emekçi halkımıza, devrimci-demokratik dostlarımıza ve dünyanın tüm işçi ve emekçilerine kutlu olmasını diliyorum. 1 Mayıs 1977 Taksim Şehitleri şahsında tüm 1 Mayıs şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum.
Evet, biz de bir işçi partisiyiz ve baştan beri 1 Mayıs’ı önemli bir gün olarak ele alıp anlamlandırmaya, kutlamaya, bir mücadele günü haline getirmeye çalışıyoruz. İşçi partisi olmamız yadırganacak bir durum değildir. Çünkü Kürt toplumu yüzde 99 emekçi bir toplumdur, Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçlerin metropolleri başta olmak üzere bugün dünyanın dört bir yanında işçilik yapmaktadır. Hatta bu noktada Önder Apo “en tortu işlerde Kürt toplumu çalıştırılmaktadır” dedi. Böyle bir toplumun öncü partisi olarak ortaya çıkınca kendimizi “işçi partisi” olarak adlandırmamız yadırganacak, sosyal yapı ile çelişecek bir durum değildir. Tersine “Kürdistan İşçi Partisi” tam da toplumumuzun gerçekliğini ifade eden bir isimlendirmedir. Böyle bir işçi ve emekçi toplumun öncü partisi olarak kendisini “işçi partisi” şeklinde isimlendirmiş, bu temelde de ilk günden bu yana 1 Mayıs’a büyük anlam ve önem veren bir hareket olmuştur. Her 1 Mayıs’ı anlamlı yaşamaya, değerlendirmeye çalışmıştır. Hem kendini eğitmiş, bilinçlendirmiş, anlam gücü bakımından derinleştirmiş ve hem de 1 Mayısları, mücadeleyi daha çok geliştirme ve yükseltme günleri haline getirmiştir.
Garzan’da şehit düşen Ramazan Kaplan ve arkadaşları, yine Beyrut’ta şehit düşen Abdulkadir Çubukçu gibi PKK’nin onlarca 1 Mayıs şehidi vardır. Her 1 Mayıs’ı yeni bir değerlendirme ve mücadeleyi yükseltme günü olarak ele almış ve yaşamıştır. Bu da PKK’nin gelişimine büyük hizmet etmiştir.
Dikkat edilirse reel sosyalizmin çözülüşüne rağmen 1 Mayıs gerçeği işçi ve emekçilerin bilincinde ve eylemliliğinde temel bir değer olarak devam etmiş ve şu anda bile zayıflayan değil, güçlenen bir etken olarak devam etmektedir. Neden? Çünkü doğrudan sınıfla bağlantılıdır. Reel sosyalizm gibi iktidar ve devletle ilişkili bir durum değildir. Tam tersine sınıfla bağlantılıdır. Yani toplumsal zemine dayanmaktadır, mücadele ile bağlantılıdır. Katledilme, asılma, mücadelelerle anlam bulmuştur. Dünyanın her tarafında geçen yüz seksen yıl içerisinde katliam yaşamayan, büyük şehitler vermeyen hiçbir ulusal toplum kalmamış gibidir. Bu denli mücadele ile bütünleşen bir gün olmuştur. Dolayısıyla siyasi iktidarlara, devletlere bağlı yaklaşımlar, anlayışlar, örgütlenmeler yok olup gitseler, tarihe karışsalar da 1 Mayıs, yaşayan bir gerçeklik olmuştur. Neden? Çünkü topluma bağlıdır. Mücadeleye bağlıdır. Dolayısıyla toplumlar, işçiler ve emekçiler var oldukça, onların özgürlük ve demokrasi mücadelesi gerektikçe, 1 Mayıs da hep var olacaktır. Biz 1 Mayıs’ı böyle anladık, anlamlandırdık ve bu temelde yaşadık. Parti olarak bundan sonra da bu temelde yaşamaya ve her 1 Mayıs’ı özgürlük ve demokrasi mücadelemizin daha çok bilinçlendiği, örgütlendiği ve yükseldiği bir gün haline getirmeye çalışacağız.
MAZLUM DOĞAN KOMÜNİST PARTİ OLMASINI İSTİYORDU
PKK’nin kendisini çıkışında işçi partisi olarak tanımladığını belirttiniz, isim arayışlarında bulunurken “Komünist Parti” önerisinin de yapıldığı söyleniyor. Neden bu isim tercih edildi?
PKK de reel sosyalizm içerisinde doğup gelişen bir hareket konumundadır. Dolayısıyla başlangıçtaki düşünce, örgütlenme ve eylem yapısında reel sosyalizmin etkileri belirleyici düzeydedir. Reel sosyalist sistem içerisinde öncü parti örgütlenmeleri de PKK’nin oluştuğu süreçte en çok “komünist parti’ veya “işçi partisi’ şeklinde isimlendiriliyordu. Kuşkusuz bunların dışında da isimlendirilen, işçi sınıfı ile bağlantılı, kendini öncü sayan partiler vardı. Fakat en yaygın isimlendirme bu iki isimlendirmeydi. Ya “komünist parti” ismi takılıyordu ya da “işçi partisi.”
PKK’nin de Önderliksel doğuşu, ideolojik grup gelişimi ve partileşme süreci hep söz konusu isimlerin birlikte ele alındığı, tartışıldığı, aynı anlama gelir görüldüğü bir süreç oldu. PKK bunları birbirinden çok fazla ayırmadı. Ancak 26-27 Kasım 1978 tarihinde Lice’nin Fis Köyü’nde Kuruluş Kongresi yapılıp parti kuruluşuna resmen karar verilince, ismin de somutlaşması gerekli oldu. İşte bu süreçte hareket içinde, onun yönetimi düzeyinde tam ve net isimlendirme nasıl olmalı diye bir tartışma yaşandı. Doğrudan “komünist parti” isminin verilmesi gerektiğini düşünen, savunan arkadaşlar da vardı. Örneğin “Mazlum Doğan’ arkadaş bunlardan birisiydi. Fakat Kürt toplumunun, Ortadoğu’daki toplumların durumu dikkate alınırsa, yine egemen çevrelerin sosyalist harekete, komünizme dönük gerçek dışı propagandaları değerlendirilirse böyle bir durumda toplumla daha iyi bütünleşebilmek açısından “işçi partisi” ismi daha doğru, anlamlı geliyordu. Toplumla bütünleşmeyi daha çok sağlıyordu. Zaten “komünist partisi” ismi daha çok ideolojik çizgiyi esas alırken, “işçi partisi’ ismi daha fazla sosyal tabanı, dayanılan sınıfı esas alıyordu. Mazlum Doğan arkadaş daha keskin bir ideolojik yaklaşıma sahip olduğu için partinin “komünist parti” ismi alınmasını, en azından bir süreliğine de olsa bu isimle hareketin gelişmesini, gerekirse sonra isim değiştirmesini de ifade ediyordu. Böyle bir tartışma süreci sonunda büyük çoğunluk, sosyal tabana dayalı bir isimlendirmenin daha yararlı olacağı sonucuna vardı. Dolayısıyla “Kürdistan İşçi Partisi”, PKK isminin esas alınması karara bağlandı.
Zaten başta Mazlum arkadaş olmak üzere itirazı olan arkadaşların da “işçi partisi” ismine karşı çıkma, onu reddetme gibi durumları kesinlikle yoktu. Hatta “işçi partisi’ ismini benimsiyorlardı, ama “komünist partisi” ismini de benimsiyorlardı. İdeolojik olarak böyle bir çizgiyi ancak biz temsil edebiliriz diyerek ideolojik çizgiye uygun olmayan sahte komünist partilerin kurulmasına fırsat vermemek için, adını “komünist” koyup da özünde komünizmi yaşamayan sahte hareketlerin oluşmaması, onların önünün kapatılması için “komünist partisi” ismini biz almalıyız diyorlardı. En azından bir süre böyle olursa, bu isimle Kürdistan’da bir parti kurulmuş olursa, o zaman başka güçler böyle partiler kuramazlar, dolayısıyla ideolojik çizgi ile çelişen sahte hareketler Kürdistan’da oluşmaz, ona izin verilmemiş olur diye, böyle bir düşünceyi savunuyorlardı. Yine de sonuç itibariyle “işçi partisi” olarak adlandırılmanın ve çalışmanın doğru olacağı düşüncesindeydiler. Bu nedenle bir tartışma yaşanmış olsa da “işçi partisi” ismi ortak görüş olarak kararlaştırılmış bir isim durumundadır.
SOVYETLER KÜRT DİRENİŞLERİNE HER ZAMAN KARŞI ÇIKTI
Dünya işçi ve emekçi hareketleriyle ve sendikalarla bir dayanışma ve ilişkiniz var mıdır? Nasıl bir bağlantınız bulunmaktadır?
PKK hareketi, baştan itibaren reel sosyalizmi belli yönleriyle eleştiren bir hareket olarak doğup gelişmiştir. Reel sosyalizme yönelik temel eleştirisi, siyaseti ideolojinin önüne geçirmesi, dolayısıyla ideolojik ilkeleri siyasete kurban etmesi, devlet siyasetinin her şeyin üzerinde tutulması yönünde olmuştur. Buna karşı PKK her zaman ideolojik ilke ve ölçülerin önde tutulmasını, siyasetin bunlara bağlı olarak ele alınmasını daha doğru bulmuştur.
Reel sosyalizmin Sovyetler Birliği’nin devlet çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan, dolayısıyla sosyalist hareketi Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına bağlayan yaklaşımını “modern revizyonizm” olarak tanımlamış ve eleştirmiştir. Sovyetler Birliği’nin, halkların kurtuluş mücadelelerine yaklaşımındaki dengesizliği, yetersiz kalması, bu çerçevede özellikle Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesi karşısındaki tutumunu doğru bulmaması bu tür değerlendirme ve eleştirilerin gelişmesine yol açmıştır.
Sovyetler Birliği sürekli Kürtler üzerinde soykırım uygulayan devletlerin İngiliz-Alman siyasetiyle çelişen yanlarını önemsemiş, böyle bir çıkar temelinde bu devletleri destekleme uğruna Kürt halkının direnişlerine her zaman karşı çıkmıştır. Kürdistan’da yürütülen katliamlara, soykırımlara karşı çıkıp Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesini destekleyeceğine, Sovyetler Birliği’nin çıkarları adına Türk, İran, Arap devletlerinin Kürdistan’da gerçekleştirdiği katliamlara sessiz kalan ya da destek veren bir siyasi çizgi izlemişlerdir. Bu da PKK’nin reel sosyalizme dönük böyle bir eleştirel yaklaşım geliştirmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Nitekim PKK’nin doğup geliştiği süreçte Sovyetler Birliği ile sıkı ilişki içerisinde hareket eden Türkiye ve Kürdistanlı örgütlerin aşırı sosyal şoven ideolojik karakter taşımaları, Kürt sorununa reddedici, hatta Kürt varlığına dönük inkâr edici yaklaşmaları da böyle bir değerlendirmede önemli bir rol oynamıştır. Evet, ideolojik olarak reel sosyalizmin, Sovyetlerin Birliği’nin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan yaklaşımını eleştirmiştir, ama Sovyetler Birliği’nin ve bir bütün olarak “sosyalist sistemin’ varlığını da her zaman önemsemiş ve ezilen halklar, ulusal kurtuluş mücadeleleri bakımından Sovyetler Birliği’ni stratejik değer taşıyan bir siyasi yapılanma olarak görmüştür. Yani söz konusu eleştiri PKK’yi reel sosyalist sistemin varlığını, gücünü inkâr etme, onu görmezden gelme, onu tümden reddetme gibi bir duruma götürmemiştir. İdeolojik eleştiri temelinde her zaman siyasi ilişkiye de açık olmuştur.
ÖNDER APO 2 KEZ REEL SOSYALİST ÜLKE TEMSİLCİLERİYLE GÖRÜŞTÜ
Nitekim 1979’dan itibaren yurtdışına çıkışla birlikte daha fazla sosyalist sistemi, daha fazla reel sosyalist yapılanmaları tanıma imkânı bulmuş, onlarla belli bir ilişki geliştirme çabasına da girmiştir. 1980’den itibaren Ortadoğu’da reel sosyalizmin temsilciliğini yapan Bulgaristan ve benzeri güçlerle belli bir ilişki yürütmüştür. Yine Filistin Kurtuluş Hareketi içerisinde Sovyetler Birliği ile daha yakın ilişki içinde olan örgütlerle en fazla ilişki geliştirip ortak çalışma içinde bulunmuştur.
Yani herhangi bir Filistinli örgütün Sovyetler Birliği ile ilişkili olmasını bir olumsuzluk olarak değil, tersine olumluluk olarak görüp ideolojik eleştirileri yanında bu temelde siyasi ilişki geliştirme çabasını da yürütmüştür. Bunlar çerçevesinde 1982 ve 1987 yıllarında daha fazla ilişki geliştirebilmek için reel sosyalist temsilcilerle belli bir tartışma içine de girmiştir. Önder Apo’nun bu temelde iki kez reel sosyalist ülke temsilcileriyle görüşme, PKK ve Kürt sorununun çözümü çerçevesinde dünyadaki sosyalist hareketin gelişimine dair tartışma yürütüp görüş belirtme çabası olmuştur. Fakat bütün bu çabalar elle tutulur herhangi bir ilişki-ittifak düzeyini ortaya çıkarmamıştır. Zaten bir sonuca gitmeden de reel sosyalist sistemin kendisi 1990 başında trajik bir çözülüş ve çöküş durumu yaşamıştır.
Sonraki süreç biraz daha somut gelişme ifade eden bir dönem olarak değerlendirilebilir. Esas itibariyle paradigma değişimi ardından reel sosyalist sisteme dönük eleştirilerini daha bütünlüklü, sistemli, derin ve anlaşılır bir biçimde yapmış, kendi düşüncelerini daha net, yeni bir paradigmaya kavuşturmuş, bu da PKK’nin dünya işçi ve emekçi hareketleriyle ilişki ve ittifak kurma arayış ve çabalarında bir gelişmeyi beraberinde getirmiştir.
ÖNDERLİĞİN SAVUNMALARI ULUSLARARASI ALANDA YAYILDI
Bir boyut olarak bu doğrultuda Önder Apo’nun savunmalarını farklı dillere çevirerek dağıtma, böylece ‘Demokratik Modernite Kuramını’ bütün işçi ve emekçi kesimler içerisinde yayma faaliyeti olmuştur. Diğer boyut ise uluslararası düzeyde Avrupa başta olmak üzere çeşitli hareketlerle ortak mücadele yürütme, çeşitli tutumlarda dayanışma içinde olma çabaları olmuştur. Bu çabalar günümüzde Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen mücadeleler, Önder Apo’nun geliştirdiği yeni paradigmayı tartışma platformları ve esas olarak da reel sosyalizmin hata ve eksikliklerini aşarak kapitalist modernite sistemine karşı daha doğru ve sonuç alıcı bir mücadele yürüten, sol-sosyalist hareketlerin dünyanın değişik yerlerinde doğup gelişmesini sağlamaya çalışan çabalar olarak sürmüştür.
DAİŞ’e karşı mücadele, Rojava Kürdistan Özgürlük Devriminin gelişimi söz konusu enternasyonalist çabaların gelişmesine de büyük katkı yapmıştır. Hem Önder Apo’nun yeni paradigmasının tartışılıp değişik alanlara taşırılmasında hem de somut olarak DAİŞ’e karşı Rojava’da yürütülen savaşa katılım çerçevesinde önemli bir gelişme de ortaya çıkmıştır. Biliniyor; İngiltere’den Kanada’ya kadar dünyanın dört bir yanından gençler Rojava Kürdistan’a gelip Kürt Özgürlük Devrimine katılıp DAİŞ’e karşı savaşmışlardır. Bunların bir bölümü de kahramanca savaşarak şehit düşmüştür. Böyle bir enternasyonal çekim merkezi olma gücünü Rojava Özgürlük Devrimi ve DAİŞ karşısındaki mücadele göstermiştir. Bunlar Önder Apo’nun yeni paradigmasıyla ve PKK’nin enternasyonalist ilişki ve ittifak anlayışıyla birleşince, yine İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen mücadele kampanyaları biçiminde bir mücadele örgütlülüğü ortaya çıkartılınca dünyanın dört bir yanında PKK’yi tanıyan, Kürt halkını ve özgürlük mücadelesini gören, değerlendiren, onunla dayanışma içerisine girmeye çalışan birçok şahsiyet, aydın, sanatçı, düşünce insanı, grup, örgüt, sendika, hareket ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede bugün belli bir ilişki ve ittifak düzeyi vardır. Bunlar Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen mücadele kampanyalarında daha çok ortaya çıkmaktadır. Burada somut isim vermeye gerek yok, ama İngiltere’den Güney Afrika’ya kadar işçi ve emekçi hareketleri, sendikalar önemli bir dayanışma gücüdürler. Değişik alanlardaki ekolojist ve feminist hareketler, akımlar PKK’nin yürüttüğü mücadele ile şu veya bu düzeyde ilişki içindedirler.
PKK’nin öyle çok hızlı ve biçimsel olarak hemen dünya örgütü kurma, bürokratik bir yapı geliştirme gibi bir anlayışı yoktur. Zaten yaşam gerçeğine, hareketlerin gelişme diyalektiğine de o tür yaklaşımlar uygun değildir. Öyle aşırı şematik, biçimsel gelişmeler yerine, daha çok düşünsel gelişmeyi, eğitimi, etkilemeyi, yani ideolojik bilinçlenmeyi, ortak bakış açısı edinmeyi önemseyen, bu temelde de daha fazla pratik mücadele içerisinde dayanışmayı, kardeşleşmeyi, mücadele arkadaşlığını geliştirmeyi önemsemektedir. Bunlar çerçevesinde gelişmiş belli bir ilişki gücü de vardır. Bunların ne boyutta olduğu özellikle Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen mücadele kampanyalarında daha açık ve net olarak görülmektedir.
Kuşkusuz PKK’nin ideolojik ve stratejik olarak ele aldığı ilişki potansiyeline ulaşma, onları bilinçli, örgütlü hale getirme, ortak mücadeleye çekme bakımından mevcut düzey henüz bir başlangıç olarak görülebilir. Oldukça dar ve yetersiz olduğu söylenebilir. Zaten gerçek, somut durum da öyledir. Fakat böyle de olsa mevcut düzey önemlidir. Sürekli bir gelişme konumunu yaşamaktadır. Bilinç, örgüt ve eylem iç içe gelişmektedir. Birbirinden kopuk değildir. PKK, bunları birbirinden kopartan yaklaşımları doğru bulmamaktadır. Dolayısıyla mevcut olan çok yetersiz görülse de doğru bir rotadadır ve büyük öneme sahiptir. Burada biraz daha örgütlü hareket etmeye ve çok daha fazla çaba harcamaya ihtiyaç vardır. Özellikle Kürt halkının durumunu, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesinin insanlık için taşıdığı anlamı, Önder Apo’nun Demokratik Modernite paradigmasını ve 24 yıldır uygulanan İmralı işkence ve tecrit sistemini dünya halklarına, işçi ve emekçilerine, kadınlarına ve gençlerine, aydın ve sanatçılarına, devrimci ve demokratik güçlerine daha fazla ulaştırma, götürme, dolayısıyla kendi gerçeğimizi insanlığa daha çok taşırma görev ve sorumluluğumuz vardır. Bu bütün hareketimizin sorumluluğudur. Dış ilişki ve ittifak çalışmalarımızın temel sorumluluğudur. Belli bir düzeyde bunlar örgütlendirilip yürütülüyor. Fakat dar ve yetersizdir. Biz de değerlendiriyoruz, eleştiriyoruz. Bu darlığın ve yetersizliğin aşılarak çok daha güçlü hale gelinmesi ve kapitalist modernite sistemine karşı gelinmesi, demokratik konfederalizm temelinde alternatif yeni bir demokratik dünyanın ve özgür yaşamın yaratılması gerektiğine inanıyoruz. Çabamız bu temeldedir. Bunun gerçekleşeceğine de inanıyoruz.
PKK YENİ BİR ZİHNİYET DURUMUDUR
Türkiye’de özellikle bazı çevrelerin, sadece PKK’nin ulusal karakterini öne çıkarmaya çalışan yaklaşımlarının altında yatan nedenler nelerdir?
Türkiye’de, geçen 50 yıllık süre içerisinde PKK’ye yönelik çok farklı yönlerden bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde geliştirilen yanılgılı ve yanlış yaklaşımlar olmuştur. Bunlar içerisinde son derece bilinçli, planlı olanlar var ki, bunlar PKK’nin gelişmesini engelleyen düşmanca saldırılar olarak görülebilir. Kimisi yanlış anlayışlardan kaynaklanan, dolayısıyla kendi doğrularını uygulama temelinde gelişen yanılgılar olmaktadır. Mesela PKK gerçeği bu düzeyde somut ortaya çıkmadığı ve herkesçe tanınır olmadığı dönemlerde istihbaratlarla ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Bunu Türk solu içinde de sözde Kürt hareketleri içerisinde de dillendirenler olmuştur. Bu tür çevreler gizli ya da açık şekilde PKK’nin “MİT, CIA gibi istihbarat örgütlerinin ortaya çıkardığı bir hareket olduğunu” ifade etmişlerdir. Bu propagandanın Türkiye toplumu, sol-sosyalist çevreleri üzerinde çok ileri düzeyde olmasa da belli düzeyde bir etkisi olmuştur.
Yine PKK’nin Kürt halkının mücadeleci karakterine dayanarak çok fazla pratikçi bir hareket olduğunu, öyle teorik bir derinliğinin, düşünce gücünün bulunmadığını, pratik yanının önde olduğunu sanan, değerlendiren yaklaşımlar var olmuştur. Bunlar da PKK’yi tanıdıkça gerçeğin böyle olmadığını görüp anlamış, kendi yanılgılarının farkına varmışlardır.
Aslında PKK’nin büyük bir Önderlik hareketi, bu anlamda yeni bir zihniyet durumu, büyük bir düşünce gücüdür ve derin bir teorik anlayışa ve bilince dayandığını görmüşlerdi. Pratik yanı ancak bu teorik gücünün çok sınırlı bir yanını ifade ediyor. Pratiği teorisinden güçlü değil, tersine teorisi pratiğinden daha güçlü. Bu noktada Önder Apo “düşüncelerimizi ancak yüzde beş uygulamaya geçirebiliyoruz’ dedi. Yine şunu ifade etti: “Büyük düşünceyi örgütleme ve eyleme geçirme sorunu yaşıyoruz.’
Dolayısıyla doğru olan o tür düşüncelerin tersiydi. PKK’nin çok daha güçlü olan boyutu düşünce, teorik yanıydı. Çünkü yeni bir önderliksel çıkışı ifade ediyordu. Dar, zayıf kalan yanı pratik yanıydı. Bu çevreler kendilerini teori gücü sayıp PKK’nin pratiğini yönlendirme temelinde bir yönelime, çabaya da girdiler. Fakat PKK gerçeğini, onun önderliksel yanını ve teorik düzeyini görünce yaklaşımlarının yanlış olduğunu anlayıp amaçlarından vazgeçtiler.
PKK MÜCADELESİ SALT ULUSAL BOYUTLA İFADE EDİLEMEZ
PKK ideolojisinin sadece ulusal boyutunu görüp onun toplumsal yanını görmek istemeyen yaklaşımlar da benzer bir yanılgıyı ifade ediyorlar. Aslında şu söylenebilir: Başlangıçta böyle bir durum pratik olarak da vardı. PKK reel sosyalist düşünce ve örgütlenmeleri esas aldığı dönemde ulusal karakteri daha fazla öndeydi. Çünkü sosyal, siyasi, kültürel boyutlarda reel sosyalizmin ötesinde söyleyebileceği pek yeni, farklı bir şeyi yoktu. Farklı olan reel sosyalizmin Türkiye ve Kürdistan’daki izdüşümlerinin Kürt ulusal sorununa yaklaşımdaki yanılgılarını, onu inkâr eden ya da doğru ele almayan yaklaşımlarını eleştirmesiydi. Bu temelde esasta PKK’yi belirleyici kılan gerçeklik Kürt ulusal sorununu doğru bir biçimde ortaya koyup onun ulusal özgürlük temelinde mücadele ile çözümünü öngören ideolojik yaklaşımları, bu noktada öne çıkan özellikleri oluyordu.
Önder Apo Türk solunun 1971-1972 direnişleri şahsında devlete, devrime, örgütlenmeye yaklaşımlarını, mücadele tarzını ele alışlarını eleştirdi. Fakat esas eleştirisi Kürt sorununa yaklaşım ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin geliştirilmesi yönünde oldu. Dolayısıyla birinci boyut, ulusal boyut oldu. PKK öyle tanındı. O dönem açısından biraz somut olan durum da böyleydi. Fakat daha sonra bu durum çok yönlü olarak değişti.
Aslında başlangıçta da Kürt ulusal sorununu ortaya koyuş ve onun çözüm yollarını belirlemede yeni bir düşünceyi ifade etmekle birlikte buna dayalı olarak reel sosyalizmin devlet çıkarlarını ideolojik ilkelerin önüne geçiren yaklaşımlarını eleştiren bir ideolojik yanı da vardı. Böyle bir tutarlılık PKK’nin kendi içinde mevcuttu.
Fakat Türkiye ve Kürdistan’daki sol-sosyalist çevreler, muhalefet hareketleri kendilerini doğru gördükleri, PKK ile sürekli bir ideolojik mücadele içerisinde bulundukları için onu bütünlüklü ele almak, değerlendirmek, görmek yerine, tek boyutlu görmeyi, bir ulusal hareket biçiminde tanımayı esas aldılar. PKK’ye karşı mücadelenin bir yöntemi olarak bunu uygulamak istediler. Bu biçimde PKK’yi dar, ulusalcı bir hareket olarak gösterip sol-sosyalist hareket olmadığını söylediler. PKK’yi daraltmaya, sol-sosyalist hareketten dışlamaya çalıştılar. Böylece PKK’nin hem dış ilişki ve ittifaklarını engellemek istediler, hem de esas olarak kendi örgütsel yapıları içinde bulunan Kürtleri, Kürt devrimci ve sosyalistlerini bu şekilde kendi örgütleri içinde tutmaya çalıştılar. PKK’yi dar, ulusalcı gösterip kendilerini ise sosyalist hareket biçiminde tanımlayarak söz konusu Kürt devrimcilerini kendi örgütleri içerisinde tutma çabası gösterdiler. Böyle bir kaygıları, sorunları vardı. PKK’yi bütünlüklü bir ulusal ve toplumsal özgürlük hareketi biçiminde değerlendirselerdi o zaman kendi örgütsel yapıları içindeki Kürtleri tutamayacaklardı. Doğal olarak onların yeri PKK’ye katılmak olacaktı. Bu kaygıyla da özellikle PKK’yi dar, ulusalcı göstermeye çalıştılar.
Aslında gerçeği görmek yerine, bazı örgütsel kaygılar, çıkarlar gerçek durumu çarpıtmaya götürdü. Oysa PKK baştan itibaren reel sosyalizmin ideolojik ilkelere önem vermeyen yanını eleştiren bir hareket olarak doğdu. Türkiye’deki devrimci-sosyalist hareketin de ideolojik yaklaşımlarını bazı boyutlarda eleştirdi, özellikle de 12 Mart 1971 askeri darbesi karşısında yaşanan yenilginin nedenlerini buraya bağladı. Yenilmeyen bir hareket ortaya çıkartabilmek için bu yenilgiye yol açan ideolojik nedenleri ortadan kaldırmak gerektiğine inandı ve bu şekilde hareket etti. Aslında bir tür özeleştirel yaklaşımla 12 Mart darbesi karşısındaki bu büyük direnişin derslerini doğru bir biçimde çıkartıp PKK oluşumunun bünyesine taşımayı bildi. Bu da PKK’yi teorik ve pratik olarak daha doğru ve sağlam bir şekilde geliştirdi.
PKK TEORİK VE PRATİK OLARAK BÜTÜNLÜKLÜ BİR HAREKET
Tabii sonraki dönemlerde PKK’nin toplumsal mücadeleyi öngören yanları daha çok öne çıktı. Örneğin Kadın Özgürlük Devrimi, bu devrimi başlatan ve geliştiren ideolojik çizgi, teorik anlayışlar, erkek egemen zihniyet ve siyasete dönük, iktidar ve devlet sisteminin geliştirdiği aile ve yaşam düzenine ilişkin geliştirilen eleştiriler bu konuda çok önemli bir durumu ifade etti. Yine ekolojist yaklaşım çok derin ve önemli bir ideolojik yaklaşım oldu. Böyle reel sosyalizmin çok dar, tarihsel toplum gerçeğini tüm boyutlarıyla görmeyen, kestirmeci yaklaşımlarını da eleştirdi. Dolayısıyla PKK başlangıçtaki toplumsal özgürlük hareketi olma boyutunu sürekli derinleştirip geliştirerek yeni bir düşünce ve pratik tarzla kendisini yeni bir özgürlük sentezi haline getirmeyi bildi.
Tabii şimdi bunlar PKK’nin gücünü gösteriyor. PKK teorik ve pratik olarak bütünlüklü bir hareket, yine günlük gelişme sağlayan ve mücadele yürüten bir hareket. Dolayısıyla PKK’yi doğru görmeyenler, daha doğrusu kendi yanılgıları içerisinde sıkışıp kalanlar, PKK’nin doğruları karşısında sıkışıp zorlananlar, PKK’nin teorik ve pratik gerçeğine karşı bir şey söyleyemeyince onu çeşitli biçimlerde daraltarak, PKK gerçeğini çarpıtarak PKK’ye karşı mücadele etmek istiyorlar. Tabii bu doğru bir mücadele tarzı değil, sahiplerinin zayıflığını ve darlığını ifade ediyor. O tür bir zayıflık ve dar bir yaklaşımla da PKK karşısında etkili olunamayacağı, başarılı mücadele yürütülemeyeceği açık. Dolayısıyla o tür yaklaşım sahipleri güncel olarak bazı şeyleri kurtarmaya çalışsalar da şimdiye kadar orta ve uzun vadede hep kaybettiler ve kaybetmeye de devam ediyorlar.
PKK 1971 DARBESİNE VERİLEN DİRENİŞTEN ÇIKTI
PKK kuruluşunu gerçekleştirdikten itibaren, hatta daha grup aşamasındayken Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Türkiye’deki sol ve sosyalist çevrelerle ilişki ve ittifak kurma çabası içindeydi. Bu birlik neden tam anlamıyla sağlanamıyor, ne tür engeller bulunmaktadır?
PKK Türkiye devrimci hareketi içerisinde doğan, gelişen, ondan koparak güçlenip gelişme sağlayan bir hareket oldu. Önder Apo, 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı geliştirilen devrimci direniş içinden çıktı. PKK’yi oluşturan kadrolar bu direnişin ateşinde ısınarak devrimci sempatizan oldular. Sol-sosyalist mücadeleye ilgi duydular. Böyle bir mücadele içine girince ve mücadele gerçekliğini görünce de Önder Apo etrafında kenetlenerek Apocu Hareket’in doğuşunu ve gelişimini oluşturdular. Önder Apo “darbe saçlarımın ucundan vurdu geçti, henüz örgütlü eyleme geçmiş bir militan değildim, ama THKP-C’nin her an aktifleşmeye hazır ileri bir sempatizanı düzeyine de gelmiştim” diyerek kendi durumunu ifade etti. Önder Apo’ya katılan diğer kadrolar ise daha genç olan ve geriden gelen bir sempatizan düzeyindeydiler. Bu anlamda PKK, 12 Mart 1971 darbesine karşı yürütülen direnişin içinde pişen, şekillenen, o direniş içinden çıkan devrimci gruplardan birisidir. PKK, o direnişi esas alarak Türkiye’yi faşist-oligarşik bir diktatörlük haline getirmek isteyen anlayış ve siyasetlere karşı mücadele eden devrimci hareketin bir parçası olarak doğup gelişen bir harekettir. Önder Apo böyle bir ortamda doğmuş ve söz konusu direnişi derinden anlayan, hisseden ve ona katılan, bu temelde çıkış yapan bir önderlik gerçeği olmuştur. Önder Apo bunu da her zaman onurla, gururla ifade etti. Kendi önderlik çıkışının, Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin anılarına sahip çıkmayı, amaçlarını başarmayı esas alan bir çıkış ve yürüyüş olduğunu belirtti. Gerçek böyleydi. Önderliksel çıkışın da böyle olmasını her zaman anlamlı buldu.
Bu çerçevede kendisi Türkiye Devrimci-Sosyalist Hareketinin bir parçasıdır. Baştan itibaren böyle ortaya çıktı ve kendini hep böyle gördü. Bilinçlendikçe bunun önemli bir boyutunun Kürt toplumunun ulusal ve toplumsal özgürlük temelinde örgütlendirilip mücadeleye çekilmesi gerektiğini gördü, anladı. Bir Kürt partisi oldu, Kürdistan’da mücadele etti. Kürt halkını eğitip örgütleyerek özgürlük mücadelesine çekti, ama bu çabaları her zaman Türkiye devrimci hareketinin, demokratik devriminin stratejik bir parçası olarak ele aldı, değerlendirdi. Bu mücadeleyi esas olarak Türkiye’de de baskıyı, sömürüyü, katliamları ileri düzeyde geliştiren iktidar ve devlet sistemine karşı yürüttü.
Yani düşman ortak, amaçlar ortaktı. Sadece örgütlenmeler ve mücadele zeminleri farklılaşmıştı. Türkiye devrimci hareketi kendi içinde örgütleniyor, Türkiye toplumunun bulunduğu sahalarda mücadele ediyordu. PKK ise Kürt toplumunu esas alıyor, Kürdistan’da örgütlenip mücadele ediyordu. Farklılık böyle oldu. Baştan itibaren Önder Apo’nun yaklaşımları böyleydi. Bunları birbiriyle çelişir görmedi. Kürt toplumunun ulusal ve toplumsal özgürlük için örgütlenip mücadele etmesini Türkiye halklarının demokratik devrim mücadelesiyle çelişen değil de onunla bütünlük oluşturan bir yapıda gördü. Bunları karşıtlaştırmadı. İç içe ve birlikte olabileceğine her zaman inandı ve böyle yürütmek için de çalıştı.
Bu temelde önemli çabaları oldu. Önder Apo ve Apocu grup 12 Mart darbe sürecinin aşılması ardından Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi’nin yeniden örgütlenmesine aktif ve öncü düzeyde katıldı. Önder Apo Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’nin oluşturulması ve pratikleştirilmesinde başkanlık düzeyinde yer aldı. Haki Karer arkadaş yönetimde yer aldı. Apocu grup Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi’nin bu ortak örgütlenmesine en aktif katılan gruplardan birisiydi. Bir yandan Apocu grup vardı, Kürt gençliğinin devrimci ideolojik grubu olarak örgütleniyordu, ama diğer yandan Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi’nin ortak örgütlülüğünü de öngörüyordu. Kürt gençliğinin devrimci örgütlenmesiyle Türkiye Devrimci Hareketi’nin ortak örgütlenmesini birbiriyle karşıt, çelişen değil, iç içe, birlikte gelişebilecek hareketler olarak gördü.
Yine 1980 faşist-askeri darbesi ardından faşizme karşı ortak direnişi, birleşik mücadeleyi geliştirmek üzere Önder Apo ve PKK Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin örgütlenmesine öncülük etti. Türkiye ve Kürdistan’da 12 Eylül faşist darbesine karşı ortak bir antifaşist, demokratik direnişi geliştirebilmek için en aktif düzeyde katıldı. Teorik ve pratik gelişiminde en fazla çaba sahibi oldu.
PKK ORTAK MÜCADELEYİ HER ZAMAN ÖNEMSEDİ
Şimdi bu çabalar neden tam başarıya ulaşmadı, pratiğe dönüşmedi, uzun süreli olmadı? Bunun önünde ne tür engeller oldu? Bu sorular uzun süredir tartışılan, cevabı çokça verilen sorular olmasına rağmen önemlidir. Bu konuda somut durumları bilen birisi olarak şunu ifade edebilirim: Önder Apo’nun ve PKK’nin gerçekten kayda değer bir eksikliği, hatası olmadı. Pratikte yanlışlar yapmış olabilir. Zamanında hareket edememiş, kendisini iyi anlatamamış, tam örgütlü davranamamış olabilir, ama anlayış ve pratik uygulama bakımından birliği zayıf ele alan, ortak mücadeleyi küçümseyen, onun dışında kalan, ona karşı ayrı mücadeleyi ve kendisini tekleştiren bir yaklaşımları olmamıştır.
Ortak mücadeleyi, ortak örgütlülüğü her zaman önemsedi. Bunun için her türlü çaba harcamayı, fedakârlık yapmayı da öngördü. Bunu net ifade edebilirim. Bu çerçevede bazı dönemlerde PKK’ye yöneltilen eleştiriler oldu, ama onlar doğru değildi, gerçeği yansıtmıyordu. Sahipleri tekrar tekrar ele almalı, değerlendirmeliler. Bu anlamda birliğin yürümemesi, Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin üst-ortak bir örgütlenmede birleşememelerinin, ortak mücadele geliştirememelerinin önündeki en temel engel Türkiye sosyalist hareketinin düşüncelerinden ve tarzından kaynaklandı.
Düşünce olarak şovenizmin etkileri vardı. Buna sosyal şovenizm diyoruz. Kürt gerçeğini, Kürt varlığını inkâr eden, Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni yadsıyan yaklaşımlar vardır. Kemalist hareket için şöyle bir şey söyleniyor: Güya Mustafa Kemal “bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” demiş. Şimdi Türkiye Sosyalist Hareketi de şunu söyledi: “Bir Kürt özgürlüğü olacaksa onu da biz getiririz.” Bu da bir tür Kürt inkârıdır. Kürdü küçümsemedir, yok saymadır. “Sen bir şey yapamazsın, sana bir şey lazımsa onu da ancak biz verebiliriz” biçimindeki bir yaklaşımdır. Esas şovenizm, sosyal şovenizm bu oluyor. Türkiye sol-sosyalist hareketi bundan kurtulamadı. Bunun derin anlamına, bilincine varamadı. Bunun içerdiği tehlikeyi göremedi.
O büyük ulus şovenizmi çeşitli biçimlerde hep var oldu. Tarz bakımından da ortak mücadeleden kaçınıldı. Egemen sınıfların, devlet yönetiminin Kürdü kötüleyen, tehlikeli gösteren yaklaşımlarından etkilenildi. Mümkün olduğu kadar Kürt’ten uzak durarak TC Devleti’nin vahşi saldırılarından korunma esas alındı. İşte bir baskı gidecekse Kürt’ün üzerine gitsin, ben öyle hedef olmayayım, o şiddete maruz kalmamayım biçimindeki kurnaz, faydacı yaklaşım egemen oldu.
Diğer yandan büyüklük yaklaşımı vardır. Mesela ADYÖD devlet tarafından kapatıldığında, yerine AYÖD kurulurken nasıl oldu? Sadece Devrimci Yol grubunun yönetiminde bir gençlik örgütü ortaya çıktı. “Biz çoğuz, bizim sayımız fazla, o halde bütün kararları da biz alırız, yönetim de biz oluruz, siz bize katılmak zorundasınız” biçimindeki anti demokratik yaklaşım her zaman hâkim oldu. Türkiye sol hareketinde kim güçlendiyse o benzer bir yaklaşımı gösterdi. Oysa demokrasi bu değildi. Demokrasi azınlığın haklarını da gözetmektir. Onlara da yer vermektir, onlarla birlikte olabilmektir. Ama böyle olunmadı.
Şu elbette ki olacaktı; Türkiye daha geniş bir toplum, daha geniş bir nüfus, geniş bir coğrafya, Kürtler nüfus, sayı olarak küçükler, birçok yerde Kürt örgütlenmesi az sayıda olabilir. O halde her zaman parmak hesabı olunca Türkiye’dekine bağlı olacak. Zaten sömürgecilik bağlamış. O zaman sol-sosyalist hareket de bağlayacak. Bunun mevcut sömürgeci bağlanmadan farkı ne? “Sömürgeci bağlanma kötü, ama bana bağlanma iyidir’ diyemeyiz. Bağımlılığın her türlüsü kötüdür. Hepsini kırmalıyız. Bağımlılığın olduğu yerde özgürlük olmaz. Özgür irade gelişmez. Böyle parmak hesabına, sayıya dayalı demokrasi anlayışının da birliğin gelişmesini engellemede önemli bir etkisi oldu.
12 EYLÜL’DEN SONRA PASİFİZE OLMA DURUMU GELİŞTİ
Son bir neden olarak da oportünizmi söylememiz lazım. Aslında Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin çıkışı büyük, tarihi bir çıkıştı. Gerçekten yiğitçe, kahramancaydı. Türkiye Devrimci Hareketi böyle bir kahramanlığı, yiğitliği ortaya çıkardığı için her zaman gurur duyabilir. Ama bu çıkış da vahşice katledildi, ezildi. Denizler idam edildi, hem de görüntüleri çekilip topluma yayılarak. Herkesin gözü önünde Mahir Çayan ve arkadaşları Türk ordusu tarafından vahşice katledildi. İbrahim Kaypakkaya işkencede katledildi. Göz korkutmak için bunları her zaman topluma, kadınlara, gençliğe, devrimcilere gösterdiler. “Böyle hareket edenlerin sonu bu biçimde olur” denilerek, adeta bir dehşet yayılmaya çalışıldı. Kimse bunun etkisi olmadı diyemez. Özellikle 12 Mart darbe sürecinde ilk defa öyle özel savaş işkenceleri geliştirildi. Yüzlerce devrimci-genç militan tutuklanıp işkencelerden geçirildi. Ağır baskıya maruz kaldılar. Bir de devrimcilere dönük böyle bir katliamın, idamın sürekli canlı tutulması, gösterilmesi insanları duygu ve düşüncede etkiledi. Hiç kimse etkisi olmadı, göz korkutma yaşanmadı diyemez.
Önder Apo bunlardan ders çıkartarak Kürdistan’da hata yapmamayı, doğru bir çalışma ve mücadele tarzını geliştirmeyi öngördü. Bu yaklaşım ve tarz başarıya götürdü. Türkiye’de ise böyle olmak yerine ürküntü, korku, geri çekilme hâkim oldu. 1975- 1980 arasında gençlik düzeyinde faşistlere karşı önemli bir mücadele verildi. Sonuç olarak 12 Eylül 1980 darbesine gidince öyle bir mücadele ile sonuç alınamadığı değerlendirilerek daha fazla geri çekilme, pasifize olma yaşandı. Böylece oportünizm, pratikten kaçış, devrimci savaş pratiğine girmeme tutumu gelişti. Genelde örgütsel düzeyde bu tutum ortaya çıktı.
1980 SONRASI ORTAK GERİLLA HAREKETİ ORTAYA ÇIKABİLİRDİ
Bu da 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesine karşı mücadelede Türkiye devrimci örgütlerinin çıkış yapamamasına, direnişe geçememelerine yol açtı. 12 Mart darbesine karşı o kadar güçlü eylemlere yönelen bir hareketin devamı, mirasçısı olduğunu söyleyenler, 12 Eylül darbesine karşı başarılı bir gerilla yapma mücadelesini geliştirmekle yükümlüydüler. Pratiğin öyle olması gerekiyordu. PKK bunun gelişmesi için büyük çaba harcadı, öncülük de etti. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) tamamen bunu ifade ediyordu ve bu cephenin Kürdistan kolu 15 Ağustos Atılımı temelinde böyle bir gerilla direnişini geliştirdi. Bu da çok güçlü bir dayanaktı. Örneğin buna dayanarak Türkiye’de FKBDC direnişi gelişebilirdi. FKBDC’nin Türkiye kolu da Kürdistan’daki gerilla direnişine dayanarak 1971- 1972’de başarılamayanı başarabilirdi. Yaşanan yenilgiyi zafere dönüştürebilirdi. Türkiye’de büyük bir gerilla hareketini ortaya çıkartarak bu faşist-soykırımcı zihniyet ve siyaseti yenilgiye uğratabilirdi.
Eğer böyle olsaydı, 1990’lara giderken reel sosyalizmin çöküşü değil, Türkiye’de faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetin çözülüşü yaşanacaktı ki, bu NATO’nun çözülüşü olacaktı, kapitalist sistemin çöküşü olacaktı. Türkiye devrimciliğinin dünyadaki gelişmelerle ilişkisi bu düzeydedir. Devrimci direniş gelişebilse, irade gösterilebilseydi dünya devrimine gidilebilirdi, kapitalist modernite sistemi dünyada yıkıma götürülebilirdi, çöküş ve çözülüş yaşatılabilirdi. Fakat bu olmadı. Bu olmayınca reel sosyalizmin çözülüşü buna da dayandı denilebilir. Her şey buraya bağlanamaz. Ama örneğin Rusya’daki yenilenme çabaları başarılı olmadı. Eğer Türkiye’de kapitalist modernite sistemini yıkmak üzere doğru bir ideolojik-siyasi çizgi çerçevesinde devrimci hareket gelişseydi, bunun Rusya’daki değişim, yenilenme, yeniden yapılanma üzerinde olumlu etkisi olurdu.
Tabii iktidar ve devlet paradigması aşılmadıkça ne kadar gelişme sağlasa da sonunda çöküş yaşanırdı. Tarih boyunca özgürlük akımlarının pratik mücadele içinde büyük başarılar kazanmalarına rağmen onu kalıcı kılamamalarının temel nedeni iktidar ve devlet paradigmasına dayanmaları, özgürlüğü ve demokrasiyi iktidar ve devlet gibi baskı ve sömürü aracıyla gerçekleştirmek istemeleri olmuştur. Bu araç değiştirilmeden, iktidar ve devlet paradigması aşılmadan özgürlükçü gelişmeler kalıcı olamazlardı. Ama Türkiye Devrimci Hareketi gelişse, 1990’lara doğru zaferi dayatsaydı, bu pratik paradigma değişimini de ideolojik yenilenmeyi de kendi içinde ortaya çıkartabilirdi. Pratiğin öyle bir gücü vardır. Fakat öyle olmayınca çözülen reel sosyalizm oldu.
Şimdi 1970’ler başında ortaya çıkan büyük devrimcilik neden zafer kazanmadı da böyle bir durumu yaşadı denilecekse, bunun temel nedeni olarak bu şovenizmin etkileri, sosyal şovenizm görülmeli. Sosyal şovenizmi hafife almamak lazım. Sosyal şovenizm pratikte oportünizm demektir. Kendinden başkasını dikkate almamak demektir. Anti demokratik bir yaklaşımdır. Demokrasisi olmayanın da özgürlüğü geliştirmesi ve kalıcılaşması mümkün değil. Türkiye devrimci hareketinin durumu da bunu net olarak gösteriyor. Temel engeller olarak insan bunları ifade edebilir. Daha da derin değerlendirilmesi gereken bir konu ve mutlaka doğru dersler çıkartılarak düzeltilmesi gereken bir durum oluyor.
HBDH İLE ŞOVEN ETKİLER BÜYÜK DÜZEYDE KIRILDI
Diğer yandan Türkiye’nin devrimci hareketleriyle de bir çatı altında buluştuğunuz Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) gerçeği var. Kuruluşundan günümüze beklediğiniz düzeyde devrimi gerçekleştirebilecek bir ruh oluşturuldu mu? Bu anlamda HBDH’ye nasıl bir misyon biçiliyor, ne gibi sonuçlar ortaya çıkarıyor?
2016 yılının Mart ayından itibaren Türkiye’nin bazı devrimci örgütleriyle birlikte Halkların Birleşik Devrim Hareketi adıyla yeni bir örgütlenme, ittifak ve birlik geliştirdik. Bu ADYÖD’ün ve FKBDC’nin bir devamı oluyor. Bizden yana aynı anlayışa ve tutuma dayanıyor. Bunu kesinlikle ifade edebiliriz. Bu anlamda yaklaşımımızın stratejik olduğunu baştan ve açıklıkla ifade etmemiz gerekli. HBDH içinde bulunan dostlarımız iyi bilsinler ki; bizim yaklaşımımız kesinlikle taktik değildir, politik değildir, güncel çıkarlara dayalı değildir. Tam tersine Türkiye’nin demokratik devrimini öngören, tüm Türkiye halklarının kurtuluşunu ve özgür yaşamını hedefleyen, Türkiye işçi ve emekçilerinin, kadın ve gençlerinin özgür ve demokratik yaşama ulaşmalarını amaçlayan bir yaklaşımdır. Bu hedefleri PKK kendi hedefleri olarak görüyor. Baştan beri de bunları içeren stratejik ilişki ve ittifak içerisinde oldu. Bunun önü açıldığında ADYÖD pratiğinde olduğu gibi en önde mücadele eden, savaşan bir konuma da geldi. Yine FKBDC pratiğinde olduğu gibi müttefikleri gerekli adımlar atmasalar bile PKK yalnız başına özgürlük için direniş adımını atmaktan, bu temelde mücadele edip bedel ödemekten geri durmadı. Bunlar somut gerçekliği ve PKK yaklaşımının ne olduğunu ifade ediyor. Bu konuda herhangi bir yanlış anlayış ve tutuma kesinlikle girilmemeli.
HBDH’yi doğuran koşullar neler oldu? Diğerlerinden farkı ne? Neden bu kadar uzun ömürlü olabildi? Şimdi altıncı yılı içerisindedir, bu önemlidir. Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci örgütleri bu kadar uzun süren bir ittifak içinde olamadılar. Türkiye Devrimci Hareketi bile kendi içinde bu kadar uzun süren bir ittifak geliştiremedi. Bu da ilk defa oluyor. Aslında HBDH’nin kuruluş koşullarıyla da bağlantılı. Bu noktada iki etkene dikkat çekebilirim.
Birincisi; Kürt sorununa yaklaşımdaki değişimdir. HBDH içinde yer alan örgütler daha önceki süreçlerde olan tutumları, Kürt sorununa ve onun çözümüne gösterilen yaklaşımları önemli ölçüde aşmışlardır. Kuşkusuz tam PKK gibi düşünüyorlar, her bakımdan ortak bir ideolojik duruma gelmişlerdir denemez. Öyle olsa zaten yaklaşımlar, ittifak düzeyi daha da farklı olabilir. Ama temel konularda sosyal şovenizmi aşan, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesine doğru ve olumlu yaklaşan bir çizgiye ulaşılmıştır diyebiliriz. Kürt halkının varlığını inkâr etmeyen, onun örgütlenmesini, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütmesini gerekli gören, böyle bir mücadeleye destek veren, katılım gösteren bir çizgiye gelmişlerdir. O sosyal şoven etkiler önemli ölçüde kırılmıştır. Tabii paradigmasal olarak reel sosyalizmin etkileri tam aşılamamıştır. Dolayısıyla özgürlüklerin örgütlenme ve pratikte nasıl yaşanacağı, gerçekleşeceği konusunda tam görüş birliği oluşmuş, her şey çözümlenmiş değil ama ortak mücadele etmek için gerekli, onun önünde engel oluşturan sosyal şoven bakış açısı önemli ölçüde aşılmıştır diyebiliriz. Böyle olmasaydı bu birlik olamazdı ve altı yıl süremezdi. HBDH’nin dayandığı önemli bir düşünsel boyut budur. İdeolojik olarak bir boyut, gelişme, yakınlaşma vardır. Dostluk diyebileceğimiz bir boyut oluşmuştur.
İkincisi; politiktir. “Çöktürme eylem planı”yla AKP-MHP faşizminin ittifak yapıp PKK’yi ve onun şahsında Kürt varlığını ve onun özgürlüğünü yok etmeyi hedefleyen, Kürt soykırımını sonuca götürmeyi içeren saldırıları olmuştur. Bu, tabii basit bir saldırı değildir. Çok kapsamlı, ideolojik, derin tarihsel anlamı olan bir siyasi ve askeri saldırıyı ifade ediyor. Aslında Kürdü yok etmeyi öngörüyor. Kürdü yok etmeyi öngören bir siyasi-askeri yaklaşımın Türkiye için nasıl büyük bir tehlike ifade ettiğini, Türkiye halklarının varlığı, işçi ve emekçilerinin özgür ve demokratik yaşama ulaşması bakımından nasıl büyük bir tehlike içerdiğini görmemiz lazım. Kürt soykırımını sonuca götürmek isteyen zihniyet ve siyasetin Türkiye içinde nasıl bir faşist baskı, terör ve diktatörlük anlamına geldiğini görmek, anlamak gerekir.
HBDH’İ OLUŞTURAN ÖRGÜTLER KÜRT SOYKIRIMINI GÖRÜYORLAR
İşte HBDH’yi oluşturan devrimci örgütler politik süreci bu biçimde değerlendiren örgütlerdir. HBDH’yi oluşturan örgütler, “çöktürme eylem planı”yla ve AKP-MHP ittifakıyla geliştirilmek istenen Kürt soykırımının Türkiye’de nasıl katmerli bir faşist diktatörlük ortaya çıkartacağını gören örgütlerdir. Bunun Türkiye halkları, işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri açısından felaket düzeyinde nasıl bir tehlike içerdiğini anlayan ve bunu önlemek için PKK ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile ittifak kurup ortak direnişi geliştirmek gerektiğine inanan örgütlerdir. PKK de bu gerçeği görmüş, bu temelde AKP-MHP faşist-soykırımcı saldırılarını boşa çıkartabilmek için Türkiye devrimci-demokratik güçleriyle daha ileri düzeyde ilişki ve ittifak geliştirilmesi gerektiğine inanmış, böyle bir siyaset yürütmüş, bu yönlü çağrılar yapmıştır.
Tabii HBDH içinde yer alan Türkiyeli devrimci örgütler de bu gerçeği görerek sürece yaklaşmışlar. Bu durum, ideolojik olarak sosyal şovenizmin etkilerini aşmayla da birleşince çok tehlikeli bir durumu önlemek için Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin en ileri düzeyde birlik-ittifak oluşturarak ortak mücadeleyi geliştirmeleri gerektiğine inanmışlardır. Bir de bu inanç HBDH’yi doğurdu. Tabii buradan baktığımızda HBDH Kürt soykırımını önlemek, Türkiye’de uzun süre egemen olacak bir faşist-soykırımcı diktatörlüğün önüne geçmek üzere kurulmuş bir antifaşist demokratik devrimi başarmayı hedefleyen bir devrimci birlik, ittifaktır. Bunu gören hareketlerin ittifakıdır. HBDH’de yer alan hareketlerin siyasi-askeri süreci ele alma, değerlendirme yaklaşımları da böyle olmuştur. Bu boyutuyla bir pratik ittifakıdır, direniş ittifakıdır, mücadele ittifakıdır. Pratik boyutu önde olan, AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını ve Kürt soykırımını gerçekleştirmesini önlemek üzere oluşan bir ittifaktır. Bunu önleyebilmek için de topyekûn faşist-soykırımcı saldırganlığa karşı devrimci savaşı, direnişi esas alan ve her boyutta geliştirmeyi öngören bir devrimci-direniş ittifakıdır.
Kuruluş gerekçeleri esas itibariyle böyle özetlenebilir. Kuşkusuz başka nedenler, gerekçeler de görülebilir, ama esas olanlar bunlar ve bunlar gerçeği anlamaya, görmeye de yetiyor. Peki, pratikte bir yeterlilik var mı? Gelişmeler nasıl oldu? Bunlar da zaman zaman değerlendiriliyor. HBDH’nin altıncı yılına girişinde de bu durum çeşitli boyutlarıyla tartışıldı, değerlendirildi. Önemsenecek, doğru olarak ele alınacak, sahiplenilip geliştirilecek yönler de var; eksik, hata içeren, düzeltilmesi, giderilmesi gereken yanlar da var. Geçen altı yıllık süreç büyük bir mücadele süreci, en büyük direnme süreci oldu.
FAŞİZME ANLADIĞI DİLDE DARBE VURAN TEK GÜÇ HBDH’DİR
Şunu herkes bilmeli ki AKP-MHP faşizmine karşı Türkiye ve Kürdistan’da direnen, savaşan, faşizme anladığı dilde darbe vuran tek güç Halkların Birleşik Devrim Hareketidir. AKP-MHP faşizminin topyekûn soykırımcı saldırganlığına karşı devrimci savaş çizgisinde tarihin en anlamlı ve büyük direnişini yürütmüştür, bu dağda olmuştur, şehirde olmuştur. Karadeniz’den İstanbul’a, İzmir’e kadar metropollere yayılan bir direniş savaşı HBDH tarafından geliştirilmiştir. Bu direnişin onlarca, yüzlerce kahraman şehidi olmuştur. Partimizin Kürdistan’da yürüttüğü devrimci direniş de Türkiye’nin antifaşist demokratik devrim mücadelesinin bir parçasıdır. Bu direnişin kahraman şehitlerinin hepsi HBDH şehitleridir. Buradan baktığımızda HBDH yüzlerce, binlerce şehidi olan bir hareket. Bir defa bu gerçeği görmek lazım. Bu oldukça önemli ve anlamlı.
HBDH direniş çizgisinden vazgeçmedi. Bu çizgisi, mücadelesi doğrudur, anlamlıdır. Demokratik Türkiye’yi faşizm karşısında devrimci çizgide temsil eden bir varlıktır.
Kuşkusuz demokratik mücadele yürüten güçler de var. Onların da önemi, anlamı var. Değer biçiyoruz, bir şey demiyoruz; ama bilinmeli ki demokratik siyasetin var olabilmesi bütünüyle devrimci direnişin varlığına bağlı. HBDH olmasaydı Türkiye’de demokratik siyaset adına şimdi hiçbir şey kalmazdı. Oysa şimdi AKP-MHP faşizmine karşı alternatifi oluşturacak kadar güçlü bir demokratik siyaset hareketi var. Bunu görmeliyiz, anlamalıyız. Bunun HBDH mücadelesinin yarattığı siyasi ortamda var olduğunu bilmemiz lazım. Dolayısıyla büyük yükü HBDH omuzluyor. Esas mücadeleyi HBDH yürütüyor. Bu anlamda dikkatle değerlendirilmesi gereken bir boyutu vardır.
Diğer yandan ADYÖD de FKBDC de çok kısa ömürlü oldu. Bir yılını bile doğru-düzgün dolduramadı. HBDH 6 yıldır direniyor, mücadele ediyor. Bu kadar uzun süreli bir ittifak haline gelmiş olması önemli. Önemli bir ilişki biçimini ifade ediyor. Ortaklaşmada ruh, duygu, düşünce olarak önemli gelişmeler yarattı. Bunu biz yaşıyoruz. Bu kadar ağır baskı karşısındaki direniş içinde yaşıyoruz. Çok sıkı ilişki ve tartışma yürütemesek bile herkes kendi sorumluluğu altında bu birlik içinde mücadele yürütüyor. Bu şunu gösteriyor; HBDH adımı doğrudur. Halkların Birleşik Devrim Hareketi ile AKP-MHP faşizmine karşı Türkiye ve Kürdistan’ın ortak mücadelesi için yeni bir kimlik yaratılmıştır. Bir mücadele mevziisi açılmıştır. Mücadele zemini oluşturulmuştur. Herkes HBDH çizgisinde, HBDH bayrağı altında birleşip antifaşist, demokratik, özgürlükçü mücadeleyi yürütebilir. Böyle bir mücadele bayrağı açılmıştır. 6 yıllık süreç bunun zaferde ısrarlı ve zaferi yaratmaya muktedir bir güç olduğunu da göstermiş, kanıtlamıştır.
Tabii eksiklikleri var. Biz yürütülen mücadeleyi, böyle bir zafer çizgisindeki yürüyüşü, 6 yıla yayılmış direnişi, bunun tarihi, büyük önemini her zaman dikkate almakla birlikte, yürütülen mücadelenin hata ve eksiklerini de görüyoruz. Yetersizlik bakımından değerlendirilmesi gereken yanları var. Faşizm bu kadar saldırırken, Türkiye halklarının bu kadar gücü, imkânı varken neden daha fazla direniş olamıyor? Niye büyük gelişemedi? Niye savaşı kentlere daha fazla yayamadı? Kitle gücü daha büyük geliştirilemedi? Bunlar da mücadelenin sorunlarıdır ve bunları HBDH içinde yer alan hareketler düzeyinde tartışıyoruz. Her hareket bu sürece eleştirel ve özeleştirel yaklaşarak ders çıkartma temelinde ele alıyor. Bu bizim için bir özeleştiri nedenidir.
AKP-MHP FAŞİZMİ EN ÇOK HBDH’DEN KORKTU
Tabii HBDH etkinliği çok daha güçlü olmalıydı, AKP-MHP faşizmine daha fazla öldürücü darbeler vurmalıydı. Bu anlamda eksik, yetersiz kalındı, zayıflıklar var. Bunu görüyoruz. Tam istendiği gibi pratikleşemedi. Yani Türkiye’nin, Kürdistan’ın devrimci-demokratik potansiyeli AKP-MHP faşizmine karşı topyekûn direnişe etkili bir biçimde sevk edilemedi. Bu potansiyel bilinçlendirilemedi, örgütlendirilemedi, savaşa çekilemedi. Savaş daha çok gerillanın, öncünün omuzlarında kaldı. Toplumu eğitip örgütleyerek savaşa tam çekemedi. Toplumsal direnişi, kitle direnişini kalıcı ve zafer kazanıcı düzeyde geliştiremedik. Bunlar hep önümüzdeki süreçte geliştirmemiz gereken temel görevlerimiz oluyor. İnanıyoruz ki bunları gerçekleştirmenin zemini oluşmuştur. Temelleri atılmıştır, çizgisi ortaya çıkartılmış, HBDH olarak bayrağı açılmıştır. Gerisi pratik çalışma, eğitim, örgütlenme ve eylem işidir. O da tüm devrimcilerin ve örgütlerin pratikleşmesiyle gerçekleşecek.
HBDH’yi engellemek için düşmanın saldırılarından da söz etmemiz lazım. Unutulmamalı ki AKP-MHP faşizmi en çok HBDH’den korktu. Bu geçen 6 yıllık süre içinde en çok HBDH’ye saldırdı. Evet, görünüşte demokratik siyasete, çeşitli kitle örgütlerine saldırıyor. HDP başta olmak üzere kadın, gençlik hareketlerine saldırıyor, tutukluyor. On binlerce insanı tutukladı. Şimdi baskı uyguluyor, zindanlarda işkence yapıyor. Ama bunlar görülen, açık olan noktalardır. Bir de açık olmayan baskı ve saldırılar var. Bu da HBDH’ye yöneltilen saldırılardır.
Baştan itibaren AKP-MHP faşizmi HBDH’yi kendisi için en büyük tehlike görmüş, HBDH içerisinde yer alan örgütlere yönelik yıllık, altı aylık özel planlamalar yaparak ağır darbe vurmayı hedefleyen saldırılar yürütmüş, operasyonlar geliştirmiştir. Bunu kentlerde, kırsal alanda yapmış, adeta HBDH’de yer almayı en büyük suç, kendisi için birinci tehlike görüp onları yok etmek üzere tüm gücünü imha saldırılarına seferber etmiştir. HBDH bir de bu tür saldırılara maruz kalıyor. HBDH içinde yer alan örgütler onlarca planlı saldırıya maruz kaldılar. Şehitler verdiler. Yüzlerce kadrosu tutuklandı, zindanlara atıldı. Binlerce taraftarı tutuklandı. AKP-MHP faşizmi HBDH’nin pratikleşmesini engellemek için Türkiye’nin bütün imkânlarını seferber ederek faşist baskı ve terör uyguladı, saldırıda bulundu. Bunun da görülmesi, bilinmesi lazım. Bu saldırıları zamanında görüp aşamamak, engelleyememek pratiğin gelişmesini zayıf bıraktı.
HBDH 2022’Yİ FAŞİZMİNİN ÇÖKÜŞ YILI HALİNE GETİRECEK
Şimdi zorluklar var, engeller çok. Bunlar düşman saldırılarının yarattığı zorluklardır. Kürdistan’da da var, Türkiye’de de var. Biz bu durumu aşacağız. Medya Savunma Alanlarına dönük saldırılar var. Zap, Avaşin hattı işgal edilmek isteniliyor. Rojava’ya, Şengal’e dönük sürekli saldırılar var. Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da sürekli saldırı, tutuklama, operasyon, işkence var. AKP-MHP faşizmi topyekûn saldırı halinde. Bizim de Türkiye ve Kürdistan halklarının, işçi ve emekçilerinin ortak direnme hareketi HBDH olarak, güçlerimizi daha çok mücadeleye sevk etme, potansiyelimizi daha çok eğitip örgütleyerek mücadele içine çekme, AKP-MHP faşizmine karşı seferberlik düzeyinde topyekûn devrimci halk savaşı direnişini geliştirme görev ve sorumluluğumuz var. Bunları geliştirmeye çalışıyoruz.
Tabii şimdi AKP-MHP faşizmi son bir çırpınışla gerillayı ezebilmek için Zap’a, Avaşin’e saldırıyor. Bu son çırpınışıdır. Buna karşı gerilla direniyor, halk direniyor. Bu direnişin en çok Türkiye’ye yayılması gerekiyor. AKP-MHP faşizmi Zap’a, Avaşin’e, Rojava’ya, Şengal’e saldırıp devrimci direnişi buralarda ezerek faşist diktatörlüğü hâkim kılmak, ömrünü uzatmak isterken, bizim devrimci direnişi dağda, ovada, şehirde daha çok Türkiye’ye yaymamız, metropollere taşımamız, AKP-MHP faşizmini ekonomik, siyasi, askeri bütün yönleriyle hedeflememiz, savaşı daha çok yaymamız, düşmanı en zayıf olduğu yerden, faşizmi yandan, içinden, arkasından vurarak darbelememiz gerekiyor. Faşizmi çökertmek ancak böyle olur. Bu HBDH’nin görevi. Bu süreçte HBDH Türkiye gençlerini, kadınlarını daha çok harekete geçirecek, direnişi kentlerde daha fazla geliştirecek. HBDH milisleri AKP-MHP faşizmine saldırı üstüne saldırı yapacak. AKP-MHP faşizmi Zap’ta, Avaşin’de cephe tutup gerillayı orada ezmek isterken, HBDH Türkiye’nin bütün kentlerini, İstanbul’dan İzmir’e, Karadeniz’den Çukurova’ya, Ankara’ya bütün şehirleri devrimci direniş cephesi haline getirerek faşizmi beklemediği yerden vurup 2022 yılını AKP-MHP faşizminin çöküş yılı haline getirecek. Kararlılığımız, yaklaşımımız budur. HBDH geçen süreçteki eksikliklerini de şimdi mücadeleyi bu temelde geliştirerek giderecek. Bu iddiası ve iradesi vardır. Geçmişin özeleştirel yaklaşımından da bu sonuçları çıkartıyor ve önümüzdeki süreçte her yeri mücadele alanı haline getirip her günü AKP-MHP faşizmine karşı eylem günü yaparak faşizmi çökertme iradesine kesinlikle sahip bulunuyor.
Yarın:
* Türkiye’nin 17 Nisan’da Zap, Avaşin-Basya alanlarına başlattığı işgal saldırıları ile neler hedefleniyor?
* İşgal saldırılarının arkasındaki uluslararası ittifak ve ilişkiler neler? Ne amaçlanıyor?
* KDP’nin işbirlikçi siyasetinin sonuçları neler olacak?
* İşgal saldırıları Kürdistan, Türkiye ve bölge açısından ne gibi sonuçlar doğuracak?