HABER MERKEZİ
1970’lerin başında Ankara’da bir film görmüştüm. Adı İrlandalı Kız’dı. 12 Mart darbesinin karanlık günlerinde gerçekten de görülmeye değer bir filmdi. İrlanda halkının İngiliz sömürgecilerine karşı direnişini anlatıyordu. Filmde birçok kritik sahnede ortaya çıkan kambur, yüzü çarpılmış, ayağı sakat, ağzından durmadan salyalar akan, konuşmasını bile beceremeyen ve izleyenleri ürküten bir tip vardı. Eve döndüğümde soran arkadaşlara sinemaya gittiğimi belirtmiştim. İzlediğim filmin adını söylediğimde bir tartışma başladı. Önder APO filmde dikkatimi en çok çeken sahnenin hangisi olduğunu sormuştu. Kendisi filmi benden önce izlemişti. Ben de İngiliz subayıyla ilişkileri olan bir kadın öğretmenin İrlandalı kadınlar tarafından saçlarının kesildiği sahne olduğunu söylemiştim. Filmi değerlendirdi. Filmin en etkileyici bölümlerinin sakat adamın göründüğü sahneler olduğunu belirtti. Filmde verilmek istenen mesaj aslında bu sakat tipin kendisinde gizliydi. Filmdeki sakat adam gerçekte her bakımdan yabancı egemenlik altında şekillenen sömürge insanını anlatıyordu. Sömürge insanı bedensel ve ruhsal olarak parçalanıp sakatlanmış bir insandı. Önder APO’nun o zamanki bu belirlemesini hiç unutmadım.
Erzurum Lisesinde öğrenciyken köyden şehir merkeze fazla inmezdim. Dersim merkezini ancak 1970’lerden itibaren tanımaya başladım. Zaten pek de büyük bir kent sayılmazdı. Nerdeyse herkesin birbirini tanıdığı bir yerdi. Sanırım Dağ Mahallesinde yaşayan ve pek çok bakımdan bu filmde gördüğüm adama benzer bir kadın yaşardı. Adı Emine’ydi, halk arasında Ema Lenge (Topal Emine) olarak biliniyordu. Bedeni çarpık çurpuktu, topaldı. Ara sıra çarşıya indiğinde tüm dikkatler kendisine çevrilirdi. Anlatılanlara göre bir katliam sonrasında tesadüfen bulunup kurtarılmıştı. Hikâyesi dehşet vericiydi. 1938’in o acımasız kıyımı sırasında kendisi de Türk askerlerinin esir aldığı üç yüz kişilik bir grubun içindeymiş. Askerler esirleri Halvori köyünün altında Munzur’a inen bir uçurumun başına getirmişler. Burada ağır makineli tüfekler kurulmuş. Esirler yine topluca kurşuna dizilmiş. Ardından cesetler askerler tarafından süngülenmiş. Her biri teker teker çekilip uçurumdan Munzur suyuna atılmış. Emine de atılırken uçurumun ortasında bulunan bir yabani asmaya takılıp öylece kalmış. Askerler çekilince savaşçılar olay yerine gelmişler. Uçurumda asılı gördükleri Emine’yi çekip çıkarmışlar. Emine hayatta kalmayı başarmış. Ama bedeninde pek çok kurşun ve süngü darbesinin dehşet verici izlerini taşıyarak! Emine soykırımın dehşetini sergileyen canlı bir heykeldi.
Dersim’de hemen her yerde böylesi katliam hikâyelerini hem de canlı tanıklarından dinlemek hiç zor değildi. Mensubu olduğum aşiret de içinde olmak üzere, saldırıya hedef olan her aşiretin böylesi trajik hikâyeleri vardı. Ana rahmindeyken düşman kurşunuyla yaralanmış olarak dünyaya gelmiş insanlar gördüm; onlar doğmadan gazi olmuşlardı. Hiçbir şeyi hatırlamadıkları söylenen şehrin delileri bile Dersim katliamını bilinçaltında yaşatıyorlardı. Dersim delileriyle meşhurdu ve ilginçtir, deliler adeta el üstünde tutulurdu. Bunlardan en tanınıp sevileni Sey Uşen’di. Bir keresinde nüfus sayımı yapılıyormuş ve sokağa çıkma yasağı varmış. Deliler yasağı dinlemeyip çarşıya çıkmışlar. Sey Uşen çarşıda tek bir insan dahi göremeyince, kucağına doldurduğu taşlarla karakola saldırmış. Bir yandan taş atarken, diğer yandan “Yine bu insanları götürüp nerede katlettiniz?” diye bağırıyormuş. Sey Uşen katliamı biliyordu, katliam yıllarında deli değildi. Sonradan deliren bu adam bir dakika öncesinde ne yaptığını bilmezken, Dersim katliamını hatırlayabiliyor ve o haliyle bile topluma yönelik en büyük tehlikenin nereden geleceğini kestirebiliyordu. Düşman dışarıdan gelmiş silahlı güçtü, ‘Mameki Jandarması’ydı, polisti.
Yine Xaceri köyünde yaşlı bir kadından dinlemiştim. Beşikteki bebeleri de içinde olmak üzere ailece Mazgirt’in üstünde topluca kurşuna dizilen Alan aşireti reisleri Süli ve Hasan Ağaların katledilmesiyle ilgili bir olaydı. Celal Bayar’ın bizzat gelip Çukur köyünde oturan bu ailenin toptan yok edilmesi emrini verdiği bir sırada, aileden henüz emzikteki bir bebek gizlice kaçırılıp katliam uygulamaları dışında tutulan Mazgirtli bir aileye teslim edilmişti. Katliam tamamlandıktan ve kılıç artıkları tehcire tabi tutulduktan sonra, devlet söz konusu aileden böyle bir çocuğun kaçırıldığı ihbarını almıştı. Bunun üzerine Elazığ’dan gelen bir askeri birlik alınan ihbar doğrultusunda operasyona başlamış ve sonunda çocuğun teslim edildiği aileyi bulmuştu. Aile çocuğu teslim aldığını inkâr etmemişti. Ancak emzirecek kimse bulamadıklarından çocuk ölmüştü. Yetkililer gösterilen mezarı açıp gömülenin kaçırılan çocuk olduğuna emin olduktan sonra operasyon sona erdirilmişti. Çocuk bulunsaydı elbette imha edilecekti. Bu kesindi. Çünkü bu çocuk gelecekte aşiret artıkları için birleştirici bir unsur olabilirdi. Yine geride kanıt bırakılmaması gereken bir eylemde, bir tanık olarak daha sonra katillerin başını ağrıtabilirdi. Bu yüzden temizlenmesi gerekiyordu. Katiller de buna uygun davranmışlar, kundaktaki bir çocuk için bir operasyona girişmişlerdi.
Katliam sırasında altı yaşlarında bir çocuk olan ve daha sonra esir düşüp sürgüne yollanan annemin anlattığı bir olayı da asla unutamam. Bir esir kafilesini kurşuna dizmeden önce teftiş eden Türk komutan, iki genç kadını kafileden ayırır. Bu kadınlardan biri bir genç kız, öteki yeni bir gelindir. Her ikisi de kendi deyişiyle bakmaya kıyılamayacak kadar güzeldir. Komutan her iki kadınla tercüman aracılığıyla konuşur; kendisiyle birlikte olmayı kabul etmeleri halinde kurşuna dizilmeyeceklerini söyler. Her ikisi de komutanın üstüne tükürür. Her ikisi de onurlarıyla ölmeye hazır olduklarını söyler. Komutan sesini çıkarmadan geri döner. Esir kafilesindekilerin kurşuna dizilmeleri emrini verir. Tüm yakınları ve tanıdıkları bu iki kadının gözleri önünde hunharca katledilir. Nihayet sıra kendilerine gelir. Komutanın emriyle iki kadının fistanları belden aşağı kesilerek yarı çıplak hale getirilir. Her ikisi bu durumda yüzlerce askerin iğrenç bakışları altında infaz mangasının karşısına çıkarılıp kurşuna dizilir. Annem katledilen bu gelini tanıdığını söylerdi; ablasının evlendiği kişinin akrabasıydı. Sanıldığının aksine bu öyle tekil bir olay değildir. Böylesi yüzlerce olay vardır. Bu yüzden Dersim’in hemen her yerinde yüzlerce genç kız ve kadın Türk askerinin eline geçerek hayvanca kirletilmektense, kendisini uçurumlardan ölümün kucağına bırakmayı yeğlemiştir. Ölüm askerlerin eline düşmeye tercih edilmiştir, hem de severek ve isteyerek tercih edilmiştir.
Köylülerimizden her biri birer kılıç artığıydı. Katliamda yakınlarını kaybetmemiş tek bir aile bile yoktu. Toplu kıyımlar durdurulduktan sonra esir düştükleri için kendileri hayatta kalabilmişlerdi. Bir kez daha yinelemek isterim: Esirlik kendi tanımlarıydı. İlkin esir olarak karargâh çevrelerinde tutulmuşlar, ardından kafileler halinde Elazığ’a sevk edilmişlerdi. Sürgüne gönderilecekleri yerlere ilişkin düzenleme burada yapılmıştı. Sürgün yerleri Orta ve Batı Anadolu köyleriydi. Elazığ birbirlerini gördükleri son noktaydı. Hemen her aile ayrı bir yere sürgün edilmişti. Elazığ’dan trene bindirilip askerlerin nezaretinde ikamete tabi tutuldukları yere götürülmüşlerdi. İkamet zorunlu ve sürekli denetime tabi olduğundan, sürgünde birbirleriyle ilişkilenmeleri mümkün olmamıştı. Çıkarılan yasayla zorunlu ikamet sona erdiğinde, hemen herkes birbirinden habersiz Dersim’in yolunu tutmuştu. Geri dönüşte herkes kendi kararını kendisi vermişti. Sürgün yerinde kalanlar istisnaydı. İnsanlardaki ülke sevgisini ve toprağa bağlılığı çocuk halimle bile görebiliyordum. ‘Toprak çeker’ diyorlardı. Onlar ana topraklarının sessiz çağrısına kayıtsız kalmayıp kendisine koşmuşlardı.
Kıyımın ve sürgünün ardından insanların yeniden kendi topraklarında bir araya gelişleri adeta bir mucizeydi. Bunun için sevinçliydiler. Hayata yeni bir başlangıç yapıyorlardı. İşten arta kalan zamanlarında bir araya gelmeyi ve anılarını anlatmayı önemsiyorlardı. Geçmişi yeniden ve yeniden hatırlıyorlardı. Hatırlamak, yeniden başlayan birlikleri ve ortak yaşamlarının temel harcıydı ve onları birbirine kenetliyordu. Yeni baştan toplum olmayı öğreniyorlardı. Anılarının ağırlıklı bölümü sürgün öncesi yaşanan katliama, yaşadıklarına ve tanık olduklarına ilişkindi. Sürgün yıllarını da konuşuyorlardı. İlk bölüm acı yüklüydü, yaralar adeta yeniden deşiliyordu. Kimin nerede nasıl katledildiği tek tek anlatılıyordu. Ortamı ağır bir yas havası kaplıyor, ağlayanlara sıkça rastlanıyordu. Sürgün bölümünde anlatılanlarda acılar çok daha azdı. İskân edildikleri yerlerde başlangıçta yadırgansalar da, kısa bir süre sonra kolayca benimsenmişlerdi. Hiçbirinde sürgünün neden olduğu bir Türk düşmanlığı yoktu. Komşularını sevgi ve özlemle yâd ediyorlardı. İnançlarına aykırı olarak nasıl hatır kırmayıp camiye gittiklerini ve camide nasıl komik sahneler yaşandığını anlatıp kahkahadan yere yattıkları bile oluyordu. Halkların birbirine karşı düşmanlıkları yoktu. Onları birbirlerine düşman edip kırdırtmaya çalışan güç devletti. Anlatılanlar da bunu kanıtlıyordu.
Mecburi İskân Kanununun özünü Türkleştirme oluşturur. Bunun için belli bir yerde iskân edilenlerin aynı aşiretten olmamalarına özen gösterilir. Aynı aşiretten olmak dayanışma ruhu ve direniş zemini demektir. Aynı şekilde iskân edilenlerin yerleşik nüfusun yüzde yirmisini geçmemesine de dikkat edilmiştir. Sayıca azınlıkta olmak, çoğunluğun içinde erimeyi kolaylaştıracak bir unsur olarak değerlendirilmiştir. Teorik olarak bakıldığında bunun mantıklı ve sonuç alıcı bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Ancak pratiğin bununla fazlaca örtüşmediğini görebilmek de mümkündür. Sürgünde doğanlar hariç, on yıldan daha uzun süre sürgünde yaşayan insanlarımızdan tek bir kelime Türkçe öğrenmeden köylerine dönenleri biliyorum. İskân alanı olarak kullanılan her yerde, yerleşik Türk halkı, sürgün olarak içlerinde yaşamaya zorlanan Kürtleri olduğu gibi kabul etmiştir. Onların kimliklerine ve kültürlerine saygı göstermiş, devletin resmi politikalarına denk düşen en küçük bir olumsuz tavır sergilememiş, kendileriyle sıcak dostluk bağları geliştirmiştir. Şovenizm illeti o zaman halka hala bulaştırılamamıştır. Şovenizm devlet eliyle üretilip halklara bulaştırılan iğrenç ve tehlikeli bir hastalık türüdür.
Daha önce de ifade ettim: 1938 yılı sonbaharına kadar Dersim’de teslim olma da teslim alma da yoktur. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın, Türk ordu birlikleri isyancı denilen aşiretlerden yakaladıkları herkesi bir araya toplayıp öldürmüşlerdir. Zaten bu sürece gelindiğinde direniş büyük ölçüde kırılmış, sayısız masum insan kıyımdan geçirilmiştir. Sonbaharda her yerde aynı şekilde işleyen oldukça ilginç bir senaryo uygulanmıştır: Kurşuna dizilmek üzere ağır makineli tüfeklerin karşısına çıkarılanlar, infaz yerine yetişen bir süvarinin getirdiği haber üzerine yeniden hayata dönmüşlerdir. Bundan sonra toplu infazlar durmuştur. Her yerde söylenen şey hep aynı olmuştur: İnfazların durdurulması emrini veren kişi Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Böylece Fevzi Çakmak ‘kurtarıcı’ haline getirilmiştir. Dersim insanındaki egemen kanıya göre, Fevzi Çakmak kırımı durdurmasa, ‘isyancı’ aşiretlerden geriye tek bir fert bile bırakılmayacaktır.
Dee Brown’un ‘Kalbimi Vatanıma Gömün’ kitabını okuduğumda, Dersim aşiretlerinin Amerika’daki yerli aşiretlerle birçok yönden birbirine benzer özellikler taşıdığını fark ettim. Her ikisi de yaşadıkları coğrafyaya düşkündü, her ikisi de doğayla adeta iç içe yaşıyorlardı, her ikisinde de insancıl karakter son derece belirgindi. Sadece topluluklar değil, düşmanları da birbirlerine çok benziyorlardı. Adını hatırlamıyorum; bir Kızılderili aşiret reisi, karşıladığı askeri birliğin komutanına kendisini tanıtıyor; adını söyledikten sonra ‘İyi bir Kızılderili’ diye ekliyordu. Birlik komutanı işte o zaman daha sonra bir özdeyiş halini alacak olan o uğursuz cümlesini kuruyordu. “Ben iyi bir Kızılderili tanımıyorum; İyi Bir Kızılderili Ölü Bir Kızılderili’dir.” Bu sözlerin ardından askerlerine saldırı emrini veriyor, en samimi barış dilekleriyle kendisini karşılamaya gelen aşiret reisi de içinde olmak üzere orada bulunan herkesi kılıçtan geçiriyordu. Dersim’de olan şey de bundan farksızdı. Zaten işgal öncesinde Türk basınında yer alan değerlendirmelerde, Dersim’de ‘medeni adam yavrusunun yetişmeyeceği’ vurgulanıyordu. Dersim adeta farklı bir canlı türünü temsil eden insan denilemeyecek yaratıkların yurduydu. Katliam öncesinde izlenimleri Türk basınında yayınlanan sözde bir gazeteci, buradaki insanların müthiş fiziki güçlerine bakarak, “Bunlar insan olamaz” diyor; bunların başka yerlere göçertilip Dersim’in insansızlaştırılmasını öğütlüyordu. Katliam kararının başarıyla hayata geçirilmesinin zemini oldukça iyi hazırlanmıştı. İyi Dersimli yoktu, en iyi Dersimli ölü bir Dersimliydi.
1937 yılında Dersim’in birçok aşiret reisi resmi bir davetle Elazığ’a çağrılmışlardır. Çağıranlar devlet yetkilileri ya da hükümet temsilcileridir. Reislere kendileriyle bir toplantı yapılacağı söylenmiştir. Birçok aşiret reisi çağrıya uyup Elazığ’a gitmiştir. Ancak toplantı bahanesiyle aldatılan bu insanlar tutuklanmışlar, alelacele yargılanıp idam cezasına çarptırılmışlar ve cezaları erkenden infaz edilmiştir. Aşiret reislerinin Elazığ’a gidişleri öncesinde belirtileri güçlü olsa da, işgal harekâtı henüz başlamamıştır. Çağrılı olanlar arasında Seyit Rıza da vardır. Seyit Rıza Erzincan üzerinden Elazığ’daki toplantıya gitmeyi esas almış, ancak yolda yakalanıp tutuklu olarak Elazığ’a götürülmüştür. Haydaran aşiretinin Uşenu ve Blezu adında iki kolu ve dolayısıyla iki reisi bulunmaktadır. Blezu kolunun reisi Kamer Ağa daha önce yola çıkmış ve Elazığ’a vardığında öteki reisler gibi tutuklanmıştır. Yaşı büyük olduğundan aldığı idam cezası müebbet hapse çevrilmiş ve daha sonra cezaevinde ölmüştür. Bizim kolumuzun reisi Hıdır Ağa ise hemen önceden belirlenen yere gitmemiş, öteki reislerin akıbetini araştırmış, tutuklandıklarını öğrendiğinde gizlice Dersim’e dönmeyi başarmıştır.
Dersim direnişin manevi önderi Seyit Rıza’nın tutuklandığında, kendisinin ve arkadaşlarının kandırıldıklarını anlayarak “Yalancı ve şerefsiz hükümet” diye bağırdığı söylenir. Seyit Rıza tehlikeyi fazla sezememiş, devletin bu komplosunu zamanında kestirememiştir. Çevredeki aşiretler arasında ve aşiretimiz içinde Haydaran aşireti reisi Hıdır Ağanın iki belirgin özelliğinden söz edilirdi. En önemli özelliği ‘baht sahibi’ bir insan olmasıydı. Kimseye bahtsızlık yapmamış, zora düşüp kendisine sığınan birini kesinlikle geri çevirmemişti. Dostluğu her şeyin üstünde tutmuştu. İkincisi de oldukça zeki ve duyarlı bir insan olmasıydı. Köylülerimiz onun devleti iyi tanıdığını söylerlerdi. Ona göre devlet tilki gibi kurnaz bir güçtü. Kürt’ü kandırıp kör bir kuyunun başına götürür, arkadan itip kuyunun dibine düşürürdü. Devlete bu bakışı ve duyarlılığı sonunda hayatını kurtarmıştı. Elazığ’a çağrılan bütün aşiret reisleri içinde hayatta kalabilen tek kişi oydu. Buna karşılık başları koparılmış Dersim aşiretlerinin hayatı büyük tehlike altına girmişti. Kendilerini korkunç bir ‘sel harekâtı’ bekliyordu.
Seyit Rıza bir aşiret reisi değil bir bilgedir, Dersim toplumunun bilgesidir. Belki söylediklerini uygulatacak fiziki yaptırım araçlarına sahip değildir, ama söyledikleri bütün aşiretlerce en fazla kabul gören kişidir. Aslında özü itibariyle tehlikenin bilincindedir ve bunun için de bütün aşiretleri birleştirmeye çalışmaktadır. Görüşme bahanesiyle aldatılıp yakalanmasa işgale karşı aşiretlerin güç birliği yapmalarını sağlayacak, aralarındaki birlik ve dayanışmanın köprüsü olacaktır. Devlet de bunu iyi bilmekte, henüz tam kurulmadan bu köprüyü yerle bir etmek istemektedir. Öte yandan Seyit Rıza’nın etrafını kuşatıp boğmak üzere en yakınlarını bile satın alıp ajanlaştırmak için yoğun çaba harcamaktadır. Onun bu gerçeğin de farkında olduğu belirtilir. Ancak tedbirleri yetersizdir. En önemlisi de, devletin yaşam güvencesi verme sözünü de içeren resmi davetini unutup bir görüşme sırasında kendilerini tutuklayabilecek kadar alçalacağını hesaba katmamıştır. İdam edilmeden önce bu devletin temsilcilerine söyledikleri hem bir tür özeleştiridir, hem de yüzlerine indirdiği bir şamar niteliğindedir: “Ben sizin oyunlarınızı çözemedim, bu bana dert oldu; siz bana boyun eğdiremediniz, bu da size dert olsun!”
Dersim toplumunda aşiret reisi bir toprak ağası değildir, özellikle direnişçi bir duruş sergileyen aşiretler için bu kesinlikle böyledir. Her bir aşiret reisinin adının arkasına yerleştirilen ‘ağa’ sözcüğünün kendisinin ekonomik konumuyla bir bağlantısı yoktur. Bunların liderliğini yaptığı aşiretler dağlı aşiretlerdir. Bu aşiretlerin konumlandığı coğrafyada ekilebilir toprak çok yetersizdir. Aşiret reisinin öyle geniş toprakları yoktur. Reisle en yoksul aşiret bireyi arasındaki farklılık oldukça sınırlıdır. Aşiret reisi maddi güçlerine değil geleneklere bağlılığına, bilgisi ve tecrübesine, adalet ilkesinden ayrılmamasına dayanarak yönetmektedir. Aşiret nezdinde saygınlığı ve otoritesine bağlılık yüksektir. Aynı şekilde aşiretleri dış tehditlere karşı koruma ve savunma gücüdür; bir bakıma aşiret güçlerinin askeri şefidir.
Devlet askeri harekâta girişmeden önce bu gerçeği iyi çözmüş ve aşiretleri en can alıcı noktadan vurmuştur. Önemli bir kesimini başsız bırakmıştır. Böylece aşiretlerin gelişen işgal harekâtına karşı direniş gücü en azından yarı yarıya düşmüştür. Devlet açısından ise tehdit yarı yarıya azaltılmış olmaktadır. Bazı aşiretler birlik olmamaları halinde kendilerini bekleyen şeyin Ermenilerin akıbeti olduğunu haykırsalar da, bu gerçeği değiştirecek gücü kendilerinde bulamamışlardır. Böylece her aşiret kendi sahasında ve öteki aşiretlerden kopuk bir biçimde bir direniş sergilemenin ötesine geçmemiştir. Tek tesellileri ise, isyanla ilgili bir ağıtta dile getirildiği gibi elliye karşı bir savaşmalarına rağmen kendi intikamlarını yedi kat fazlasıyla almış olmaları, kendi yurtları için kanlarının son damlasına kadar savaşmaları ve şahadete ulaşmalarıdır.
Ali Haydar Kaytan