HABER MERKEZİ
Platon’un üçbin yıl önce söylediklerini pratikleştiriyorum. Görkemli bir olay….
Aslında her şeyimiz bir cevaptır. Biz ulaşılmaz, yanına varılmaz bir kişi olarak kendimizi görmüyoruz. Tam tersine müthiş ayaklara kadar indirgeyerek hizmet erbabı haline getirmişiz.
Hayretler içinde kalıyorsunuz. Filozof çoktan siyasetin içine sokulmuş, siyaset çoktan filozofun içine sokulmuş. Çoktan filozof ve kral birleşmiş. Ve maalesef anlayan çok az.
Filozofların taktikleşmesi!
Taktik filozof veya filozofların siyasallaşması, filozofların yaşam sahasına inmesi, filozofun değişim gücüne inmesi, demek oluyor gerçekleşen.
Marks, sadece sözünü söylüyor. Benim durumum çok farklı, benim için söz söyleme işin en basit kısmı. Lenin onun örgütsel esaslarını söylüyor, benim için örgütsel esaslarını da söylemek çok basit bir iş. Onlar sınıf mücadelesi diyor. Benim sınıf mücadelesi demem de çok sıradan basit bir iş. Ben bunların hepsini adeta “abc” biçiminde çoktan öğrenip, bir kenara atmışım. Daha fazla yaptıklarım var.
Evet, benimki fırtınalı bir savaşçılıktır. Müthiş ilikilerine kadar, hücrelerine kadar savaşçılıktır.
Şimdi biz, kişiliğimizi öyle uygarlık esaslarına göre ele almadık, doğal esaslara göre ele aldık. Yani sınıflı toplum gelişmesinin kurallarına göre değil, çok doğal esaslar. Nedir bu doğal esaslar? Bazen çocukluk esasları, bazen ilk insanın yaşam esasları. Biz bunu gözardı etmedik. Benim hareket tarzımda bu vardır.
Çocukluğa ihanet etmemek, bilmem ilk insan davranışlarını esas almak ve böylece de uygarlığa, yani sınıflı toplumlara bakmak, bunu dikkatle gözetleyen bir husus. Zaten hem kolay yaklaşım esası, hem çok zor yaklaşımın nedeni de budur. İlk insan veya çocuk saflığında olmak çok zordur. Fakat çok basittir de. Uygarlık esaslarına göre yetişmiş olanlar için çok zordur, ama insan doğallığına ilgi duyanlar için de çok çekicidir, çok hoştur. Ve bu anlamda bir felsefi yaklaşımımız, etkimiz var.
Kendimi sizler gibi yitirmiyorum. Benim en büyük avantajım, kurban etme işine henüz kendimi yatırmamamdır. Çok titizim. Ve bunu da, ruhumu satmama, kendi doğallığımı yitirmeme biçiminde izah ediyorum.
Benim olağanüstülüğüm şurada: Çocukluktan beri kendimi titizlikle korudum. Bunun ilginç bir hikayesi vardır: Genç bir kız, “biz her gün fahişeleşen topluma benziyoruz, ama önderlik çok bakire birisi gibime geliyor” diyordu. Gerçekten insan bakiresiyim diyebilirim kendime. Sizler ise mallı-mülklü veya sınıflı toplumun üretim mekanizmalarına göre yaşıyorsunuz. Ama ben kendimi “bakire” yaşatırım veya kendimi pisliğe bulaştırmam. İyi bir tespit. İnsanlığın hiçbir kirine, pisliğine bulaştırmama… Gücümü buradan alıyorum. Siz ise darbe yemişsiniz. Bu bir işgalci düşüncedir, bir eylemdir, bir mülkiyettir, bir yaşam alışkanlığı, bir keyfiyettir. Bunların hepsi baştan çıkarma olarak değerlendirilirse, böyle binlerce yaşadığınız durum vardır. Farkımız burada.
Saflaşma hareketi!
İnsanı temiz kılma hareketi oluyor benim hareketim. Ve nitekim herkes bunu az çok PKK’de görüyor. PKK’nin ilginçliği burada, özgünlüğü burada. Herhalde benim en belirgin tanımım böyle yapılabilir.
Herkes beni kandıracağını sanıyor. İblisliğin kendisi zaten bir ayartma, bir hırsızlık hareketidir. Şimdi benim durumum bunun tam tersi. Dolayısıyla örgüt içinde inanılmaz ölçüde kandırmacılık var. Ben bu arkadaşların durumunu anlıyorum. Yaşam tarzları ibliscedir ve bir kandırmacayı esas alır. Ama bizde de direniş var. Yani iblise karşı direnme hareketi çok köklü.
Ben uyuyan bir melek değilim.
Çağın peygamberi gibi büyük savaşım içindeyim. Yani filozofluktan öteye bizimki biraz peygamberce bir eylem olarak da tanımlanabilir. Şimdi daha iyi anlıyorum. İşte bu, “üçbin yıllık düşüş!” Eğer bu doğruysa, verilecek cevap biraz peygamberce olmak zorunda. Öyle kendimi halkın anladığı bir peygamber olarak değerlendirmiyorum. Ama kimi özellikleriyle biraz peygambersel çıkışa benziyor.
Evet, sadece filozof olarak değerlendirilmemiz eksiktir. Bir mümin filan da değilim. Çağsal bazı peygambersel özelliklerle birlikte olmaya çalışıyorum. Bu konuda tartışmayı derinleştirmelisiniz. Biz insanlıktan, güzel yaşamlardan umut kesmedik. Daha doğrusu dünyayı önüme koysalar, bu yaşam tarzınıza ilgi duymam. Hoşlanmıyorum. Bırak para-pul, bilmem rahatlık… Bunların çoğu bana işkence gibi gelir. Ayrıca bütün arkadaşlarımızı rahatlıkla etkisi altına alabilecek bir yaşam biçimi bile, benim için sadece tepki duyulacak bir yaşamdır. Daha göklerde olanı arıyorum, daha böyle beni çekecek olanı veya zenginliği arıyorum, başarılı olanı arıyorum. Sizinkiler o kadar fakirce ki, insan üzülüyor. “Bu fukaralar nasıl tenezzül ediyorlar?” diye düşünüyorum.
Benim hayranlık duyacağım insan olmak çok önemlidir.
Arkadaşlarımız militanlık yaptıklarını sanıyorlar. Bana göre büyük bir şaşkınlık içindedirler. Militandan öteye, çok zordalar. Ne kadar ve nasıl yürüdüklerinin bile farkında değiller.
Evet, Mezopotamyalı olmak… Veya doğduğumuz toprakların etkisi nedir? Her şeyden önce benim topraktan kolay kopmama gibi bir özelliğim var. Doğduğum yer Mezopotamya ise, Mezopotamya’dan kolay kopmamamı anlamak gerekir. Kopuşun ve ortaya çıkışın sorunlarının yarattığı fırtınalar ne kadar Mezopotamya gerçeğiyle bağlantılı, -bilmiyorum tabii. Sanıyorum benim üzerimde fazla tarihi etkisi yok herhalde. Çünkü sosyal gerçekliğimizde tarih bitmişti. Hepiniz için belki bir şey vardı, ama benim için yoktu. Bana sıra geldiğinde, tarih, sosyal, felsefe, sanat, terbiye bitmişti. Ben ondan sonra vardım. Çok ilginç, -gelip bana dayandığında belki hepiniz için bir şey vardı, ama benim için yoktu.
Ben böylesine bitmişlik sınırının kenarında boyveren birisiyim.
Bunu nasıl anlamak gerekiyor? O sıradan köylüler bile, acı acı halime bakarlardı. Herkesin “hiç umudu olmayan çocuk. Allah kimsenin çocuğunu ona benzettirmesin” dediği biriydim. En sıradan basit köylülerin bir yargısıydı bu. O açıdan, şöyle Mezopotamya uygarlığı, şöyle dahiyane çıkış diye kendi kendimizi kandırmayalım. Benimki çok sıradan ve basitçe. Fakat bir mantık tarzına göre, -bu beni dizginsiz bir özgürleşmeye götürüyor (ki buna diyalektik tarz diyorlar), bu kadar boşalmış, uygarlık değerlerinden, toplumsal, siyasal, tarihsel, ailesel değerlerden bu kadar boşalmış birisi çok serbesttir. Bir anlamda çok özgürdür. Herhalde bu benim en büyük şansım oluyor. Zavallı babam ve çok acayip olan anam benim şansım oluyor aslında. Benim çocukken şanssızlık dediğim, benim en büyük şansım oluyor.
Hâlâ hatırlıyorum, “Allahım neden benim anamı, babamı böyle yaptın, bu kadar zavallıların çocuğu olarak neden beni buldun?” derdim. İşte orada, güce doğru giriş yapıyorum. Eğer kesinlikle böyle bir çocuk olmasaydım, kesinlikle bu süreç bende gelişmezdi, bu büyük serbestliği elde edemezdim. Anam ve babam o kadar zavallı görünüyordu ki, “bunların elinden ben tutayım” diyordum. Çok erken yaşta, ataerkil ideoloji daha o saatte -ki en etkili ideolojidir bir çocuk için-, benim için anlamı olmayan yenilmiş, bitmiş bir durumdu.
Babam bir zavallı, elinden hiçbir şey gelmiyor. Anam ise korkunç biri. Bağıran çağıran, hiçbir mantığı olmayan her davranışın sahibi. Çözülmenin eşiğinde bir aile gerçeği. Ailemizde de aile çözülmüş, aslında durmuş. Babamın o hali, anamın o hali beni erkenden, işte aile ideolojisinin etkisinden kurtarıyorlar. Bu bana çıkış yaptırıyor. İşte ilk arkadaşlarım, ilk gezilerim, ilk hareketlerim çok önemli. Hiçbir çocuğun böyle bir şansı yoktur. Mümkün değil, hiç birisinin olmaz da.
Aslında çözülmüş bir aile değil. Oldukça temiz ve oldukça da dürüst bir aile. Hem çok çözülmüş, hem çok temiz veya çok kirlenmemiş. İşte, başkalarına haksızlık yapmayan, fazla bir olumsuzluğu olmayan bir aile. Yani özgürlük yakalanmaya çalışırken, -bana göre burası önemlidir. Çaresizlik, yoksulluk, zavallılık, çözülmüşlük, saflık, temizlik hepsi var.
Müthiş bir seçkinciyim. Tam bir ilah gibi, mutlak kural. Bu ikilemi kendimde müthiş birleştirdim.
(…)
Güdü deyip küçümsememek gerekir. Güdüler yaşamsal bir olaydır, yaşam güdülerin ağır etkisi altında olur. İlke olmadı mı, bastırdın mı, yine bir mucizevi olursun, yaşamdan tümden çekilirsin. Herhalde bizde ikisi de vardır.
Çok geri bir munzeve, ilkenin çok güdükleştirilmesi, ilkenin ilkeden çıkarılması ve bu anlamda güdülerin de güdü olmaktan çıkarılmasının ortaya çıkardığı, oldukça tanınmaz, düşmüş bir insan tipi. Onu hâlâ çözmeye çalışıyorum. Yani ne ilkesi vardır, ne güdüsü vardır. İkisi de o kadar çarpıtılmış ki, eşi benzeri yoktur. Buna benim cevabım, ilkede yüceleşme, güdülerde müthiş hareket. Güdüleri açlık olsun, cinsellik olsun, başka hangi güdü vardı, korku.
Evet, korku, açlık vb. güdüleri terbiye etmekte ustayım. Herkes güdülerinden çok şey kaybederken ben güdüleri güce dönüştürmekte ustayım. Yine herkes ilkede takılıp dogmatikleşirken, ilkeleri de sağlam bir güç odağı olarak düzenlemekte güçlüyüm. Böyle hesaplarım var. Güdüleri müthiş tahrik ederim, ama ilkesiz bırakmam. Bende bunlar korkunçtur ve hareketliğimi de bunlar belirler. Bu ustalığı gösteren kişilik yok.
Bir de ilkeleri, güdüleri ölü ve tehlikeli.
Neden böylesiniz? Yüzyıllardır üzerinizde öyle şeyler uygulanmış ki, fahişelik teorisiyle açıklayabilir miyiz?
Bin yıllar, -birkaç bin yıl. Evet, gelen bastırmış, gelen vurmuş, gelen dövmüş, gelen sövmüş. Ne ruh bırakmış, ne düşünce bırakmış. İşte benim farkım; çok ustaca kendimi bu dayaklardan korumuş olmamdır. Büyük savunma hareketim var. Çok usta, inanılmaz bir savunma hareketiyim. Ruhunu satmama, her türlü kötülükten kendini sakınma, inanılmaz ölçüde ruh arılığı, düşüncenin yenik düşmemesi ve bunu çok büyük bir hassasiyetle yürütmem. Yağdan kıl çeker gibi, şirin-şerbet gibi. Şimdi size uygularsak, hikaye, çoktan ölü gibisiniz.
İnsan doğasına dönmek, doğal olmak bu kadar önemliyken, neden böyle çok çarpık, hatta ondan daha da kötü duruyorsunuz. Marks’daki değişim-dönüşüm, yabancılaşma teorisi bizde tersine işler. O yabancılaşma teorisini söyler, ben çoktan yabancılaşmayı yerle bir etmişim. O değişim-dönüşüm der, ben söylemeden önce müthiş dönüştürmüşümdür. Teorisi var mı yok mu, belli bile değil, kendisi vardır.
Savaşım esaslarım, düşman gerçeğim, başarma zorunluluklarım, kolay kaybetmemeye hiç fırsat vermeyişim, mutlak başarıya kendimi kilitlemem kişi olarak beni böyle olağanüstü pratikçi olmaya, en derin bir felsefi sorunu, belki de filozofların yüzyıllardır söyleyip de hâlâ pratikleştiremediklerini benim çoktan pratikleşmeme götürdü.
Platon’un üçbin yıl önce söylediklerini pratikleştiriyorum. Görkemli bir olay.
Bunları, çağla boğuşmak istersen, büyük yabancılıkla boğuşmak istersen yapmak zorundasın. Bir de somut bir düşmanın var -taktik düşman diyelim TC’ye-, taktik bir düşmanla boğuşmak istersen böyle olacaksın. TC öyle büyük bir taktik düşmandır. Ona karşı da ben örgütlüyüm. Aslında savaşımız TC’yle sınırlı değil. Ve hatta çağlar ötesine kadar gidiyor. Şu anda ben kendimi yüzyıla bile sınırlı görmem, bin yılla da sınırlı görmem. Sınırsız, süresiz bir yaşam gücü. Benim felsefemde öncelik sonralık, ilk ve son yoktur. Veya başlangıcı sonu da belli olmayan. Biraz da evrenselizmi yakalama oluyor. Evrene göreyim. Bu noktaya ulaşmazsam, zaten bu gücü veya bu felsefi esası yürütemem.
Evet, evrensellik diyebiliriz buna, evrene göreyim ben. Evren nasıl ise ben de öyleyim. Evrensellik ilkesi vardır.
Sonu olmayan insan kendimde çözüme kavuşmuştur. Öyle felsefesiz olmam.
Kendimi felsefik olarak tatmin etmesem, hareket adamı olamam. Hatta felsefede de kapsamlı bir bütünselliği içerecek, olay yarım yamalak felsefe yok. Bir ekol -bütünleştirici felsefe-, bu da var demek istiyorum.
Bu da güzel. Bütün bunlar, bizim eylemi belirliyor, beni tatmin ediyor veya beni ayakta tutuyor. Moral olmadan militan ayakta kalamaz. Moral de felsefik bir sorundur. PKK’yi idare etmek kesin bir moral işidir. Moral, felsefenin en önemli bir dalıdır. Dolayısıyla bunda da bir kesinleştirme var.
Nitekim bundan dolayı, inanılmaz ölçüde çocuklar beni anlar. Hiç okur-yazar olmayanlar ve hatta insanlık üzerine çok duran filozoflar, -ben onların en iyi arkadaşıyım. Hatta şöyle bir özelliği çok iyi fark ediyoruz: Herkes, içinde gömülü insanı beden bulur. “Ben de bir parçayı sen temsil ediyorsun” der. Ama gömülüdür o. Onun fiziğe vuran, görünüşte yaşayan kişiliği başkadır. Yüreğinin bir köşesinde kalmış, yaşayamadığı bir insan var o da benim. Bu çok yakındır, ama gömülüdür. Yüreklerinin küçük bir yerindedir. Onların bir toplamı olarak beni düşünebilirsiniz. İlginç bir şey, ama ben bu temeli esas alıyorum kendim için.
Herkes kendine göre bir yaşam modeli seçerken, benim de biraz gerçekleştirdiğim, yaşam durumum bu. Elbette bu aynı zamanda kudretli bir yaşamdır. Bana göre doğal insan en büyük insandır.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan