HABER MERKEZİ
Asıl Cilo bizleri bekliyordu
Zêranê’ye veda ederken Cilo’ya çıkmak için ‘Deriye Aslan’a’ doğru ilerliyoruz. Deri yani Cilo’nun kapılarından bir tanesinin ismi. ‘Deriye aslan-deriye cafer-deriye bızına’ diye kapıları var. Biz de Cilo’nun gizli dünyasını görmek için Deriye Aslan kapısına doğru yürüyoruz. Dik, sarp bir patikadan çıkarken güneşin batışına da tanıklık ediyoruz.
Tanrıçaların mekan yaptığı ve Zagrosların da tanrıçaları divana getirdiği bu atmosfer doğalında kadına müthiş hissettiriyor. Bunu anlamak için gerçekten de görmek, hissetmek lazım.
Yolun yaklaşık üç saat olduğunu söylediler fakat sabah saat yediden gece ona kadar ancak yetişebildik. Kapının tam boğaza çıkan kısmına ulaşınca ay ışığı Cilo üzerinden yüzlerimize yansımıştı. Ve izlemeden de gidilmemesi gerektiğini daha iyi anladık. Yanımızda bulunan arkadaşlar noktaya bizden önce giderken ben ve bir arkadaş boğazda oturup ay ışığının güzelliğini seyre daldık. Sonra da romantikliğe kendimizi çok kaptırmış olacağız ki bağıra bağıra cilo’ya şiirler okuduk. Bizleri duyan gerillalar güvenlik açısından iyi olmadığı için müdahale etmek zorunda kaldılar. Onlar bu konuda oldukça duyarlı ve disiplinlilerdi. Askerlik konusunda hiç taviz verilmiyordu. Biz ise bu tarihi mekanların tüm boyutuyla hissetmenin heyecanına kaptırmıştık kendimizi.
Zağros dağlarına bağlı Cilo alanında bulunan ‘Spi Xanê’, cehennem deresi ve ‘Keviya Pir’ denilen yerler turistlerinde olgusunu ilgisini çeken yerlerdir. İlk gittiğimiz yerlerden biri de; Sipî Xanê zozanlık bir yerdir. Değişik yerlerden Koçerler gelmiş sonbahara kadar burada konumlanıyorlar. Batman’dan, Gever’den… Koçerler buraya kadar gelmişler. Cilo’nun eteklerinde geçim imkanlarını yaratmışlar. Yani aslında savaş gerçekliği olmasa bu insanlar bu topraklarda geçimlerini sağlayabilecek. Üstelik bu topraklar oldukça verimli. Aynı zamanda tarihi yönden de çok zengin bir yer. Keviya Pir’e giderken onların yanından geçemeden edemedik. Oldukça misafirperver, sıcak olan bu insanlar bizi çok iyi karşıladılar. Güneşin sıcaklığında yürümek bizleri çok yordu. Bu sıcak insanların ellerinden soğuk ayranlarını içtikten sonra serinledik.
Koçerler doğal ve sıcak insanlardı. İçinden geldiği gibi derler ya, evet öyleydiler. Neşeli cıvıl cıvıl oluşları dikkatimizi çekmedi değil. Aslında doğa ile olan bağlılıklarıydı onları mutlu ve huzurlu kılan. Yaşamlarında abartılı hiçbir şey yoktu. Gece kurulmuş çadırlarında fanus ışığının eşliği ile anaların anlattığı masalları dinliyorlardı. Çocuklar uykuya dalarken büyükler daha çok geçmiş anılardan bahsediyorlardı. Onların bu sıcak sohbeti ortama huzur serpiyordu. Doğadan kopmamış ve sisteme çok bulaşmamış bu insanların yanında olmak insana farklı duygular kazandırıyor. Sanki yılların özlemini orada bulacakmışım gibi…
Keviya Pîr e doğru…
Yolda gördüğümüz, tanık olduğumuz her şeyi çekmeye kayda almaya gayret gösteriyoruz. Bir ayrıntısını kaçırsak sanki bir daha bulamayacakmışız gibi bir his uyandırıyordu bu yerler. Gizemli yerler böyle miydi?
Günlerin getirdiği yorgunluk daha da artmıştı ama bunun yanında burada olmanın mutluluğu ve huzurunu anlatmada sözcükler eksik kalır diye yazamıyorum. O yüzden de bu topraklara karşı yaşadığım duygular tarifsiz kalıyor.
Yolculuğumuzun bir diğer adresi ise Keviya Pir… Bizlere eşlik eden Rociyar ve Viyan adlı gerillaların sıcaklığıyla yürümeye devam ediyoruz. Bu yolculuğumuzda dikkatimi çeken farklı bir konu ise gerillaların isimleriydi. Her birinin anlam dolu, farklı isimleri vardı. Ve tercih ettikleri bu yaşamda yine tercih ettikleri isimleri ile yaşıyorlardı. İsimleri onlara benziyordu. Onlardan bir tanesi de Rociyar’dı. Hewremanca olan bu isim “güneşin ışınları” anlamına geliyordu. Kendisi de asıl Hewremanlı olup fakat göç nedeni ile Konya’da doğup büyümüştü. O da kendi toprağından, gerçekliğinden uzakta özlem içerisinde büyümüştü. Ve bir gün güneşin doğduğu toprakları izleyip yeni bir yaşamı tercih etmişti. Güneşin ışınları ile aydınlanacağını da söylüyordu. O buna inanıyordu. Güneş sadece onun için değil, yoldaşları içinde aynı anlama geliyordu. Onlar için aydınlık, kurtuluştu. Onlar kendi önderlerine Güneş sıfatını layık görüyorlardı.
Rociyar ve Viyan önde ilerlerken bir yandan da bizlere Cehennem Deresi dedikleri yeri anlatıyorlardı. Daha da yaklaşırken İskender’in neden buradan geçemediklerini daha iyi anladık. Oldukça derin bir vadi… Vadinin bitimine doğru uzun kayaya yatmış bir beyazlık gözüktü. Bu yorgun, beyaz şey sanırım Keviya Pir dedikleri (eski buzul-kar) yer. Ona doğru yakınlaşmak için adımlarımızı daha hızlı atmaya başladık. Yaklaşık bir saat sonra oraya ulaşıp Kevinin sesini dinlemeye başladık. Uzaklardan gelen ses bizleri daha çok mutlu etti. Bu eski keviyle tanışmak için sabırsızlanıyordum.
Çatlayan buz kütleleri suya girip sonra eriyip büyük bir dere şeklinde Spi Xanê’ye doğru ilerliyordu. Orada bulunan herkesin su ihtiyacı bu şekilde karşılanmış oluyordu. Yani Keviya Pir insanlar için bir umuttu aynı zamanda. Ekipçe ona yakınlaştık. Bizden yaklaşık 10-15 metre yüksekliğinde olan bu buz kütlesi son buzul döneminde kalan ve yavaş yavaş eriyen bir kevidir. Yani ömrü 20 bine yakın var. Kim bilir neler görmüş nelere tanıklık etmiştir. Ona yaklaşıp dokundum sanki tarihin sayfalarını çevirmiş yeniden canlandırmış gibi bir duygu uyandırdı. Katmanlar şeklinde ve her bir katmanı farklı bir renkte olan bu kevi içinde bir dünyayı barındırıyordu. Düşen kütleler kulaklarımızı çınlatırken kayalarda yankılanıp vadiye yayılıyordu.
Burada yaşayan gerillaların dediğine göre, buradan yaklaşık üç saat uzaklığında Cilo zirvesi diye tanınan bir yer varmış. Orada bir defter konulmuş ve oraya giden herkes deftere bir şeyler yazıyormuş. Oraya gitmeyi isterdim fakat zaman kısıtlığından kaynaklı gidemiyoruz. Keviya Pir’i çektikten sonra arkamıza dönüp veda edenler listesine girdik.
Zozanlara doğru ilerlediğimizde güneş iyice kızışmıştı. Uzaklardan gözüken koçer çocuklar kuzuların peşinden koşarken, analar da bellerine süt bidonlarını almış orada bulunan vadiye doğru yürüyorlardı.
Asurilere ait kiliseler…
Girê Berxa’da yolculuğumuz sona ererken Bazê köyüne doğru çantalarımızı sırtlamış yürüyoruz. Yukarıdan köye bakınca derin vadilere nasıl ineceğimizi düşündüm. Bir yandan da irkildim. Derin vadiler ve yüksek dağlar bizi bekliyordu. Hepsi selama geçer gibi gelen misafirlerini bekliyordu. Uzaklardan köyün içinde eve benzer bir yer görünüyordu. Bu civarlarda bulunan köylerde eskiden beri Asurilerden kalma kiliseler bulunuyor. Biz de meraklı bir şekilde daha hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladık. Derin vadilere seyre dalan yüksek tepelerin yamacında uykuya dalmış küçük köy bizleri bekliyordu.
Bazê’ye girince Ertuş köyünde hissettiklerimin aynısını burada da hissettim. Duygularım sanki eskiye doğru gidiyordu. Asurilerden kalma kiliseleri, su kanallarını, yıkık evlerini görünce tarihe olan merakım daha da arttı. İlk başta kiliseye doğru yürüdük. Yüksek yerde yapılan kilisenin taşları sanki özenle seçilmişti. Taşların üstünde farklı tarihler, çizimler yer alıyordu. Farklı bölmelerden oluşan odacıkları vardı. Tavanlardan sökülmüş taşların yerinden güneş ışınları içeriyi aydınlatıyordu.
Kiliseyi yağmurdan korumak için naylon benzeri ne bulmuşlarsa tavana bağlamışlar. Oldukça mütevazi bir düşünüş ve mütevazi bir pratik. Her mahallede bir kilise gözüküyordu. Bu köyde tam tamına 13 kilise var. En büyüklerinin Matê kilisesinin olduğunu söylüyorlar. Köylülerden aldığımız bilgilere göre Matê kilisesinin çanı çalınca her yerden duyulurmuş. Yine rivayete göre hasta insanların sık uğradığı bir yer olduğu yani iyileştirici bir özelliğe sahip olduğuna inanılan bir yermiş. Asıl şaşırtan yanı ise kilise olmasına rağmen burada yaşayan Müslüman köylülerinde buraya gelip şifa aramalarıydı. Bir kez daha Kürdistan’da halkların ortak yaşam değerlerinin ne kadar güçlü olduğunu görmüş olduk.
Yolda karşılaştığımız bir köylü Matê’nin kuranda da geçtiğini, aslında Hz İsa’nın 13 havarilerinden olan Matta’nın burada kalındığına dair bilgiler verdi. Savaşın yoğun olduğu dönemlerde 2011 ve 2012 Zagros alanlarını bombalayan pilot kendisi itiraf etmişti. Birçok kiliseyi isabet etmesine rağmen içlerinde bir tek vuramadığı kilise Matê kilisesi idi. O yüzden de bu köye gelip görmeyi bile denemiş fakat gerillanın bu alanda bulunması onları korkutmuş olacak ki buna göze alamamış.
Matê kilisesinin tavan kısmında büyük bir ağaç yer alıyordu. Büyük yaşlı ağaç kilisenin ne kadar eski olduğuna da aynı zamanda tanıklık ediyordu. Yaprakları kilisenin tavanına sarkarken sanki binyılların yorgunluğunu taşıyordu. Katliamlara, ayrılıklara, gözyaşlarına ve kim bilir daha nice olaylara tanıklık etmişti ağaç. Kilisenin içi oldukça genişti. Büyük bir salonda iki tane pencere vardı. Fark ettiğim ve ilginç gelen şey ise bu pencereler güneşin doğuşu ve batışı izlenebilecek yerlerdi. Güneş doğduğunda içerisi aydınlanıyordu. Ve yine güneş battığında son ışıkları içeriyi aydınlatıyordu. Tüm bunları hesap ederek kiliseler yapılmıştı. Daha farklı odacıkları da yer alıyordu. Odanın duvarlarına dokununca yüreğimden bir şeyler kopuyormuş gibiydi. Gözlerimi kapatıp tarihe yolculuk yapmış bir huşu içindeyken Ruken arkadaşın çağırması ile gitmek zorunda kaldım. Yolculuğum yarıda kalmıştı.
Eskiden Bazê’de yaşayan Kürtler devlet zoru ile kuruculaştırılmış. Bazê köyünün hemen aşağısında bulunan Aşuti köyünde yaşayanlar ise kuruculuğu kabul etmedikleri için oradan göç etmişler.
Tüm bunları dinlerken Asurilerin, Kürtlerin ve ondan sonra burada yaşayan insanların ne kadar acı çektiklerini bir kez daha iyi anladım. Milletlerin birbirlerine nasıl düşman edildiğini duymak insanda bir öfkeye neden oluyor. E tabi öfkelenmek de yerinde olsa gerek. Bazê köyünün acılarını sessizliğine bırakarak oradan ayrılırken durmadan arkama dönüp yine oralara bakıyordum. Sanki bir şeyler beni çekiyor gibiydi. Kim bilir belki de orada katledilen insanların çağırışlarıydı. Daha eskilerden gelen tanrıçaların direniş çığlıklarıydı belki de. Bu mekanlardan geçerken tarihin nasıl belleğimizi güncelleştirdiğini teker teker yaşadık. Bir zamanlar insanlığın ilk tohumlarının atıldığı bu mekanlar halen de o insanlık namına kalan değerler için mücadele ediyor. Hani derler ya toprağın da hafızası ve ruhu vardır. Buralar o ruhu ve hafızası canlandıran topraklardı yeter ki duyumsamayı bilin…
Jiyan Tekoşin