HABER MERKEZİ – “Onun kalbi, benim de şuurum durmuştu sanki”
’1994 yazını yaşıyor ömürlerimiz… Aylardan Haziran. Hakkari’de Karnesa alanındayız. Bu alanda dört mevsimi bir günde yaşar insan. Bir yandan yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığıyla terden sırılsıklam bedenlerimiz… Diğer yandan üst üste birikmiş, yıllanmış karlarla örtülü toprak… Hemen yanında tüm bunların ortak emeğiyle yaratılmış gibi duran rengarenk çiçekler… Göz alabildiğine rengarenk her yer ve sanki bir cennet parçasının güzelliğini çalmışçasına yarı utangaç dursa da göz kamaştıran güzelliğiyle kendinden emin ve mutlu bir ifadeyi ilk andan itibaren hissettirmeye başlıyordu Karnesa…
Radyoluk Tepesine eylem yapmak için hazırlanıyoruz. Grup çok az sayıdan oluşuyor. Akşam karanlığıyla sözleşmiştik. Gün batar batmaz çıkacaktık yola. Tüm hazırlıklarımızı yapmış, eylem anını bekliyorduk. Karanlığın her zamanki gibi yine en sadık arkadaşlığıyla beraber ilerleyecektik. Karanlık geceler bu gecede tüm cömertliğini sergileyecekti gerillaya…
Ve ağır ağır karanlık çökmeye başlamıştı. Beklenen anın habercisi “yola çıkma zamanı geldi” der gibiydi. Hepimiz haberciyi selamlayarak tek sıra halinde mesafeli olarak, bizi bekleyen sadık ve cömert arkadaşımız olan karanlığın içine doğru yola koyulduk. İlerleyen saatlerde gece gümüş renge bürünürken sessizce ilerliyorduk. Gümüş Çanak (ay), Hakkari’nin en yüksek tepelerinden Sümbül ve Cilo’nun arasından, tam ortalarından nazlı ve narin yükselmeye başlamıştı. Gümüş Çanak sanki adımlarımıza tempo tutar gibi esnek, hafif ve hızlıydı geceyi gümüş renkte kılmada… Bu gece her şey ama her şey tanıklık etmek istercesine birbiriyle yarışıyordu adeta. Bunca yıl bizler doğadan bir parçayken hep doğayı izlemiştik. Kuş cıvıltılarını, mevsim değişimlerini, doğup batan güneşi, çağlayanları… Hepsini büyük bir incelik ve titizlikle izlemiştik. Oysa bu gece doğa bizi izleyecekti.
Adımlarımız gittikçe daha fazla hızlanmaya başlamıştı. Hiç durmadan yürüyoruz, soluksuz bir yürüyüş… Öyle ki ulaşmamız gereken yere zamanından önce varmıştık bile. Farkında olmadan düşman nöbetçisinin yanına kadar ulaşmıştık. Ferhat arkadaş nöbetçiyi erken fark etmişti. Grup arka arkaya dizilmiş, düşmanın burnunun dibine kadar gelmiş olduğumuzdan habersiz bekliyordu. Takım komutanı olan Ferhat arkadaşın ani duruşu hepimizi şaşırtmıştı. Bin bir türlü ihtimal ve düşünceler belleğimize akın ediyor, gözlerimiz ise dışardan gelecek haberi bekliyordu. Kısa bir bekleyişten sonra ne olduğunu anladık ve Ferhat arkadaşın talimatı üzerine grup üç kola ayrıldı. Her üç kol yerlerini almaya çalışırken düşman nöbetçisi bizden habersiz gecenin sessizliğine gömülmüş, birazdan olacaklardan habersiz bekliyordu… Gruplar yerlerini aldıktan sonra Ferhat arkadaşın attığı mermi ve fırlattığı bombayla eylem başladı. İki mevziiyi aldıktan sonra Ferhat arkadaş yaralandı. Bizim cesaretimiz, düşmanın da ağır silahları kıyasıya bir mücadeleye girişmişti. Mermiler yağmur gibi üzerimize yağıyordu. Ferhat arkadaşa yakın bir yerdeydim. Yaralı bedenini kaldırdıktan sonra geri çekilmeye başladık. Grupta ayrıca iki yaralı daha vardı. Yaralılardan en ağır olanı Ferhat arkadaştı. Grup önden gitti. Biz dört arkadaş Ferhat arkadaşı taşımak için arkada kaldık. Tehlikeli alandan çıktıktan sonra olan gücümüz de zayıflamış ağır ağır ilerliyorduk. Bir süre sonra artık takatimiz kalmamıştı. Ferhat arkadaşın durumu ise daha da ağırlaşıyordu. Yaralı haline rağmen bizi düşünüyordu. Ve durmadan “Beni bırakın. Siz gidin. Tüm arkadaşlara ve Parti Önderliğine selamlarımı iletin.” diyordu.
Bunu yapmamız asla mümkün değildi. Çünkü yoldaşlık sevgisinin yüreğimizi ısıtıyor oluşunun bilincindeydik. Yüreğimizi bu sıcaklıktan mahrum bırakmaya hakkımız yoktu -ki buna gücümüz de yetmezdi. Onu bırakırken yüreğimizi bırakacaktık. Belki o yaralı haliyle bizlere yük olmamak için onu bırakmamızı istemişti. Guruptaki herhangi bir arkadaş yaralı olsaydı, kesinlikle ölümüne de mal olsa Ferhat arkadaş onu bırakmazdı. Bizler de onu bırakmayacaktık.
Yavaş yavaş ilerlerken bir yandan da onun acısını dindirmek için şakalaşmaya çalıştık. Ama bu konuda çok fazla başarılı olamadık. Çünkü artık dili ağırlaşmış konuşamıyordu. Şakalarımızı duyup duymadığını da bilmiyorduk. Bildiğimiz ve de gördüğümüz tek şey dudaklarındaki gülümsemeden ibaretti… Artık daha fazla yürüyecek durumda değildik. Yanımızdaki iki arkadaşı diğer arkadaşlara yetişmeleri için gönderip uygun bir yerde kaldık. Şimdi Ferhat arkadaşın başucunda ben ve bir erkek arkadaş beraber geceyi geçirecektik.
Kaldığımız yer küçük bir şkeft şeklindeydi. İçine girip Ferhat arkadaş için yer hazırladık. Başını dizlerimin üzerine aldım. Kıvırcık saçları kandan yapış yapış olmuş, göğsünün üstünden aldığı yara hiç durmadan kanıyordu. Her ne kadar bez ile yaranın etrafını temizleyip kanı durdurmaya çalıştıysam da boşunaydı. Bir türlü kanamayı durduramıyordum. Aşırı kan kaybından sayıklamaya başlamıştı. Ne söylediğini tam anlayamıyordum. Sesi boğuk ve hırıltılı çıkıyordu. Yanımdaki erkek arkadaş ne yapacağını bilemiyordu. İkimiz de ölümün soğuk nefesini hissedebiliyorduk. Susmuştuk… Konuşan, sadece gözlerimiz ve o anki hislerimizdi. Dilimizi kullanmadan da anlaşmayı öğrenmiştik böylesi anlarda… Yavaş yavaş yaklaşan ölümü görüyorduk adeta. Ama bir türlü kendimizi bu gerçeğe alıştıramamıştık. Bizim için esas ölüm, alışmaktı. Alışmak ölümdür tüm zamanlarda… İşte bunu kazımıştık yüreklerimize… Belki yaşar, umudunu hiç eksiltmemekte kararlıydık.
Ferhat arkadaş sayıklamaya devam ediyordu. Ellerini ellerimin arasına aldım. Vücudu yavaş yavaş sıcaklığını kaybediyordu. Güneşten bronzlaşmış esmer ellerini avucuma gömercesine sıkı sıkı tutuyordum. Günün tüm yorgunluğu üzerime yeni yeni çökmüştü. İyiden iyiye yorgunluğumu hissetmeye başlamıştım. Geceden beri kapanmamış olan göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı. Bir ara kısa bir süre için uyuklamışım. Nasıl olduğunu anlayamadan aniden irkilerek uyanmıştım. Yanımdaki erkek arkadaş o gün de orada kalacağımız için dışarıya çıkıp kar getirmeye gitmişti. Ve henüz geri dönmemişti. Ferhat arkadaşa baktım. Sesi çıkmıyordu. Sayıklamıyordu. Sesi soluğu aniden kesilivermişti sanki… Elimi kalbine götürdüm. Kalp atışları duyulmuyordu. Yanılıyor olmayı çok istiyordum. Bir kez daha dikkatlice kalbini dinlemeye koyuldum. Yok, hiçbir ses yoktu… O an yüreğimden bir parçanın koptuğunu sandım. Nefesini kontrol etmek için yavaşça ellerimi burnuna ve ağzına götürdüğümde artık yaşamadığını anladım. Onun kalbi benim de şuurum durmuştu sanki… Öylece donup kalmıştım. Ağlayacak gücüm de yoktu. Başını dizlerimden alıp, incitmekten korkarak, yavaşça yere koydum. Tüm duygularım donmuş, buz kesmişti. Biraz toparlandıktan sonra alabildiğine soğukkanlılıkla orada bulanan kefiyeyi üzerine örttüm. Cansız bedeninin yanında öylece bekledim. Aradan az bir zaman geçmişti ki kar getirmeye giden arkadaş ellerinde karla geri döndü. Gördüğü tablo neler olduğunu anlamasına yetmişti. Yine de soran gözlerle bana bakıyor, bir açıklamada bulunmamı bekler gibi duruyordu. Bunu anlayınca “Ferhat arkadaş şehit düştü,” dedim. Arkadaş olduğu yerde çöküp dizlerine vurmaya, ağıtlar yakmaya başladı. Benim yapamadığımı o yapmıştı. Tüm acısını bağırarak, ağlayarak dışa vurmuştu. Oysa ben bunu bile yapamıyordum. Ve bu nedenle sanki içimden boğazlanır gibiydim. Bu da daha çok acı çekmeme neden oluyordu. Üzüntüm içime hapis olmuş, içten içe kemiriyor, yiyip bitiriyordu beni.
Erkek arkadaş hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu. Benim donukluğum halen çözülmüş değildi. Onu yatıştırmayı düşünmedim. Aklımdan geçen tek şey, Ferhat arkadaşı burada bırakacağımızdı. Ne yazık ki gömecek durumumuz bile yoktu. Bedeni burada kendiliğinden toprağa karışacaktı. Toprağa gömülmeden, toprak üstünde yavaş yavaş eriyerek topraklaşacaktı…
Sabaha kadar başında sessizce oturduk. Erkek arkadaşın ağlayışları da son bulmuş biraz olsun sakinleşmişti. Zaman ilerledikçe önümüzde boylu boyunca uzanan yoldaştan ayrılma vakti de gelmiş olacaktı. Gün ışımadan az evvel ayrıldık oradan. Bir daha asla görememenin acısıyla son kez yüzüne bakıp sessiz çığlıklarımızla vedalaşarak ayrıldık… Ferhat arkadaşı orada bırakmak en zor olanıydı. Bizler onların ardılları olarak mücadelelerini zaferle taçlandırma sözümüzü bir kez daha yeniliyoruz.
Heey…
Devran döner, yer oynar
Tarihe pişman olmak istemem
Biz tarihin bir parçasıyız
Tanıktır Hakkari
Tanıktır dağları, taşları, yaylaları
Onlar dillendirmese de
Benim üzerimde bir avuç toprak olsa
Topraktan ateşböcekleri yetiştireceğiz
Gözlerimizi açıp güneşi görürsek eğer
Senden söz edeceğiz
Bir savaş bir de sevdadan
Bir de özgürlük
Göklere yerleştireceğiz
Ölsek de hücrelerimizi, öldürmek istemeyiz
Hücreler varlığını şehitlerden
Önderlikten, özgürlükten, umuttan almış
Hücrelerimizi tohum yapıp yeşerteceğiz
Rengarenk çiçekler olup
Yeryüzüne serpileceğiz
Gülistan Gülhat