HABER MERKEZİ – Muhammed için dile getirilebilecek diğer hususlara yönelik ise İslam’ın kurallarına yani şartlarına bakmak gerekir. İslam’ın şartlarından başlıca olanı şehadet etmektir, yani şahitliğini ortaya koymaktır. Şehadet getirilen, Allah’ın birliğine ve tekliğine olan inançtır ve bu aynı zamanda imanın altı şartından başlıca olanı da oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu birinci şartta Allah’a olan inançla beraber Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaktır. Yani Müslüman olmanın en temel kıstası tek tanrılı dine, tanrının yani İslam literatürüyle Allah’ın tekliğine inanmak ve kayıtsız şartsız ona itaat etmek ile Muhammed’in onun elçisi ve sözcüsü olduğuna şahitlik etmektir. İslam’ın ilk şartında Allah ve Muhammed bir bütünlük içerisindedir, birine olan inanç diğerine olan inancı da gerektirmektedir. Birine olan bağlılık diğerine olan bağlılığı da gerekli kılmaktadır. Önderlik; “İslam denince Muhammed ve Allah isimleri ayrılmaz çok önemli bir ikili oluşturur. Ortadoğu halkları için hiçbir ikili kelime grubu bu denli hayati ifade taşımamıştır. Bu iki isim uğruna korkunç savaşlar düzenlenmiş, yine o denli sevgi yumağı oluşturulmuştur. Bu zıtlığı bağrında taşıyacak bir başka ikilemli kelimeler grubunu bulmak da zordur” demektedir. Önderliğin bu değerlendirmesini en açık haliyle İslam’ın ilk şartında görmek mümkündür. İslam’ın diğer şartları ise namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmektir. Bunlar, İslam’ın beş temel şartıdır.
Esasında Müslümanların ibadet etmek için her yıl hacca gittikleri Kâbe başlangıçta Müslümanlar tarafından yapılmış bir yer değildir. İslam inanışına göre ilk olarak burası Adem tarafından yapılmış, fakat daha sonra bir tek temelleri geriye kalan Kabe’yi Hz. İbrahim ve oğlu İsmail yeniden inşa etmişlerdir. Esasta ise Kâbe, çok eski bir tapınaktır. Tam olarak ne zaman inşa edildiği bilinmemekle birlikte İslam öncesinde Arap toplumun kutsal saydığı bir mekândır ve içinde birçok tanrı ve tanrıça heykelinin, yani putun bulunduğu bir tapınaktır. Hatta İbrahim, İsmail, İsa ve Meryem’e ait figürlerde içinde bulunmuştur. Çok tanrılı Arap toplum geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Bu tapınaktaki tanrılar içerisinde en güçlüsü Al-İlah’tır ve Al-İlah Güneş’le evlidir (Allah kavramlaştırmasının İslam öncesi Arap toplumunun bu tanrı inancından gelme olasılığı da çok yüksektir). Bu evlilikten de Lat, Menat ve Uzza adında üç kızları varır, yani üç tanrıça. Uzza Arabistan’ın bereket tanrıçasıdır, Menat yaşça en büyük olandır ve kader tanrıçasıdır, Lat ise kader, bereket ve kısmet tanrıçasıdır. Arap toplumu bu tanrıçaları koruyucu olarak görmekte ve ruhlarının topluma yön verdiğine inanmaktaydılar. Hz. Muhammed burada da bir reform yapar. Kâbe yeni bir ibadet, inanç yerine dönüştürülür. Bu şekilde günümüze kadar da gelir, bilindiği gibi her yıl dini bayramlarda Müslümanlar iki kez yönlerini Kâbe’ye çevirir, hacca giderler. Hac dönemlerinin dışında da yine insanlar buraya ibadete giderler, buna da umre denir. Umre zaten ziyaret etmek demektir, yani Müslümanlar hac süreçleri dışında da burayı ziyaret ederek tavaf eder, yani ibadet ederler. Kökleri çok eski pagan inançlarına dayalı olan bu mekân, İslamiyet tarafından reforme edilerek Müslümanların en temel kutsal mekânı ve hac ibadeti yerine dönüştürülmüştür. Özellikle Kâbe’nin duvarında bulunan kutsal sayılan siyah bir taş olan Hacerü’l-Esved’e Müslümanlar hac ibadeti esnasında ulaşmaya çalışırlar. Bu taşın esasında bir meteor parçası olduğu belirtilmektedir, fakat eskiden insanların gökten düşen bu göktaşına anlam verememeleri ve tanrının bir sebepten dolayı göndermiş olduğunu düşünmeleri kutsal saymalarını getirmiş ve tapınaklarında özel bir yere sahip olmasını getirmiştir. Bu gelenek İslam’a da geçmiş, hatta Hz. Muhammed bu taşın yeryüzüne cennetten gelmiş tek şey olduğunu söylemiş ve dahası bu taşın esasında beyaz olduğu, günahkârların günahlarından kaynaklı karardığını belirtmiştir. Aslında fena fikir değil, en azından doğaya, taşa canlıcılık atfetmiş.
Kâbe İslam öncesinde tanrıça inancı temelinde kutsal bir mekân olarak kabul edildiği gibi, aynı zamanda insanların güneşe tapınmak için inşa ettikleri bir tapınaktır da. Namazın güneşin doğduğu yönü doğru kılınması da bu güneşe tapınma geleneğinden gelmektedir. Bu anlamda namazın kökeni güneşe tapınmaktan geliyor, güneşe tapınan insanlar güneşin önünde eğilip secdeye giderek ibadet etmişlerdir. İslamiyet’teki namaz ibadeti de esasta bu geleneğin yeni bir inançla yoğrulup sürdürülmesidir. Nitekim namazın yönü kıbledir, kıble ise Kâbe’dir. Kıble ismi ise tanrıça Kibele’den gelmektedir. Yani öncesinde insanlar ibadetlerini burada yönlerini Kibele’ye dönerek gerçekleştirmişlerdir. İslamiyet’in yaptığı var olan ibadet biçimini ve amacını kendisine uyarlamaktır.
Zekât ise esasta bir neolitik kültürüdür. Neolitik dönemde malın, gıdanın fazlası dağıtılır, paylaşılır, armağan olarak verilirdi. Bu, komünal ekonomi anlayışının bir kültürüdür, dünyanın farklı toplumlarında farklı biçimlerde bu gelenek sürdürülmüştür. Amerika yerlilerindeki potlaç geleneği, kula döngüsü gibi gelenekler bunun farklı toplumlardaki uygulama biçimleridir. İslamiyet bu kurallarla toplumdaki bozulmaların, aşırı mal-mülk edinme yaklaşımının, paylaşmamanın önüne geçmeye çalışmış, toplumda eski ortaklaşmacı geleneği biraz da bu biçimiyle canlandırmak, ahlaki toplum yaklaşımını geliştirmek istemiştir. Yine oruç tutmak da ahlaki toplum geleneğiyle bağlantılıdır. Oruç, nefs terbiyesi amaçlıdır. İnsanın bedenini, düşüncelerini ve ruhunu terbiye etmesi temelinde esasında açgözlülük ve nefsin kirlenmesine karşı bir barajlamadır. Nitekim oruç Yahudilik, Hristiyanlık ve diğer inanç sistemlerinde de zamanı ve biçimi farklı olmakla birlikte uygulanan bir ibadettir. İslamiyet tüm bunlardan da alarak uygulamaya koymuştur.
Bunun yanı sıra İslamiyet’te bir de imanın şartları da vardır bunlar 6 şarttır. Bunlar da Allah’ın varlığı ve birliğine, meleklere, kutsal kitaplara (Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran), Adem’den Muhammed’e tüm peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak şeklindedir. Ahiret, cennet ve cehennem kavramları diğer dinler gibi İslamiyet’te de temel bir rol oynar. Cennet-cehennem ve ahiret inanışı diğer iki dinle hemen hemen aynıdır, yalnızca tek farkı bu kez cennette gidecek olanlar günahsız olan ile tüm günahlarından arınmış Müslümanlar ya da cennete cezalarını çektikten sonra gerçeğe, yani İslam’a yüz çevirenler olacaktır. Kadere inanmak ise Levh-i Mahfuz’da yazılana boyun eğmeyi gerektirir. Levh-i Mahfuz, Allah’ın tüm insanların, her şeyin kaderini yazdığı levhadır, kader kitabıdır. Buna göre hayır ve şer de Allah’tan gelmektedir, Allah’ın iradesi olmadan hiçbir şey gerçekleşmez. Bu nedenle de her şey için Allah’a şükretmek, ondan geldiğini bilmek gerekir. Zaten İslam bir teslimiyet dinidir, bu açıdan Levh-i Mahfuz’da yazılana boyun eğmek, Allah’tan gelen her şeye teslim olmak demektir. Bu kadercilik anlayışı Ortadoğu toplumlarını en derinden etkileyen, değişim dönüşümün önünü tıkayan, toplumsal mücadeleleri gerileten temel hususlardan biri olmaktadır. Mutlak ve sabit olan kaderin değişmemesi anlayışı, arayışları dondurmuş, mücadeleleri sekteye uğratmış, itaatkâr ve tabi olmayı getirmiştir.
Tüm bunlarla bağlantılı olarak İslamiyet’in ve Muhammed’in kadın yaklaşımı nedir? En fazla tartışılan ve farklı yorumlara açık olan konulardan biridir bu. Muhammed’in 19 veya 24 kadınla evlendiği belirtilmektedir. Bunun dışında birçok cariyesinin de olduğu bilinmektedir. Bunun sebepleri farklı bakış açılarından çok değerlendirilen, tartışılan bir konudur. Aynı zamanda eleştirisi de en fazla yapılan konulardan biridir. Elbette ki bu konuya yönelik değişik görüşler bulunmaktadır. Kimisi bu evliliklerin kabile ihtiyaçlarına göre planlanan, kabileler arası ittifak geliştirme amacı taşıdığı, politik evlilikler olduğunu; kimisi özellikle dul kadınlarla evlenmesinin kadınlara yeni bir yaşam şansı verme amacıyla yapıldığını; kimisi ise evlilikten evliliğe fark gösterdiğini, bazıları politik, bazıları acıma, bazıları zinayı engelleme, bazıları özellikle savaşta eşi ölen kadınlara yardım etme temelli olduğunu; kimisi ise mal, statü ve cinsel amaçlı yapıldığını belirtmektedirler. Öncelikle bugünün koşulları ve bakış açısıyla konuya yaklaşmamak önem taşır. Özellikle o dönemin koşullarındaki Arap toplumunu göz önünde bulundurduğumuzda olaya daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekmektedir.
Muhammed’in ilk evliliğini Hatice’yle yaptığını, peygamberlik ilanında kendisine ilk inanan ve destek sunan kişinin (hatta belki de peygamberlik konusunda kendisini teşvik eden ve böyle bir öncülük yapmasına vesilen olan) Hatice olduğunu, Önderliğin bu konuda Muhammed’in Hatice’yle bir kadın devrimi yaptığını belirttiğini dile getirdik. İslamiyet öncesinde tümünde olmazsa bile Arap toplumunun bazı yerlerinde ve bazı kabilelerinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü gibi bir gerçeklik vardır. Fakat kızların toprağa diri diri gömülmesi genel bir durummuş gibi çoğu zaman değerlendirilir, fakat böyle değildir, bazı yerlerde ve kabilelerde bu yaşanmaktadır. Bunun yapılmasının sebebi o dönemde orada sürekli olarak kabileler arasında çatışmalar vardır. Bu çatışmalar erkek nüfusunu önemli oranda azaltır. Kız çocukları doğduğunda da bu nedenle toplumda ağırlık yarattığı düşünülerek istenilmemektedir. Hem savaşabilmek hem de ataerkil bir toplum ve zihniyetinin hâkim olmasından kaynaklı soy sürdürebilme amacıyla kız çocukları istenmez, kendileri için ağır bir yük olarak görürler. Bu nedenle diri diri toprağa gömme durumları yaşanmaktadır, gömülen bu kızlara mevude denilir. Bir aile kız çocuğunu gömdükten sonra o yerden uzaklaşmak, göç etmek durumundadır. Bu nedenle de çadırlarını toplayıp oradan göç ederler, bu tarz göçe de ved derler. Muhammed’in yaptığı en iyi işlerden biri bunun önüne geçmesidir. Toplumdaki bu durumu vicdani olarak kabul etmemekte, ahlaki olarak doğru görmemektedir. Bu nedenle peygamberliğini ve dinini ilan edince ilk olarak bunu yasaklar. Bu konuda kadın yaklaşımı olumsuz değildir. Evliliklerinin dile getirdiğimiz gibi birçok yönü bulunmaktadır. Hatice 619’da vefat edene kadar Muhammed başka bir kadınla evlenmemiştir, Hatice’ye karşı saygılı bir tutumu vardır. Üstelik Hatice, peygamberliğinde Muhammed’in danışmanı pozisyonundadır. Yaptığı diğer tüm evlilikler Hatice’nin vefatından sonradır. Hatice’den sonra yaptığı evliliklerinin birçoğu bu açıdan siyasi yönlü evliliklerdir, ittifak kurmak amacıyla gerçekleştirmiştir; diğer yönden ise savaşlarda birçok erkek ölmüştür, bu erkeklerin eşleri dul kalmıştır. Muhammedin evliliklerindeki ikinci yön de budur, dul kalan kadınlarla evlenmiştir, çünkü toplumda böyle kadınlar büyük zorluklar yaşamaktadır. Bu anlamda evliliklerinin bir siyasal yönü bir de toplumsal sorunlardan kaynaklı yönü bulunmaktadır.
Fakat yaptığı evlilikler içerisinde en fazla tartışma konusu olan ve eleştirilen dört evlilik vardır. Bunlar Ayşe, Zeynep, Safiyye ve Cüveyriye ile olan evlilikleridir. Ayşe, amcası ve birinci halife olan Ebubekir’in kızıdır, Ayşe’ye 6 yaşındayken nikâh kıyılır ve 9 yaşına geldiğinde de evlilik gerçekleştirilir. Tamamıyla siyasi bir evliliktir. Ebubekir’i bir güç olarak yanına almak ve desteğini sağlamak için daha 6 yaşındaki kızı Ayşe’yle nikâh kıyar. Bu nedenle de bu evlilik çok tartışılmaktadır. Bilindiği gibi sıcak iklimlerde, yine Arabistan’da günümüzde de kızlar çok erken yaşta buluğ çağına girerler. Bu durum bir de ataerkil zihniyetin ağır olduğu bir toplumsal gerçeklikle de tamamlanınca sonuç kızların daha çocukken evlendirilmesiyle son bulmaktadır. Bu nedenle çocuk yaşta kızların evlendirilmesi Arap toplumlarında oldukça yaygındır, bir gelenek olarak oturmuştur, günümüze kadar da bu gelmiştir. Fakat Ayşe’yle yapılan evlilikte daha altı yaşındayken nikâh kıyılması siyasal bir evlilik olmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonra halifeleri olacak olan Hz. Ömer’in kızı, Hz. Osman’ın kız kardeşi ve yine dört halifeden sonra Emeviler döneminde halife olacak olan Muaviye’nin kız kardeşiyle de yaptığı evlilik siyasal evliliklerdir. Dahası Osman’la kızı Rukiye’yi Osman’ın Müslüman olması şartıyla evlendirmiştir, Osman Müslümanlığı kabul etmesi karşılığında kızı Rukiye’yle evlenmiş, Rukiye vefat edince de Muhammed’in diğer kızı Ümmü Gülsüm’le evlenmiştir. Osman’ın Emevi kabilesinden olmasından kaynaklı ittifak, destek bulmak amacıyla kızlarını Osman’la evlendirmiştir. Hz. Ömer’in kız kardeşiyle olan evliliği de aynı amaçladır. İslam tarihinde de dile geldiği gibi Ömer çok güçlü ve etkin bir kişiliktir Arap toplumu içerisinde, Ömer’in desteğini almak, ittifak kurmak bu nedenle önemlidir. Ömer’in kız kardeşi ile olan evliliği de bu ilişkiyi güçlendirme temellidir. Kendisine en fazla karşı çıkan ve İslamiyet’i başlarda reddeden Muaviye’nin kız kardeşiyle evliliği de çok güçlü ve zengin olan Emevi ailesinden destek almak amacıyladır. Bunlar hep siyasal evliliklerdir. Birçok evliliği esasta bu şekildedir.
Yine savaşlarda ölenlerin dul eşleriyle gerçekleştirdiği evlilikler var. Ama bunun yanında cihat yaptıklarında savaşlarda ganimet olarak getirdikleri kadınlar var; ganimet olarak getirilen bu kadınlardan Mariye adında Kıpti ve Reyhane adında Yahudi olan iki kadın Muhammed’in cariyeleridir. Muhammed’in yoğun eleştiriler aldığı durumlardan biri de budur. Cüveyriye ise Müslümanlığı reddeden bir kabiledendir, Müslümanlarla bu kabile arasında yapılan savaşta Cüveyriye’nin eşi öldürülür ve kendisi de Müslümanların eline esir düşer. Esaretten kurtulmak için Muhammed’den yardım ister ve Muhammed fidyesini ödeyerek kendisiyle evlenir. Safiyye ise Medine’deki Yahudi bir ailedendir, Yahudilerle Müslümanlar arasında yapılan savaşta babasını, eşini ve kardeşini kaybeder. Ganimet paylaşımında ise Muhammed’in payına düşer. Elbette ki tüyler ürpertici bir durum ve bu nedenle de bu evlilikler hem oldukça tartışmalık hem de haklı olarak yoğun eleştiri alan evliliklerdir. Özellikle savaş sonucu veya ganimet yoluyla yapılan evlilikler daha çok gasp biçiminde gerçekleştirilen evliliklerdir.
Ama Muhammed’in tüm evlilikleri içerisinde en fazla tartışmalık olan ve yoruma hepsinden daha fazla açık olan evliliği amcasının kızı ve azadlı kölesi aynı zamanda evlatlığı Zeyd’in eşi olan Zeynep’le olan evliliğidir. Zeynep’i Zeyd’le evlendiren kişi Muhammed’dir. Rivayete göre Zeynep bir gün yıkanırken Muhammed kendisini görür. Zeyd, Muhammed’in Zeynep’i görüp etkilendiğini fark eder, zaten daha önce Zeyd’in köle, Zeynep’in ise Muhammed’in amcasının kızı ve eşi olmasından kaynaklı aralarındaki statü farkı sürekli olarak ikisi arasında anlaşmazlıklara neden olmaktadır. Zeynep bu evliliği hazmetmemiştir. Zeyd, Muhammed’in eşinden etkilendiğini de fark edince Zeynep’i boşar ve her ne hikmetse Muhammed’e eşi Ayşe’yle oturduğu bir esnada Zeynep’le evlenmesini helal kılan bir vahiy gelir. Ahzap Suresi’nde geçen bu vahiyde Allah, Zeynep eşiyle boşanınca Muhammed’le evlendirdiklerini söyler. Böylelikle Muhammed gelen vahiyi geciktirmeden yerine getirerek Zeynep’le evlenir. Özellikle bu evliliğe ahlaki ve toplumun manevi değerleri açısından bakıldığında evet sonuna kadar sorunlu bir durum vardır ortada. Bu nedenle de Muhammed’in evlilikleri içerisinde Ayşe ve Zeynep’in evlilikleri en çok tartışmalık olan evlilikledir. Birincisi Ayşe’nin daha çocuk olmasından kaynaklı, ikincisi ise Zeynep’in Zeyd’in eşi olması ve Zeyd’in Muhammed’in evlenebilmesi için eşini boşaması açsından.
Fakat birçok kadınla evlilik bir tek Hz. Muhammed’e veya İslamiyet’e mi hastır, elbette ki değildir. Muhammed’in evlilikleriyle eleştiri konusu olması, Hristiyanlıkta veya Yahudilikte bunun örneklerinin hiç olmadığı anlamına gelmemektedir. Mesela kendisine Hristiyanlığı yaymayı temel görev bilen ve bu temelde fetihler düzenleyen koyu bir Katolik olan Kutsal Roma İmparatoru Kral Şarlman 500 kadınla evlenir, yani aslında harem kurar. Yine Yahudilerde Yakup ve Süleyman peygamberler örneği vardır. Yakup peygamber 4 kadınla evlenir, üstelik bu kadınların dördü de kız kardeştir ve Yakup adeta bu kadınlara el koyup, gasp ederek evlenir. Süleyman ise 700 kadınla evlenmiştir. Poligami, yani çok eşlilik İslam’la başlamamıştır, bir tek İslam’a özgü değildir. Ataerkilliğin ve hanedanlık kültürünün gelişiminden sonra uygulamaya giren durumdur. Egemen erkek toplumunun oluşumuyla bağlantılıdır. Günümüze kadar da poligami toplumun koşullarına ve yerleşik kültüre dayalı olarak farklı biçimlerde yaşanmaktadır. Mesela Tibet’te poliandri uygulanmaktadır. Poliandri bir kadının birçok erkekle evlenmesidir, polijini ise bir erkeğin birçok kadınla evlenmesidir. Tibet’te kadın nüfusu çok az olduğu için birkaç erkek kardeş bir araya gelip bir kadınla evlenmektedir. Yani her bir kadının 3-4 eşi vardır. Söylemek istediğimiz bu tarz çok eşli evlilikler bir tek İslamiyet’te yoktur. Nitekim dinlerin aydınlık ve karanlık yönlerinin olduğunu belirtmiştik, işte dinlerde açığa çıkan bu yön devletçi-iktidarcı uygarlıkla bağ içerisinde olan yönüdür, yani karanlık olan yönüdür. Kadına yönelik bu uygulamalar bir ataerkil uygarlık uygulaması olarak ortaya çıkmıştır. Dinler, İslamiyet de bu çizgiyi takip etmiştir.
İslamiyet’e kadına yönelik yaklaşımına ilişkin esas olarak eleştirilmesi ve değerlendirilmesi gereken yön, Muhammed’in dört kadınla evliliği helal kılması, bunu şeriat kanunlarına bağlanması ve günümüze kadar da İslami toplumlar içerisinde kadınların başında bu durumun bir kılıç gibi sallanmasıdır. Üstüne üstlük bir erkek dört kadınla evlendikten sonra, bu dört kadınla yetinmezse bu kadınları boşayıp yeniden aynı şekilde evliliklerde yapabilmektedir. Yani aslında harem kültürünün farklı bir şekilde sürdürülmesi yaşanmaktadır. Hatta resmi olarak dört kadınla evlilik, ama bunun yanında gayri resmi ilişkiler de olmaktadır. Bir de muta evlilikleri vardır. Müslümanlığın Şii mezhebine bağlı toplumlarında muta evlilikleri halen geçerlidir, İran’da çok yaygındır. Muta, bir erkeğin bir süre için bir kadınla belirli bir ücret karşılığında üç günlüğüne veya bir haftalığına ya da ister bir aydan altı aya veya yıllığına nikâh kıyıp yaşamadır. Muta, fuhşun dini nikâhla meşrulaştırılmasıdır esasta. Başlangıcında İslam’da bunun uygulandığı, hatta Muhammed’in de iki kez muta nikâhı kıydığı, fakat sonradan yasaklandığı belirtilir. Bu konuda mezheplerin görüş ayrılığı vardır, Sünnilik başlarda böyle bir nikâh türüne Muhammed’in izin verdiğini ve kendisinin de uyguladığını, fakat daha sonra Mü’minun suresinin 6. ve 7. ayetlerinde bunun kesin olarak yasaklandığını belirtir. Hatta Yahudilerle Müslümanlar arasında yapılan Hayber Savaşı esnasında Muhammed’in bunu kesin olarak yasakladığı, Ömer’in de halifeliği sürecinde yine yasak getirdiği ayetler, hadisler ve rivayetlerle ortaya konularak belirtilir. Demek ki o dönemde özellikle savaş esnasında kadınlara yönelik bu tür yaklaşımlar ve ahlaki sorunlar çok fazla baş göstermiştir, bu nedenle de kesin hükmüne bağlanarak yasaklanır. Fakat Şiiler bu görüşte değildir ve yasaklanmadığını belirtmektedirler, ancak tüm Şii toplumları da bunu uygulamaz, bazı Şii toplumları da bunu batıl bir uygulama olarak ele alır. Yalnız günümüzde bunun en yaygın uygulaması Şii olan Fars toplumudur, Sünnilik ise mutayı zina olarak ele alır.
İslamiyet’in kadına yönelik yaklaşımında bir diğer yön zina konusudur. Hristiyanlıkta zina bir tek kadına ait görülmemektedir. Yahudilik ve İslamiyet ise zinada esas yargılanan kadındır. Muhammed de İsa’ya bezer şekilde gözlerin haramdan sakınması gerektiğini belirtir, Kuran’da bu hem kadın hem de erkek için dile getirilir. Yine İslam’da birinin bir kadına iftira atması en büyük yedi günahtan biri sayılmaktadır ve iftira olduğu kanıtlanırsa iftira atan kişi öldürülür. Fakat zina olayında erkeğin öldürülmesi olayı nadirdir, zina yapan eğer kadınsa ölüm cezasına çarptırılabilir, eğer ölüm cezasına çarptırılmazsa da ömür boyu bir yerde kilit altında tutulma cezası verilebilir. Yani bir evde, bir yerde müebbet cezası alır. Bu açıdan zina her ne kadar hem erkek hem de kadın için yasaklanmışsa da, ama esas olarak yargılanan kadın olmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise Muhammed’in çıktığı süreçte Arap toplumunda zina çok fazladır, Muhammed bunun önünü almak istemektedir. Muhammed’in çok evlilik yapmasındaki bir diğer etken de budur. Evliliklerinin bazıları bunu önlemek amaçlıdır, yine buna bağlı olarak da dört evliliği helal kılmaktadır.
Nihayetinde kadın konusunda her üç dinin ortak yönü ikinci cinsel kırılmanın tek tanrılı dinlerle gerçekleşmesi ve uygulanmasıdır. İkinci cinsel kırılma Yahudilikle başlar, Hristiyanlıkla ivme kazanır, İslam diniyle iyice pekişir. Kadın artık toplumun tüm alanlarından tamamıyla atılır, adeta yok sayılır. Dört duvar arasına kapatılır, peçe altına gömülür. İslam dini kadın için çok katı kurallar koyar. Artık bir kadının elleri bile görülmemelidir. Yüzünü kimse görmemelidir, vücut hatları belirgin olacak şekilde giyinmemelidir, sesi kısık olmalı, erkeğin önünde saygılı, itaatkâr olmalıdır, erkeği memnu etmeli, böylelikle iyi bir mümin olmalıdır. Kadınlar erkeğin mülkü, tarlasıdır. Muhammed’in “kadınlar sizin tarlanızdır, onları istediğiniz şekilde sürebilirsiniz” deyişi kadının nasıl mülk olarak ele alındığını, görüldüğünü, erkeğin mülkleştirdiği toprak ve doğayla, mülkleştirdiği kadını nasıl bir ele aldığını, nasıl nesneleştirdiğini çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Muhammed’in ölümünden sonra Osman’la yaşadığı çekişme ve çatışmalar esnasında erkeğin egemenliğini, despotluğunu, toplumun kadına yönelik zulmünü, cinsiyetçiliğini çok net görüp tahlil ederek “Allah’ım beni bir kadın olarak doğuracağına bir taş olarak doğursaydın” der. Ayşe’nin bu sözünden özellikle o dönem Arap toplumundaki kadınların durumlarını çok iyi görmek mümkündür. O günden bugüne dek de çok fazla bir şey değişmemiştir kadına yaklaşım konusunda. Erkek kadından üstün bir varlık olarak yaratılmıştır zaten, Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden, onun bir yedeği olarak yaratılması zaten bunun göstergesidir. Bu nedenle erkek kadına hâkim olmalıdır. Kadının bedeni erkeğin mülkü ve namusudur. Uygarlığın kadına yönelik oluşturduğu zihniyet bu açıdan İslam dinine de olduğu gibi yansımış ve kutsal kitabında da dile gelmiştir. Buna yönelik Kuranı Kerim’de “Erkekler, kadınlar üzerine hâkim dururlar. Çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından kadınlara nafaka verirler. Onun için kadınlar itaatkârdırlar. Allah onları muhafaza buyurduğu şekliyle, onlara da (yani kocalarının yokluğu sırasında ırz ve mallarını) muhafaza ederler…” denilmektedir. Bu zihniyet esasında tüm dinlere hâkim olan zihniyettir, tüm feodal dönem boyunca da her üç dinde var gücüyle uygulanmıştır ve günümüze kadar da süregelmektedir.
Berfin Zînê
Kaynak: PAJK