HABER MERKEZİ –
Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Tarih ‘şimdi’ olduğu gibi şimdi’nin herhangi bir unsurunun da tarih olduğunu, sıkça vurgulamak durumundayım. Tarih ile şimdi arasında büyük kopukluk bırakılması, her yeni uygarlıksal yükselişin ilk giriştiği meşruiyet sağlayıcı ve kendini ‘ezel-ebed’ kılmayı amaçlayan propagandalarının sonucudur. Gerçek toplum yaşamında böylesi kopukluklar yoktur. Vurgulamak istediğim diğer bir husus, tarih evrensel kılınmadan yerel veya tekil bir tarih inşasının, anlam ifade edemeyeceğidir. Dolayısıyla inşa edildikleri andan itibaren başlayan iktidar ve devlet sorunu, çok az farkla günümüzün de sorunudur. Aralarındaki fark ise, zaman ve mekân koşullarının eklediği paylardadır. Farklılık ve dönüşüm kavramlarına bu anlamı yüklediğimizde, yorumlarımızdaki hâkikat payının artacağı açıktır. Farklılığı, dönüşümü ve gelişmeyi küçümseme veya önemsiz saymanın sakıncalarını iyi görmek gerekir. Evrensel Tarihten yoksunluk ne denli körelticiyse, tarihsel gelişmeyi farklılık ve dönüşümden yoksun saymak ve hep tekerrürden ibaretmiş gibi ele almak da o denli gerçeği perdeleyicidir. İndirgemeciliğin bu iki biçimine düşmemek büyük önem taşır.
Günümüz açısından iktidar ve devlet konusunda yapılabilecek ilk tespit, toplum üstünde ve içinde olağanüstü bir hacim kazanmış olduklarıdır. 16. yüzyıla kadar hükümranlık, hem de göz alıcı ve korkutucu biçimiyle daha çok toplumun dışında inşa edilmişti. Çağlar boyunca uygarlık, bu yönlü çok çarpıcı biçimlere tanıktır. İktidarın resmi ifadesi olarak devlet, sınır çizgilerini özenle çizmişti. Devlet ile toplum arasındaki fark ne kadar keskin çizilirse o kadar yarar sağlayacağı umuluyordu. Daha toplum içi bir olgu olarak iktidarda bile çizgiler açık seçikti. Erkek karşısında kadının, yaşlılar karşısında gençlerin, aşiret reisi karşısında aşiret üyelerinin, mezhebin ve dinin temsilcisi karşısında mümin cemaatin duruş çizgileri, çok net kurallar ve adapla belirlenmişti. Ses tonlarından yürüyüş ve oturuşlarına kadar iktidar otoritesi, yönetme ve yönetilme konusu ayrıntılı kurallara bağlanmıştı. Şüphesiz toplum karşısında daha az olan iktidar ve devletin kendini hissettirmesi açısından otoritelerinin bu biçimde tesis edilmesi anlaşılırdır. Bu kurallar, meşruiyet araçları olarak rol oynar, eğitim ve buna göre hizmet sunarlardı.
Avrupa uygarlığındaki iktidar ve devlet otoritelerinde meydana gelen köklü dönüşümün nedeni, iktidarın ve devletin giderek hızlanacak biçimde toplumun tüm gözeneklerine sızma ihtiyacını duymalarıdır. İktidarın genişliğine ve derinliğine yayılmasında rol oynayan iki temel etkenden bahsetmek mümkündür. Birincisi, sömürülen kitlenin büyümesidir. Yönetim büyütülmeden sömürü gerçekleşemezdi. Büyüyen sürünün çok sayıda çobana ihtiyaç duyması gibi devlet bürokrasisinin şişmesi de bu olgunun açık kanıtıdır. Dış savunma gücünü devasa büyütmüş yönetimin, içerde toplumu bastırma ihtiyacını da buna eklemek gerekir. Savaşlar her zaman bürokrasi doğurmuştur. Ordunun kendisi, en büyük bürokratik örgüttür. İkinci etken, toplumun artan bilinci ve direnmesidir. Avrupa toplumunun gerek sömürüyü derinden yaşamamış olması gerekse sürekli direnmesi, iktidar-devleti daha hacimli olmaya zorlamıştır. Burjuvazinin aristokrasiye, işçi sınıfının her ikisine karşı mücadelesi, Avrupa’da iktidar ve devletin daha derinleşmiş tarzda inşa edilmesini gerektirmiştir. Burjuvazinin, tarihte belki de ilk defa bir orta sınıf olarak devletleşmesi, iktidar ve devletin konumuna büyük değişiklik getirmiştir. Toplumun içinden doğan bir kütlenin devletleşmesi dolayısıyla artan iktidar olayı, kendisini toplum içinde örgütlemek zorunda bırakmıştır.
Burjuvazi, kendini dıştan iktidar ve devlete hükümran kılamayacak kadar büyük bir sınıftır. Bu sınıfın devletleştikçe kendini içte toplumsal çatışma içerisinde bulacağı açıktır. Sınıf çatışması denilen olgu, bu gerçeği açıklar. Burjuva ideolojisi olarak liberalizm, bu soruna çözüm bulmak için bin dereden su getirir. Fakat geçen sürede yaşanan şey, devlet ve iktidarın daha da büyümesi ve bürokratik kanserleşmedir. Toplumda devlet ve iktidar ne kadar büyürse o kadar iç savaş var demektir. Avrupa toplumunda gelişen en temel sorun, baştan itibaren bu nitelikte olmuştur. Büyük anayasa, demokrasi, cumhuriyet, sosyalizm, anarşizm mücadeleleri, iktidar ve devletin oluşum tarzıyla yakından bağlantılıdır. Günümüze doğru bulunan en gözde çare, kesin anayasal kurallara bağlanmış temel insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasidir. Kalıcı bir çözümden ziyade devlet ve toplum, iktidar üzerinde uzlaşmaya zorlanarak, eskinin büyük kavgalı dönemi aşılmaya çalışılmaktadır. İktidar ve devlet sorunu çözümlenmemiş, sadece sürdürülebilir bir konuma taşınmıştır.
Daha yakından bakılınca milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve çeşitli bilimciliklerle toplum, iktidar ve devletin iç içeliği geliştirilerek, “herkes hem iktidar hem toplumdur hem devlet hem toplumdur” paradigmasına çekilerek, ulus-devletin sürdürülmeye çalışıldığı görülmektedir. Böylece içte sınıf savaşı bastırılıp, dışa karşı savunma pozisyonu hep açık tutularak, burjuva ulus-devletin çözümü bulunmuş varsayılmaktadır. Dünya çapında denenen, sorun çözmekten ziyade bastırma yöntemlerinin en belli başlısı, bu olmaktadır. Ulus-devletin kendisinin azami devlet ve iktidar olmasının faşist niteliği en açık biçimde Alman faşizminde gözlemlendi.
Ulus-devletin ilk örneği, Hollanda ve İngiltere’nin İspanyol İmparatorluğu’na karşı direniş sürecinde kendini gösterdi. Ulus-devlet, tüm toplumu düşman dediği dış bir güce karşı seferber ederek iktidarının meşru gerekçesini yarattı. Avrupa’da ulusal toplum olma doğrultusundaki gelişme, başlangıçta nispeten olumlu öğeler taşımaktaydı. Ama bu uluslaşmanın, daha doğuşunda sınıfsal sömürü ve baskıyı perdeleme görevi gördüğü açıktı. Ulus-devlet, kesinlikle burjuva sınıfının etiketini taşır. Bu sınıfın devlet modelidir. Daha sonra Napolyon seferlerinin bu modeli, Fransa’da daha da güçlendirmesi, Avrupa çapında yaygınlaşmasına yol açtı. Alman ve İtalyan burjuvazisinin geri kalmış olması ve ulusal birliği yaratma konusunda yaşadığı zorluklar, daha milliyetçi politikalara yönelmelerini beraberinde getirdi. Dışta işgal tehlikesi, içte aristokrasi ve işçi sınıfının sürüp giden direnişleri, burjuvaziyi şoven milliyetçi devlet modeline sarılmaya zorladı. Yenilgi ve bunalım, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, birçok ülkeyi ‘ya sosyal devrim ya faşizm’ ikilemine çekti. Kazanan faşist devlet modeli oldu. Belki Hitler, Mussolini ve benzerleri yenildiler fakat sistemleri kazandı.
Ulus-devlet, öz itibariyle toplumun devletle, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak tanımlanabilir ki, faşizmin tanımı da budur. Doğal olarak ne devlet toplumlaşır ne de toplum devlet olabilir. Ancak topyekûncu (totaliter) ideolojiler böyle bir iddiada bulunabilirler. Bu iddiaların faşist niteliği bilinmektedir. Faşizm, bir devlet biçimi olarak, her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir. Bunalım bünyesel olduğundan, yönetim biçimi de bünyeseldir. Adı ulus-devlet yönetimidir. Finans Kapital Çağının bunalımının zirve yapmasıdır. Günümüzde küresel düzeyde zirve yapan kapitalist tekelin devleti de en gerici zorba döneminde genel olarak faşisttir. Her ne kadar ulus-devletin çöküşünden bahsediliyorsa da yerine inşa edilenin demokrasi olacağını iddia etmek, safdillik olur. Belki de hem makro küresel hem de mikro yerel faşist siyasi oluşumlar gündemdedir. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasya’da olup bitenler dikkat çekicidir. Güney Amerika ve Afrika, yeni deneyimler arifesindedir. Avrupa, reform yoluyla ulus-devlet faşizminden uzaklaşma peşindedir. Rusya ve Çin’in durumlarının ne olacağı belli değildir. Süper Hegemon ABD, her devlet biçimiyle alışveriş halindedir.
Açık ki iktidar ve devlet sorunu, en ağırlaşmış dönemlerinden birini daha yaşamaktadır. ‘Ya demokratik devrim ya faşizm’ ikilemi gündemde olup, en can alıcı haliyle önemini korumaktadır. Sistemin tüm bölgesel ve merkezî BM örgütlenmesi, işlevsel olamamaktadır. Uygarlığın en küresel döneminde zirve yapan Finans-Kapital, bunalımı en çok azdıran sermaye kesimi rolündedir. Finans-Sermaye Tekelinin siyasi-askeri karşılığı, topluma karşı yoğunlaştırılmış savaştır. Dünyanın birçok cephesinde yaşanan gerçeklik budur. Dünya Sisteminin yapısal bunalımından hangi siyasi ve ekonomik oluşumların çıkacağı kehanetle değil entelektüel, siyasi ve ahlaki çalışmaların düzeyiyle belirlenebilir.
Kapitalist Modernitenin en sanal sermaye tekeli olan Finans-Kapital Çağında toplum, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dağılmayla karşı karşıyadır. Toplumun politik ve ahlaki dokusu paramparça edilmiştir. Yaşanan, soykırımdan da ağır bir toplumsal olgu olan ‘toplumkırımdır’. Sanal sermayenin medya egemenliği, İkinci Dünya Savaşında gördüğümüzden daha ağır bir toplumkırım yürüten silah konumundadır. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik ve sanatçılık (spor, dizi vb.) toplarıyla yirmi dört saat boyunca toplumu vuran medya karşısında toplum nasıl savunulabilir?
Medya da bir nevi ikinci analitik akıl gibi toplum üzerinde işlevseldir. Nasıl ki analitik akıl kendi başına iyi veya kötü değilse, medya da kendi başına nötr bir araçtır. Her silahta olduğu gibi rolünü kullanan belirler. Hegemonik güçler, her zaman en etkili silahlara sahip oldukları gibi medya silahının da hâkim gücüdürler. Medyayı ikinci analitik akıl gibi kullandıklarından, toplumun direnme gücünü etkisizleştirmede çok etkilidirler. Bu silahla Sanal Toplum inşa ediliyor. Sanal Toplum, toplumkırımın başka bir biçimidir. Ulus-devleti de toplumkırım biçimlerinden biri saymak mümkündür. Her iki biçimde de toplum, kendisi olmaktan çıkarılıyor, yönlendiren tekelin bir aracına dönüştürülüyor. Toplumsal Doğa’yı basite almak çok tehlikeli olduğu gibi kendisi olmaktan çıkarmak da sınırı belli olmayan tehlikelere açık tutmak anlamına gelir. Finans-Sermaye gibi Sanal Tekel Çağı da ancak kendisi olmaktan çıkmış toplumla var olabilir. İkisinin aynı dönemde ortaya çıkması rastlantı olmayıp, birbirleriyle bağ içindedir. Ulus-devletin kendisi olmaktan çıkardığı (kendisini ulus-devlet sanan) toplumla medyanın baştan çıkardığı toplum, tam anlamıyla yenik toplumdur ve bu toplumların enkazından başka şeyler inşa edilmektedir. Böylesi bir toplumsal çağı yaşadığımızdan kuşku duyulamaz.
Sadece en sorunlu toplumu yaşamıyoruz, bireyine de hiçbir şey vermeyen toplumda yaşıyoruz. Yaşadığımız toplumlar sadece ahlaki ve politik dokularını kaybetmiş değiller, varlıkları da tehdit altındadır. Sorun değil kırım tehlikesi yaşıyorlar. Eğer günümüzde sorunlar, bilimin tüm gücüne rağmen sürekli büyüyüp derinleşiyor ve kansere dönüşüyorsa, o zaman toplumkırım sadece varsayım değil gerçek bir tehlike demektir. Ulus-devlet iktidarının toplumu koruduğu iddiası ise, en büyük yanılsamayı yaratıp tehlikeyi adım adım gerçek kılıyor. Toplum, sadece sorunlarla değil kırımla karşı karşıyadır.