BEHDİNAN – 12 Eylül 1980 faşist askeri cuntasının yıl dönümünü değerlendiren PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, 12 Eylül darbesinin tüm topluma karşı yürütülen kapsamlı bir karşı devrim olduğunu belirtti.
12 Eylül cuntasının 43’üncü yıl dönümüne ilişkin Medya Haber televizyonunun sorularını yanıtlayan Cemal Şerik, 12 Eylül’ün geçmişte kalmış bir yaşanmışlık olmadığını kaydederek, AKP faşizminin darbenin kurumsallaşmış hali olduğunu kaydetti.
“15 Ağustos gerilla eylemi 12 Eylül faşizmine karşı cepheden bir savaştır” diyen Cemal Şerik, “12 Eylül’den öncesi dönemde TC kurulduğunda önüne koymuş olduğu bu hedefe ulaşamayacağı açığa çıkmıştı. Devlet, 12 Eylül faşizmiyle ulus-devletinin kurumsallaştırmayı hedefledi” dedi.
12 Eylül askeri faşist cuntası 42’nci yılını tamamlıyor. Geride kalan 42 yıla baktığımızda 12 Eylül Türkiye ve Kürdistan toplumu üzerinde nasıl bir etki yarattı?
Öncelikle 42 yıldır 12 Eylül faşizmine karşı en önde mücadele eden, ona karşı direnişi örgütleyen ve bu güne kadar da yürütülen bu mücadeleyi daha ileri safhalara taşıyan Önder APO’yu selamlıyorum. Önder APO nasıl 12 Eylül’e karşı en büyük direnişi gerçekleştirmişse, en büyük mücadeleyi yürütmüşse ve onu darbeleyen güçlü adımların atılmasında ve hamlelerin geliştirilmesinde öncülük etmişse bugün de o rolü oynamaya devam ediyor. Önder APO rehin olarak mutlak tecrit koşullarında geliştirdiği mücadeleyle 12 Eylül faşizminin bugünkü hali olan AKP-MHP faşizmine karşı mücadelede de önderlik ediyor. Önder APO nasıl ki 12 Eylül faşizmine karşı mücadelede öncülük ederek bugüne taşımışsa; bugünkü koşullarda da İmralı direnişiyle hem düşmanı darbeliyor, hem de mücadeleyi daha ileriye taşımanın koşullarını yaratıyor. Önder APO bu mücadelenin temsilciğini ve öncülüğünü yapıyor. O nedenledir ki, sömürgeci soykırımcı sisteme karşı günümüzde verilen savaş asıl olarak İmralı’da yürütülüyor. İmralı’da yürütülen bu savaş da dalga dalga tüm alanlara yayılıyor. 12 Eylül faşizmine karşı yürütülen mücadele nasıl ki geçmişte belli sonuçlara ulaşmışsa, bugün de yürütülen direniş belli sonuçlarıyla 12 Eylül faşizminin devamı olan AKP-MHP faşizmini an be an çöküşe götürüşün koşullarını, imkanını yaratıyor. O nedenledir ki 12 Eylül’ün yeni bir yıldönümüne girerken, onun bugünkü hali olan AKP-MHP faşizmine karşı mücadelenin sorumluluğuyla, Önder APO’yu selamlamak istiyorum.
BEDENLERİYLE DARBEYE KARŞI DİRENENLERE SAYGI…
43’üncü yılına girdiğimiz 12 Eylül’ün yıldönümünde askeri faşist diktatörlük tarafından katledilen tüm devrimcileri burada saygı ve minnetle andığımı belirmek isterim. Tabi 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü önceki süreçlerde yaşanan askeri darbelerden farklı yönler içeriyor. O nedenle de yarattığı sonuçlar hem 12 Mart, hem de 27 Mayıs darbelerinden biraz farklılık gösteriyor. Devrimci mücadele açısından yarattığı sonuçlar itibariyle de böyle bir anlam ifade ediyor. O nedenledir ki, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünü değerlendirirken neden olduğu sonuçlarla birlikte ele almak bizi en doğru bir sonuca götürür. Tabi 12 Eylül’e nasıl gelindi, hangi koşullarda gelindi, tabi bunlar üzerinde elbette belirtilmesi gereken hususlar var. Fakat bunlara da değinmeden önce 12 Eylül askeri faşist darbesinin idam sehpalarında katledilen Erdal Eren’i, Necdet Adalı’yı, Mustafa Özenci’yi, Hıdır Aslan’ı ve bunların şahsında idam edilerek katledilen tüm devrimcileri saygıyla anıyorum. Yine 12 Eylül’ün işkence tezgahlarında katledilen devrimciler vardı onları da saygı ile anıyorum. Sait Şimşek, İbrahim Yılmaz, Asker Demir şahsında yine o dönemde işkence tezgahlarında yaşamlarını kaybedenleri buradan saygı ile anıyorum. Bununla birlikte 12 Eylül’ün zindanlarında şehit düşenler oldu. Mazlum Doğan, Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Mehmet Fatih Öktünmüş ve bunların şahsından da yine zindanlarda şehit düşmüş tüm devrimci yoldaşları saygı ile minnetle andığımı belirtmek isterim.
‘12 EYLÜL’Ü HEDEFLERİYLE BİRLİKTE ELE ALMAK GEREKİR’
Şimdi 12 Eylül değerlendirildiği zaman tabi geçmişte yaşanmış bir süreç, bir dönem olarak ele almak doğru bir yaklaşım olamaz. 12 Eylül’ün 43’üncü yılına giriyoruz. Demek ki 12 Eylül 43 yıldır devam ediyor. Bundan sonra da varlığını ne kadar devam ettireceği de tamamıyla devrimcilerin, demokratlarıni sosyalistlerin geliştireceği mücadeleye bağlı. O nedenledir ki 12 Eylül ele alındığı zaman yaşanmış bir süreçmiş gibi değerlendirmek bizi doğru sonuçlara götürmez. 42 yıl önce gerçekleşti ama 42 yıldır da kendi hükmünü icra ediyor. Kendisini kurumsallaştırıyor. Hatta işte 2023 projesi, 2071 projesi gibi projelerle de kendini daha da ileri süreçlere taşıma yaklaşımı içerisinde de bulunuyor. Tabi bu da 12 Eylül’ü önüne koymuş olduğu hedeflerle birlikte ele almayı gerekiyor. 12 Eylül’ün hangi koşullarda geldiğine dair, tabi daha önce değerlendirmeler yapıldı, belirlemeler yapıldı. Onların burada bir tekrarını yapmak doğru değil. Siyasi ve askeri sonuçları bugün devam eden bir süreci de anlatıyor. Fakat bununla birlikte üzerinde çok daha fazla durulması gerekenler de var.
‘12 EYLÜL TOPLUM KIRIM TEMELLİ BİR KARŞI-DEVRİMDİR’
Bunların başında da 12 Eylül’ün askeri ve siyasal bir karşı-devrim olduğu kadar, aynı zamanda topluma karşı yürütülen bir karşı-devrim özelliğine sahip olmasıdır. 12 Eylül kendi varlığını topluma karşı gerçekleştirilen bu karşı-devrim üzerinden sürdürmek istemiştir. 12 Eylül gerçekleştiğinde, hatta daha öncesinde devrimcilere karşı doğrudan bir savaş başlatmıştır. Sokak başı infazlar gerçekleştirilmiştir, komplolar gerçekleştirilmiştir, katliamlar gerçekleştirilmiştir. Bunlarla 12 Eylül’ün koşulları hazırlanmıştır. 12 Eylül’le de bunların tamamı devrimcileri tasfiye etmeye yönelik saldırılara dönüştürülmüştür. Halkı pasifikasyona yönelik saldırılarla bu sürdürülmüştür. Bunula yaratmak istedikleri de halkı depolitize etmek ve yeni yetişen kesimi apolitikleştirmekti. Bunların zeminini de salt askeri ve siyasal yönelimlerle, saldırılarla sağlanmadı. En başta da toplumu yeniden şekillendirme yaklaşımı ortaya konuldu. Toplumu yeniden şekillendirirken ideolojik bir çerçeve oluşturuldu, siyasal bir çerçeve oluşturuldu, ekonomik bir çerçeve oluşturuldu. Buna göre de bir yaşam düzeni oluşturulmaya çalışıldı. Aslında bunların hepsini sağladığında da; 12 Eylül asıl hedefi olan kendi toplumsallığını yaratma gerçekleştirilmiş olacaktı. Bu 42 yıllık süreç içerisinde de hep bunu sağlamaya çalıştı. Hatta bugün de bu durum her yönüyle kendini gösteriyor. Aslında buna toplum-kırım da diyebiliriz. Yani 12 Eylül, kendi toplumsallığını toplum-kırım üzerinden yarattı. Buradaki toplum-kırım da toplumu toplum yapan tüm değerlerin ortadan kaldırılmasıydı. Toplumun ekonomiden uzaklaştırılması bunun bir parçasıydı, toplumun siyasetten uzaklaştırılması bunun bir parçasıydı, toplumun bilinçten uzaklaştırılması bunun bir parçasıydı. Bunlar gerçekleştiği zaman da aslında tam da onun yöneteceği sürüleştirilmiş bir toplum ortaya çıkartılacaktı.
12 Eylül’ün topluma karşı, toplum-kırım temelli siyasi-askeri bir karşı-devrim olduğunu ifade ettiniz. Toplum-kırım temelli bu özel savaş uygulamasını biraz daha açabilir misiniz?
Esasında 12 Eylül’ün hedefi sürüleştirilmiş bir toplum ortaya çıkartmaktı. Ve bu temelde de iktidarı ele geçirdiği andan itibaren bunun üzerinden durdu. Bu konuda da hiçbir şekilde de geri adım atmamaya çalıştı, onun tedbirlerini aldı, onun yasalarını çıkardı ve o şekilde topluma kurallar dayattı. Siyasetle ilgilenmeyeceksin dedi, ideoloji senin neyine dendi, ekonomik mücadeleymiş bunlar senin neyine denildi; sana ne söyleniyorsa onu yapacaksın, onu yaşayacaksın, onun gibi düşüneceksin, bunun ötesinde yapacağın farklı bir şey yok denildi. Farklı bir şey yapmaya çalıştığın zaman senin başını ezeriz, denildi. Eğer böyle olmasını istemiyorsanız bizim talimatlarımıza, her dediğimize harfi harfine uyacaksınız, denildi. Bu şekilde toplum yeniden şekillendirilmek istendi. Aslında o dönemde bunu ne kadar sonuca götürdükleri yönünde çeşitli verilerde var. Bilmem hatırlanır mı 1980’lerin o ilk yıllarında Ankara’da Ferhan Şensoy’un yönettiği bir tiyatro grubu vardı. Bu grup, Ankara Kızılay’da Nazi elbiseleri giyerek Nazi pazubantlarıyla kimlik kontrolü yaptı. Üzerinde Nazi üniforması ve pazubantları olduğu halde kimse çıkıp da “ne yapıyorsunuz?” diye sormadı. Bu bile 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün toplumu ne hale getirdiğine dair önemli bir veriydi. Tabi toplum sindirildiği zaman, her şey kabul ettirilir hale getirildikten sonra ona bazı sınırlar çizilmiş olundu. Toplumda, kafanı işlet sen de zengin ol, yani köşeyi dönmecilik, bilinç olarak verilmeye çalışıldı. Ne yapıldı? Faize hücum, denilerek toplumun elinde, avucunda ne varsa insanların elinden alınarak bankalara, bankerlere yatırıldı. Ardı sıra bankalar, bankerler iflas etti, olan da halka oldu. Ekonomik olarak bu öne çıktı. Toplum üretimden uzaklaştırıldı. 12 Eylül sonrası hayvan besiciliği önemli oranda çöküş noktasına geldi, tarım üreticiliği önemli oranda çöküş noktasına geldi, küçük esnaf iflası yaşar duruma geldi. Bir yandan tarım çökecek, diğer taraftan hayvancılık çökecek, öbür taraftan zanaatçılık ve küçük esnaf iflası yaşar duruma gelecek… O ülkenin kendisini dayandıracağı bir ekonomi nasıl ayakta kalacak? Ya da o toplum kendi kendine yeterliliğini hangi dinamiklerle sağlanabilecek? Orada tamamıyla toplum bitirilmek istendi. Fakat bir taraftan da ithal ekonomi adı altında sömüren bir kesim de oluşturulmaya başlandı. Kimi ithalat-ihracat yasaları çıkarılarak, tamamıyla dışa bağlı bir toplumun, yani ihtiyaçlarını kendisi karşılayamaz duruma getirilmiş bir toplum oluşturulmak istendi. Bunların hepsini bir araya getirdiğimiz zaman karşımızda toplum diye herhangi bir şey bırakılmadığını görüyoruz. 12 Eylül toplum-kırımı bu temelde başlattı. Nesilleri bu temelde eğitmeye başlattı. Örneğin okullarda eğitilen bilinç tamamıyla önceki eğitim sisteminin dışına çıktı. Türk-İslam sentezi esas alındı. Yani dönemin ideolojik argümanı olarak bu öne çıkartıldı. İdeolojisi olarak bu topluma verilmeye, yeni nesillere kavratılmak istendi.
12 Eylül’ün Türkçülük ve İslamcılık temelli yaratmak istediği siyasal ve toplumsal şekillenme günümüzde de AKP-MHP iktidarında devam ediyor. 12 Eylül’ün ulaşmak istediği hedef günümüzdeki yapıydı, diyebilir miyiz?
Tabi Türk-İslam sentezi, 12 Eylül’le birlikte ortaya çıkan bir şey değildi. Öncesinden başlatılmıştı. CIA’in Ortadoğu’da geliştirmeye çalıştığı politikaların bir sonucu olarak Türkiye’de önceden uygulanmaya konmuştu. Çeşitli dinci gruplar o temelde geliştirilmek istenmişti. Faşist gruplar o temel de örgütlenmek istenmişti. Ta 60’ların sonlarından itibaren bu tür örgütlenmeler de yaygınlık kazandırıldı. MHP o günkü süreçte başlayan faşist örgütlemenin bugünkü ulaştığı sonuçtur. AKP o zamanki başlatılan dinciliğe dayalı örgütlemenin günümüzde almış olduğu bir sonuçtur. 12 Eylülün yaptığı ne oldu? İşte bunların bir araya getirilmesi oldu. Bunları bir araya getirerek, topluma ideolojimiz budur, denildi. Bu kavratılmaya çalışıldı ve bunun kadroları oluşturulmaya çalışıldı. Bu konuda önceden hazırlanmış olan kadrolar iktidarın çeşitli kademelerine yerleştirildiler. Bürokrasiye yerleştirildiler ve kalıcı bir hale getirildiler. Aslında bu TC devletinin 12 Eylül ile birlikte almaya çalıştığı biçimdi.
‘12 EYLÜL’ÜN HEDEFİNDE TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU VARDI’
Türk-İslam sentezine dayalı ideolojik olarak ona dayalı bir sistemin oluşturulması böylesi bir sistemde oluştuğu zaman tabi önüne koyduğu hedefler vardı. O koyulan hedefler de sadece Türkiye ile sınırlı değildi, Kürdistan ile sınırlı değildi. Ortadoğu’yu da içerisine alıyordu. Özellikle de Ortadoğu’nun önemli stratejik bölgelerini, zengin petrol kaynaklarının olduğu bölgeleri de içerisine alan bir planlamayı içeriyordu. O açıdan da 12 Eylül kendisini sadece içe yönelik bir proje olarak ifadeye kavuşturmadı. Bu yönleriyle Ortadoğu’ya yönelik bir proje olma özelliği de vardı. Tabi bunun siyasal yönleri de vardı. Bir yandan İran devrimi gelişmiş, diğer taraftan FKH etkisini sürdürüyor. Bunlar Ortadoğu halklarını etkiliyor. Kürdistan’da gelişen devrimci mücadele var. Yine o dönem Türkiye’nin içinde bulunduğu jeo-stratejik konum var ve ona göre önüne konulan hedefler var. Bunların hepsi 12 Eylül’ün önüne koymuş olduğu hedeflerdi. İşte bu hedeflere ulaşmanın Türkiye’deki ideolojik çerçevesinde Türk-İslam sentezi oluşturuldu. Ona göre eğitimi şekillendi. Hatta o dönemin cunta şefleri, başta Kenan Evren olmak üzere, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak konuşmaya başlandı. Halka uçaklardan Kuran ayetleri ile başlayan bildiriler dağıtıldı. Tarikatlar (özellikle bu İslam’ın ya da mezheplerin kendi içerisinde muhalif olarak gelişen tarikatlar değil. Bizzat devletin kendisinin oluşturduğu , yönlendirdiği bir özel savaş rolünü oynayabilecek tarikatlar) örgütlendirildi. Kuran kursları yaygınlaştırıldı. Alevi köylere bile camiler bu dönemde götürüldü. Din dersleri zorunlu hale getirildi. İslami düşünce biçiminin yaşamda örgütlendirilmesiyle beraber İslami yaşam koşulları da 12 Eylül faşist darbesi tarafından geliştirildi. O dönem işte Türkiye’de birçok Suudi kaynaklı sermaye kuruluşları oluştu. Bunlar üzerinden birçok spekülasyonlar ortaya çıktı. Bu 12 Eylül’ün aslında kendisini hangi koşullarda devam ettireceğinin bir göstergesiydi ve o şekilde topluma yönelik karşı-devrimi gerçekleştirdi. Şimdi bunun çok ciddi şekilde ele alınması gerekiyor. Çünkü bugünün TC devletinin gerek Türkiye, gerek Kürdistan, gerekse de Ortadoğu politikalarını anlamak açısından önemli bir zemin yaratıyor. O zemin üzerinden askerlerin yaptığını sivil hükümetlerle yürütmenin imkanları yaratıldı. Simdi 12 Eylül’ü bu boyutlarıyla ele almak gerekir. AKP 2000’lerden beri katıldığı seçimlerde şu ana kadar hep birinci parti olarak çıkmışsa bu 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı sonuçtur. AKP 12 Eylül’ün sonuçları üzerinden kendisini günümüzün 12 Eylül’ü olarak yenileyerek, derledi. Bugünü anlama açısından da 12 Eylül’ün o dönemlerinin doğru anlaşılması lazım. 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı sonuçların bu yönleri ile iyi anlaşılması gerekir.
Peki 12 Eylül hedeflerine ulaştı mı?
Hepten ulaşmadı, diyemeyiz. Ulaştığı çok yön var. Toplum politikadan uzaklaştırıldı. 12 Eylül’ün o nesli aslında Türkiye ve Kürdistan toplumsallığı açısından kayıp bir nesil olarak değerlendirilebilecek bir nesil ortaya çıkarttı. O nesil de 12 Eylül faşizmini belli bir dönem sürdürülmesinin aracı olarak günümüzdeki rolünü oynadı. Bu anlamda elbette 12 Eylül’ün ulaştığı hedefler var. Devrimci, sosyalist hareketler açısından da ulaştığı hedefler var. Birçok devrimci hareketi bastırıldı. Birçoğu varlığını devam ettiremez duruma geldi. Daha önceki süreçte, yani 12 Eylül öncesi faşizmine karşı direniş içerisinde olan birçok grup 12 Eylül ile birlikte reformize edildi. Yani eski etkinliğini, eski gücünü kaybetmekle birlikte eski çizgisinin gereklerini de yerine getiremez hale getirildiler. Şimdi bunlar 12 Eylül’ün tabi ki elde ettiği sonuçlardı. Fakat bununla birlikte hedefine ulaşamadıkları da oldu. Neydi bu hedefine ulaşamadıkları? Bunun da doğru görülmesi lazım. Zindanlarda hedefine ulaşamadı. Büyük zindan direnişleri orteya çıktı. Kürdistan’daki zindanlarda büyük direnişler yaşandı. Türkiye’deki zindanlarda da böylesi direnişler yaşandı.
‘12 EYLÜL’E EN BÜYÜK DARBE DİYARBAKIR ZİNDANI’NDA VURULDU’
Bu direnişler 12 Eylül’ün zindanlarda hedeflediği sonuçlara ulaşmasını engelledi. Bunu görmek gerekiyor. 12 Eylül faşizmi en büyük darbeyi de zindanlarda yedi. Diyarbakır Zindanı’ndaki 14 Temmuz büyük ölüm orucu, aslında 12 Eylül faşizmine vurulan en büyük darbeydi. En büyük darbeyi bu anlamda Diyarbakır zindanında yedi. Kemal Pirlerin, Hayri Durmuşların, Akif Yılmazların, Ali Çiçeklerin direnişleri ile böylesi bir darbeyi yedi. O direniş çizgisini izleyenlerin direnişiyle de geri atmak zorunda kaldı. Bu yönüyle tabi 12 Eylül zindanlarda amacına ulaşamadı. Yine bununla birlikte 12 Eylül toplumu her yönü ile politikadan uzaklaştırılmaya sesini çıkaramaz hale getirmeye çalışılmıştı. Toplum içerisinde de seslerini çıkaranlar da, belki seslerini her tarafa duyurmayacaktı ama sesini çıkaranlar da vardı. Zindanlar etrafında ailelerin başlatmış olduğu direnişler bunun bir göstergesiydi. Yine bununla birlikte ekonomik sorunlardan ötürü tepkilerini dile getiren kesimler vardı. Tarım üreticileri içerisinde tepki gösterenler oldu. Yine esnaflar içerisinde tepki gösterenler oldu. Hatta örnek olması açısından söyleyeyim; 12 Eylül’den kısa bir süre sonra Aydın Söke’deki tarım üreticileri mazot pahalılığı ve tohum sorunlarından dolayı Aydın Valiliği’nin önüne kadar traktörleriyle eylemler yapmıştı. Yine fırsatını buldukça siyaset yapmak isteyenler vardı. Kültür-sanat alanında da o yönlü çabalar oldu. Mesela 12 Eylül’den sonraki süreçte topluma hızla politika dışılık dayatılırken, politik içerikli toplumu, düşündürtmeye yönelik çeşitli tiyatrolar sahnelenmeye başlandı. Yani bu şekilde sanattır, kültürdür, yine ekonomi alanındaki çeşitli ortaya gösterilen tepkilerdir. Bunlar aslında 12 Eylül faşizmine karşı belirli toplum içerisinde ortaya çıkan karşı koyuşları gösteriyordu. Bunlar 12 Eylül’e toplumsal anlamda gösterilen tepkilerdi. Tabi bunları görmek gerekiyor.
12 Eylül’e karşı 14 Temmuz zindan direnişinden sonra bir de 15 Ağustos gerilla atılımı var…
Tabi 12 Eylül faşizmine karşı toplumsal anlamda zindanlardaki direnişle birlikte PKK’nin başlatmış olduğu güçlü bir direniş gelişti. PKK, zindanlarda direndi, Türkiye ve Kürdistan’da örgütlü hale geldi ve güçlü bir şekilde gerillaya hazırlık çalışmaları yürüttü. Bu bir direnişti. Hem de çok güçlü bir direnişti. Bu direniş soykırımcı TC devleti tarafından da görüldü. TC’nin 1983 yılında Güney Kürdistan’da PKK’nin üstlendiği alanlara yönelik ilk hava bombardımanları gerçekleştirmesinin nedeni buydu. Yani şu şekilde bir düşünce yanlış olur: 12 Eylül faşizmi geldi, zindanlarda direniş olmadı, toplumda da sessizlik oldu, devrimciler de tamamıyla bitti… Öyle bir şey yok. Daha güçlü atılımlara neden olabilecek bir potansiyel, 12 Eylül’den itibaren de vardı ve o fırsat buldukça düşmana büyük darbeler vurdu.
‘15 AĞUSTOS ATILIMI 12 EYLÜL FAŞİZMİNE KAŞRI CEPHEDEN DİRENİŞTİR’
Tüm bunların sonucunda da işte 15 Ağustos 1984 gerilla atılımında görüldüğü gibi, 12 Eylül faşizmine karşı cepheden bir direniş ve mücadele başlamış oldu. Kimileri 15 Ağustos 1984 gerilla çıkışını sadece Kürdistan ile sınırlandırabilir. Kürdistan’daki etkileri ile bu büyük Gerilla atılımını anlamlandırmaya çalışabilir. Bu eksik ve yanılgılı bir yaklaşımdır. 15 Ağustos gerilla eylemi 12 Eylül faşizmine karşı cepheden bir savaştır. 12 Eylül faşizminin tek yanlı ilan ettiği savaşa karşı devrimci cepheden “senin savaşını kabul ediyorum” şeklinde verilen bir karşı cevaptır. 12 Eylül faşist cuntası sadece PKK’ye karşı, Kürdistan halkına karşı gerçekleşmedi ki… Türkiye halkına karşı da yapıldı, Ortadoğu halklarına karşı da yapıldı. Öyleyse 15 Ağustos, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının sesi olmaktadır. Türkiye halklarının, Ortadoğu halklarının Kürdistan halkı ile birlikte karşı koyuşudur. O nedenledir ki 15 Ağustos’un etkileri sadece Kürdistan’da görülmedi. Kürdistan’da yeni bir süreç başladı. Diriliş devrimini başlattı. Ama bu Türkiye’deki devrimci, demokrat, sosyalist hareketlerinin hareket etmesine de kendini ifade etmesine de imkan sağladı, olanak tanıdı. Bunun görülmesi gerekir. 1984’ ten sonraki süreçte Türkiye’de bazı sol gruplar dergi çıkardılar. Dernekler şeklinde kendilerini örgütlemeye başladılar. Çeşitli gösteriler yaptılar. Bunlar öyle kendiliğinden ortaya çıkan sonuçlar değildi ki. 15 Ağustos’un ortaya çıkardığı sonuçlardır. Hatta bunun ötesinde şunu söyleyebiliriz: Demirel ve Erbakan’ının yeniden siyaset yapması bile 1984 gerilla atılımının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Yani yeminli PKK düşmanlarına bile PKK kendilerini ifade etme imkanını, koşullarını yaratmıştır. Demek ki 12 Eylül belirli yönlerle hedefine ulaşmıştır ama nihai hedefine ulaşamamıştır. Hatta ulaşamadığı hedefler 12 Eylül faşizmini yenilgiye uğratabilecek sonuçlarında ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böyle bir etki yaratmıştır. Tam bu nokta da şunu da söyleyebiliriz: TC devleti öyle kendi içerisindeki evrimsel bir gelişme sonucu oluşan bir devlet değildir. Her ne kadar “Osmanlı’nın devamıyız” deseler de, aslında bu var olan gerçekliğini bir yönüyle kamufle etmeye yönelik olağan bir ifadelendirme biçimidir. TC devleti, bir toplum mühendisliğinin ürünüdür ve önüne koymuş olduğu hedefler var. Devlet-ulusu Türkünü yaratma diye önüne bir hedef koymuştur. Oluşturmaya çalıştığı devlet de ulus-devlettir.
O halde 12 Eylül faşist darbesiyle TC’nin ulaşmak istediği ulus-devlet paradigması, 15 Ağustos hamlesiyle iflas mı etmiş oldu?
Türkiye’de güçlü bir ulus-devletin oluşmasına neden olabilecek içsel bir dinamizm yok. Ki öylesine bir şey kendi içerisinde evrimsel bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkarsın değil. O noktada yapay zorlamaları olmuştur. Önce elbise yapılmıştır, sonra o elbisenin içi doldurulmak istenmiştir. Yaratılmak istenen Türlük devlet ulusu Türklüğüdür. Bu Türklük de Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası üzerinde yaşayan farklı kimliklerin soykırıma uğratılması temelinde oluşturulmaya çalışıldığı bir Türklüktür. Soykırım Türklüğüdür, devşirme bir Türklüktür. Bununda adı Türk olabilir, bunun nasıl Türklük olduğu ya da nasıl bir Türk uluslaşması olduğu bu yönüyle çok açık ve nettir. Böylesi bir hedefi vardır, TC devletinin. 12 Eylül de bunu sonuca götürmek istedi. Çünkü niye 12 Eylül’den öncesi dönemde TC kurulduğunda önüne koymuş olduğu bu hedefe ulaşamayacağı açığa çıkmıştı. Bu da 100 yıllık projesinin başarısızlığa ulaşması demekti. Yani 1923’ ten 2023’e kadar ki önüne koymuş olduğu projelerin başarısızlığa uğraması demekti. Bu gidermenin yolu olaraksa 12 Eylül faşizmi ile beraber o devlet ulusu Türklüğünün yaratılması, geliştirilmesi ve önündeki son engellerinin ortadan kaldırılması hedeflendi. Bu neydi? Kürdistan’daki soykırımın tamamlanmasıydı. Eğer Kürdistan’daki soykırım tamamlanırsa TC’nin kurulmasıyla birlikteki hayalleri gerçekleşmiş olacaktı. O devlet ulusu Türkünü yaratmış olacaklardı. Aslında 1984’deki gerilla direnişi, aslında TC’nin bu hallerinin artık nihai olarak son bulmasını sağladı. Onun içindir ki sonraki süreçte daha farklı politik değişikliklere, ana stratejilerden -vazgeçmemekle birlikte- bazı politik değişiklikler içerisine girdiler. Böylesi bir başarısızlığı da vardı. Hatta bu başarısızlık öyle bir başarısızlık ki önceden “yaptık, başardık” dediklerini bile tersine çeviren bir başarısızlıktı. Mesela “Ermenileri katlettik, yok ettik” diyorlardı. Artık Türkiye’de Ermenilerden hiç kimse bahsetmeyecek diyordu. Asurileri yok ettik, diyorlardı; Anadolu Greklerini yok ettik, diyorlardı; Lazları tamamıyla Türkleştirdik, diyorlardı, Çerkesleri bir biçimiyle tasfiye ettik, diyorlardı… Ama işte PKK mücadelesi ortaya çıktığı zaman, bunların hepsi “biz varız” demeye başladılar. Yani soykırımlarla, katliamlarla, sürgünlerle bugüne kadar yapmak istedikleri her şeyin 1984’deki gerilla atılımıyla birlikte birden sonuçsuz kaldığı ortaya çıktı. En büyük başarısızlıkları da bu noktada ortaya çıktı.
‘15 AĞUSTOS HAMLESİ ANADOLU VE MEZOPOTAMYA HALKLARININ HESABINI SORMA HAREKETİDİR’
Yani 1984’deki gerilla atılımı 12 Eylül faşizmine karşı bu yönleri ile sadece Kürdistani değil, aynı zamanda Anadolu, Mezopotamya’daki halkların da geçmişte yaşadıklarının bir hesabını sorma hareketidir. Onların yeniden gün yüzüne çıkarma hareketidir. Ortadoğu halklarının başına bela haline getirilmek istenen soykırımcı bir devlete karşı mücadelesinin başlatılması anlamına gelmektedir. Cumhuriyet tarihine bakın, inceleyin: cumhuriyetin savaşsız bir dönemi yoktur. Ya kendi içerisinde savaşmıştır ya da dışarıya karşı savaşmıştır. İçeriye ve dışarıya karşı savaş yapma koşulu yoksa bunun yollarını yaratmıştır, var olan savaşlara dahil olmuştur. Cumhuriyetin ilanından beri böyledir. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra bir devlet oluşuyor, ama o devlet kendini savaş ile var etmiş. Kendini varlığını bir sisteme oturtmaya çalışmış o andan itibaren herkese karşı savaş yürütmüş. Kürtlere karşı 1925’ler ile 1940’lar arası savaş yıllarıdır. 1940’lara gelindiğinde İkinci Dünya Savaşı ilan edilmiş. TC her ne kadar savaş dışı olduğunu söylese de savaşın sonlarına kadar Alman faşizminin destekçisi konumunda olmuştur. Hatta içerideki politikalar tamamıyla faşist politikalarıdır. Almanya’nın savaş gücünü destekleyen Almanya ile ilişkiler içerisindedir. 2’inci Dünya savaşı bitmiş, TC Kore’ye gitmiş ve savaşa katılmıştır. Ondan sonraki süreçte 1960’larda bir darbe olmuştur. İçe karşı bir savaştır. Ondan sonra Kıbrıs süreci başlamıştır Kıbrıs savaşına müdahil olmuştur. 1970’te darbe olmuştur. 1974’te tekrar Kıbrıs savaşı olmuştur. Ondan sonraki süreçte sivil faşist ve kontra güçlere dayalı olarak Türkiye’de devrimci demokratik güçlere karşı bir savaş yürütmüştür. 12 Eylül’ün kendisi bir savaştır. 12 Eylül’den sonra da bu savaşlar hep devam etmiştir. Bosna’ya gidip savaşmıştır. Sudan’a asker göndermiştir. Somali’ye asker göndermiştir. Yine Afganistan’a göndermiştir. Kürdistan’da sürekli bir savaş yürütüyor. Kafkasya’ya da asker göndermiştir. Yarın nerelerdeki savaşlar içerisine doğrudan gireceği bu anlamda tartışmalı hale gelmiştir. Böyle bir devlet gerçekliğinden bahsediyoruz.
‘DARBE MEKANİĞİ HEP DEVREDE OLDU’
Bu devlet kendi içerisinde özellikle belli tarihlerde bu savaşı darbeler şeklinde yürütmüştür. İşte 27 Mayıs darbesi, 12 Mart darbesi ve 12 Eylül darbesi bunlara örnektir. Fakat bunlar birbirinden bağımsız ve kopuk darbeler değildir. Bir süreklik ifade etmiştir. Özel savaş devleti, dönemlerin kendisi açısından zorlayıcı sorunlarını aşma yönünde bu mekaniği işletmiştir. Darbe mekaniği diyeceğimiz o mekaniği işletmiştir. Darbe mekaniği sadece darbeler biçiminde kendini göstermiyor. O darbeleri gerçekleştirmek için hazırlanan koşullar var. Ya da aynı şiddetteki, tazyikteki darbe olmasa da darbe olarak nitelendirebilecekleri müdahale süreçleri var. 28 Şubat 1997’de yaşanan sürece post modern darbe diyorlar. Ne kadar posttur ne kadar normal bir özellik taşıyan darbedir bunlar tartışmalı ama o darbe mekaniğinin devreye konulmasıdır. Aynı şekilde 1990’lar da Turgut Özal’ın katledilmesi olayı var. O; devlet içerisinde generallerin, bürokratların, yazar, aydınlarında olduğu kesimlerin tasfiyesi bir darbe mekaniğidir. Ne olmuştu? Turgut Özal ve o güne kadar PKK’ye karşı mücadelede en ön saflarda olan kişiler başarısız görülmüştür. Başarısız görülenlerin tasfiyeleriyle birlikte, iktidarda yenileri konumlandırılmıştır. İşte Doğan Güreş, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mehmet Ağar dörtlü çete dönemi dediğimiz şey, o darbe mekaniğinin bir sonucudur. 28 Şubat da öyle bir darbe mekaniğidir. Yine 2000’lerde Ecevit’e uluslararası komploda oynatılabilecek rol oynatılmıştır. Ondan sonraki süreçte küresel sermaye güçlerinin önlerine koyduğu hedefler var. O hedeflere ulaştırmak için Türkiye’de onu uygulayabilecek kesimlerin iktidara taşırılması gerekiyor. İşte onun taşırılması önündeki engelleri ortadan kaldırılması için yine darbe mekaniği ortaya konulmuştur. DSP’nin, Ecevit’in iktidardan indirilmesinin temelinde bu darbe mekaniği oluşturur. Ondan sonraki süreçte de 2002’nin 3 kasımında yapılan seçimlerde AKP iktidar olmuştur. AKP’nin iktidara gelmesi de o darbe mekaniğinin bir sonucudur. İşleyen darbe mekaniğinin bir sonucudur. O nedenledir ki aslında Cumhuriyetin oluşumundan günümüze kadar yaşananlar özel savaş rejiminin kendi bütünlüğü içerisinde dönem dönem devreye koyduğu bir işleyişini ifade ediyor. O başından beri var. Bu kendini farklı şekilde sürdürüyor. Provokasyonlar şeklinde, askeri darbeler, yapılan müdahaleler, katliamlar ve çıkarılan baskı yasalarıyla sürdürülüyor. Kanun hükmünde kararnameler çıkartılıyor. Bunların hepsi darbe mekaniğinin işleyen ya da işletilme yönleri oluyor. Aslında 15 Temmuz süreci de bir darbe mekaniğidir. Bu nasıl bir darbe mekaniği? Darbe içinde darbe diyebileceğimiz, oyun içinde oyun diyebileceğimiz aslında oyunların sergilenme biçimi olan provokasyonlar şeklinde kendisini gösteren darbenin kendini sürdüren bir biçimidir. O açıdan darbe mekaniği bu soykırımcı TC devleti ortadan kalkana kadar yerine yeni bir sistem kurulana kadar devam eder. O da artık demokrasi güçlerinin artık yönünü, çerçevesini nasıl belirler o ayrı bir tartışma konusu.
12 Eylül askeri faşist darbe uygulamaları ile günümüzde AKP-MHP faşist rejiminin uygulamaları büyük benzerlikle arz etmiyor mu?
Bugünkü Türkiye’deki yaşananları da olup bitenleri de, sorunları da aslında 12 Eylül’ün günümüzdeki kendini ortaya koyması, yaşatması, sürdürmesi ya da politikalarının ya da hedeflerine ulaşma yönündeki yaptıklarının bir devamı olarak görmek gerekir. Mesela kimi zaman 12 Eylül ile bugünü kıyaslıyorlar. Yani 12 Eylül’ü bugün ile kıyaslanacak bir yanı yok. Ya da bugünün 12 Eylül ile kıyaslanacak bir yanı yok. Çünkü bugün olanlar 12 Eylül ile hedeflere ulaşılmak istenen hedef olarak konulanlardır. Bu hedef olarak konulanları Kürdistan ve Türkiye toplumları üzerinden ikame etmeye çalışan politikalar onlardır. Şimdi böylesi bir gerçeklik varken bugün yapılanlar ile 2022 yılındaki yaşananlar ile 1980’li yıllardaki yaşananlar arasında fark koymaya fazla bir gerek yok. Fazla da bir anlamı da olmaz. Yıllar farklıdır. Yapılanların gerçekleşme biçimleri bazı farklılıklar da vardır.
‘12 EYLÜL’Ü ANLAYACAKSAK AKP’Yİ İYİ ANLAMAK DURUMUNDAYIZ’
Esasında 12 Eylül, AKP iktidarları dönemidir. Yani 12 Eylül’ü anlayacaksak, AKP’yi iyi anlamak durumundayız . O nedenledir ki o gün ile bugünleri kıyaslama yerine aslında 12 Eylül faşizminin bugünkü vardığı aşamanın doğru ele alınması gerekir. Ya da bugün yaşananların 12 Eylül’ün vardığı aşama olarak görüp ona göre bir düşünce, değerlendirme ona göre bir yaklaşım belirlemek gerekiyor. Hatta şunu da söyleyebiliriz: 12 Eylül’de de zindanlarda işkence vardı, insanları katlediyorlardı. Şimdi zindanlarda işkence mi yok, katliamlar mı yok? Hem de 12 Eylül’de yapılanlardan çok daha sistematize edilmiş halde bunlar sürdürülüyor. Her gün zindanlardan tabutlar çıkıyor. Her gün zindanlarda işkence yapıldığına dair haberler çıkıyor. O zaman Esat Oktay vardı. Şimdi onun türevleri çoğalmış zindanlarda. Devrimci tutsaklar üzerine faşist ve sadist yönelimleri çeşitli biçimlerde uygulayarak devam ettiriyorlar. Hatta onlar üzerine yeni yeni denemeler, işkence biçimleri geliştiriyorlar. 1982 zindanlarında yaşananlar, 2022 zindanlarında yaşanmıyor diyebilir miyiz? O dönemde de devrimci tutsaklar katlediliyordu. Cenazeleri kaybediliyorlardı. Hatta idam edilen tutsaklar var. Örneğin Veysel Güney diye bir devrimci idam edildi. İdam edilen bir kişinin cenazesi yok olabilir mi? Ya da gömüldüğü yer bilinmeyebilir mi? İdam edilmiştir ama cenazesi yok bulunmuyor halen. Buna benzer birçok cenazeler kaybedilmiştir. Şimdi de kaybediliyor. Mesela tutsak alınıp tutsak almadık diyerekten kaybedilen tutsaklar vardı şimdi de aynıdır. 1990’ lar da da bunlar vardı. 12 Eylül döneminde de bunlar vardı. Şimdi de var. Yine devrimci tutsakların cenazelerine yönelik o vahşi saldırılar, o gün de vardı, bugün de var. Örneğin 1973’te İbrahim Kaypakkaya işkenceyle katledildikten sonra babası çağrılıyor ve babası cenazeyi Amed’de bir el arabasıyla garaja kadar taşıyor. 12 Mart sürecinde bu oldu ama 12 Eylül’de de bu gibi örnekler var. Şimdi bunların katmerlisi yok mu? Geçen gün Hakan Arslan’ın cenazesi babasına kutu içerisinde teslim edildi. Bugün yapılanlar çok daha sistemli yapılıyor. Toplum buna alıştırılıyor. İşte Hakan Arslan arkadaşın cenazesi kutu içerisinde teslim edilmeden önce, Egit arkadaşın cenazesi bir kutuda kargo ile ailesine gönderildi. Yine Garzan şehitliğindeki yoldaşların cenazeleri önce kaçırıldı, sonra kayboldu denildi, ardından plastik kutuların içerisinde Kilyos Mezarlığı’nda kaldırımda kanalizasyonların aktığı yerlere gömülmüş olarak ortaya çıktı.
‘AKP-MHP FAŞİZMİ 12 EYLÜL’ÜN KURUMSALLAŞMIŞ HALİDİR’
Bunlar işte o günkü yapılanların çok sistematik şeklinde yapılma biçimleridir. Dolayısıyla AKP-MHP faşizmi 12 Eylül’ün kurumsallaşmış halidir. AKP faşizmi, 12 Eylül’ün öne çıkardığı o Türk-İslam sentezinin Erdoğan-Bahçeli şahsında iktidarın temel ayakları olarak oturtulmasıdır. Demek ki 12 Eylül günümüzde AKP- MHP faşizmidir. 12 Eylül’ün ideolojisi bugünkü AKP-MHP faşizminin ideolojisidir. 12 Eylül’ün topluma karşı başlatmış olduğu savaş, AKP-MHP faşizminin yürüttüğü savaştır. Topluma vermeye çalıştığı biçim, toplumda yarattığı kırım, bugün AKP-MHP faşizminin topluma yaptıklarıdır. Demek ki burada 12 Eylül’ün günümüzde almış olduğu biçimi doğru bilmek ve kavramak zorundayız. Eğer bu doğru kavranmazsa ona karşı doğru bir mücadele de geliştirilemez. Nasıl 1984 gerilla hamlesi çıkışı, 12 Eylül’ü darbelemişse onu geri adım atmaya zorlamışsa bundan sonra AKP-MHP faşizmine karşı yapılması gerekenler de budur.
12 Eylül’den bugüne farklılıklar yok mu, var. 12 Eylül faşizmi geldiği zaman devrimciler bir geri çekilme yaşadı. Toplumda da bir büzülme yaşandı ama şimdi koşullar değişti. 1984’le beraber gerek Kürdistan toplumsallığında gerekse de Türkiye toplumsallığında önemli gelişmeler var. O toplumsallık demokrasi bilinci, devrimci bilinç, yeni bir ruhsal, kültürel biçimlenme şeklinde kendisini ifadeye kavuşturuyor. Türkiye’de Kürdistan’da devrimci demokratların bugün kazanım olarak elde ettikleri 1984 sonrası gelişen mücadelenin ortaya çıkardığı kazanımlar var. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası Avrupa ülkelerinden de esinlenilerek bir anayasa hazırlanmış o anayasa gelişecek devrimci muhalefetin önünü kesmek, almak için devlete bağımlı, devletin çizdiği sınırlar içerisinde, devletin istediği kadar uygulayıp istediği zaman ortadan kaldırabileceği bazı yasal boşluklar ortaya koymuş. Oluşan boşluktan yararlanılarak dernekler, sendikalar, partiler, gazeteler kurulmuştur. Ama sonra ne yapılmış, 12 Mart bunu sınırlandırmış; 12 Eylül de ortadan kaldırmış.
Devrimci-demokratik güçler ve toplum geçmişin büyük mücadele mirası ve birikimi ışığında nasıl bir mücadele yürütebilir?
İşte bugün toplumun, devrimci demokrasi güçlerinin kazanımları 27 Mayıs’ta olduğu gibi devlet eksenli bir gelişme değildir. 1984 Gerilla atılımının ortaya çıkardığı sonuçlardır. Bugünün, 1980 sonrası süreçten farklı yönlerini ortaya koyacaksak en temel fark budur. Bu kazanımlar temelinde Kürdistan ve Türkiye halkları kazanımlarını koruyabilir; mücadeleyi daha ileri bir aşamaya taşıyabilirler. Çünkü onun toplumsallığı yaratılmıştır. O toplumsallığın güvencesi olan gerilla mücadelesi var ve varlığını sürdürüyor. O toplumsallıkla birlikte gerillanın varlığı mevcut koşullarda Erdoğan-Bahçeli faşizmine karşı toplumsal mücadelenin çok daha ileriye taşınması imkanı ve olanağını sağlıyor. Bunun koşulları vardır. Var olan bu koşulların doğru değerlendirilmesi hem Kürdistan hem Türkiye halklarının hem devrimci demokratik, sosyalist güçlerinin amaçlarına ulaşmasını sağlayacaktır. Bu amaçlar önemlidir.
Çünkü bu amaçlar uğruna 12 Eylül faşizmine karşı mücadeleye onlarca devrimci yaşamını adamıştır. Bu devrimciler son nefeslerini verirken sloganlarını haykırmışlar ve şehit düşmüşlerdir. O sloganları geride kalan yoldaşları tarafından sahipleneceğini bilerek haykırmışlardır. Şahadete ulaştıkları zaman gözleri açık gitmemişlerdir. Şimdi sürdürülen mücadelede o şehitler yaşamaktadır. Onları temsil etmektedir.
Eğer mevcut koşulları, gerilla zeminini, 15 Ağustos’un ortaya çıkardığı Kürdistan ve Türkiye toplumsallıklarını doğru değerlendirip onun üzerinden bir mücadeleyi yükseltirsek sadece 12 Eylül faşizminde yaşamını verenlerin, adayanların ruhlarının yaşaması değil; aynı zamanda onların hayallerinin, ütopyalarının, istemlerinin gerçekleşmesinin de koşulları yaratılmış olacaktır. Bu mücadelenin böylesine tarihsel bir anlamı var. Bu dönemde üzerimize düşen görev ve sorumlulukları yüklemenin bu şekilde tarihsel önemi var. Omuzlarımıza yüklenen sorumlulukların bu şekilde büyük bir anlamı var. Bu bugün yaşatılıyor. Bugün gerillada, zindanlardaki direnişte, halkın gelişen eylemliklerinde temsilini buluyor. Öyleyse yapılması gereken devrimden, demokrasiden, sosyalizmden yana olan herkesin bu temsiliyet içerisinde yer almasıdır. Bugün o ütopyayı gerçekleştirmek için o gün şehit düşenlerin ruhunu yaşayanlar, ruhunu temsil edenler bunun da mücadelesini veriyor. Mücadele de Zap’ta gerillada yaşıyor. Gerillada somutlaşıyor. Metina ve Heftanin’de gerillada yaşanıyor, somutlaşıyor temsiliyetini buluyor. Öyleyse yapılması gereken; Kürdistan’daki gerillanın AKP-MHP faşizmine karşı yürüttüğü bu mücadelenin aynı zamanda Kürdistan ve Türkiye halkının mücadelesi olduğunun gerçeğinin bilinciyle bunları sahiplenerek AKP-MHP faşizmine karşı bir mücadelenin de yükseltilmesi gerekiyor. Bu yapıldığı zaman 12 faşizmine karşı direniş hedefine ulaşmış olacaktır. Nasıl 12 Eylül’ün kendisi bir mücadele, direniş, savaş gerekçesi olarak kabul edilmişse bugün de onun devamı, güncelleşmiş hali olan AKP-MHP faşizmine karşı geliştirilecek mücadele, direniş, savaş 12 Eylül’ün 43. yılına verilecek olan karşılık anlamına geliyor.
Bu temelde gerek 12 Eylül faşizmine karşı, gerekse de 12 Eylül faşizminin güncelleşmiş hali olan AKP-MHP faşizmine karşı mücadelede, direnişte, savaşta şehit düşenleri saygı ve minnetle anıyor anıları önünde saygı ile eğiliyorum.