HABER MERKEZİ –
Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Derin tarihsel, sosyal ve siyasal nedenlerden kaynaklanan Kürdistan’daki iç çatışmalar günümüzde de yeni yaralar açmaya devam etmektedir.
Ulusal kurtuluş doğrultusunda hayati adımların atılması gerektiği her dönemde, mücadelenin karşısına dikilen en önemli engellerden biri de daima bu iç çatışmalar olmuştur. Tarihten günümüze dek, değişik biçimler altında da olsa tekrarlanan bu gerçek, bu kez de Güney Kürdistan’da karşımıza dikilmektedir.
Yüzlerce yurtsever ve devrimcinin hayatına ve büyük maddi ve manevi zararlara malolan bu çatışmalar, Güney Kürdistan mücadelesinin günümüzde yüklendiği sorumluluklar nedeniyle çok daha yıkıcı sonuçlar yaratmaktadır.
Kürdistan’daki objektif ve subjektif yetersizlikler bu tür iç çatışmalara zemin yaratmış olsa da, bunda hakim ulus devrimci güçlerinin hata ve yetersizliklerinin de önemli payı olduğu ortadadır.
Söz konusu güçlerin, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketini stratejik bir müttefik güç değil, kendi programlarını uygulamada kullanabilecekleri taktik bir araç olarak görmeleri bu alandaki olumsuzlukları daha da derinleştirmektir.
Partimiz daha başından beri, hem Kuzey-Batı Kürdistan ve diğer parçalardaki reformist-milliyetçi eğilimlerin bu çatışmalara taraf olma anlayışlarına ve hem de özellikle klasik komünist partilerin temsil ettiği hakim ulus devrimci güçlerinin faydacı yaklaşımlarına şiddetle karşı çıkmış, tek doğru çözüm yolunun doğru bir stratejik ve taktik yaklaşım ile bunu hayata geçirebilecek güçlerin modern örgütlenme ölçeklerine uygun, somut ifadesini ulusal kurtuluş cephesinde bulan ortak örgütlenme ve eylemini yaratmak olduğunu ısrarla savunmuştur. Özellikle son dönemlerde çatışmaya taraf olan tüm güçlerle sürdürdüğü anlamlı ilişkilerle bu çabasını ete-kemiğe büründürmeye başlayan partimiz, 2 Mayıs 1983’te Merkez Komite Üyesi Mehmet KARASUNGUR ve parti militanlarından İbrahim BİLGİN gibi çok değerli iki üyesini bu alanda şehit vermiştir.
Kürdistan’da günümüzde yaşayan iç çatışmaları, ister dış egemen güçlere karşı mücadele, isterse iç sınıfsal mücadele anlamında bir yere oturtmak son derece güçtür. Bu, iç çatışmaların dayandığı uzun tarihsel geçmiş ve günümüzde Kürdistan üzerinde çatışan güçlerin birbirlerine karşı takındıkları tutumlarla yakından bağlantılıdır. Soruna taraf olan güçler sürdürdükleri bu iç çatışmalara ilericilik-gericilik, sınıf mücadelesi veya ajanlara karşı mücadele gibi değişik adlar koymakla birlikte; sorun derinliğine ele alındığında gerçeğin hiç de böyle olmadığı rahatlıkla görülebilir. Bu tür iddiaların sahipleri eğer kendilerini biraz daha sağlıklı düşünmeye zorlarlarsa bu çatışmanın derin tarihsel, sosyal ve siyasal nedenleri olduğunu onlar da kabul edeceklerdir. Çünkü, taraflar bu çatışmalardan sonuç alabilmek için oldukça zorlanmakta, hatta büyük kayıplara uğramakta, ama her türlü iddialarına rağmen olumlu bir sonuca doğru yol alamamakta ve sonuç olarak çatışmaları sürdürmekten başka bir çare bulamamaktadırlar.
Anlaşılacağı gibi, sorun, çatışmaya taraf olan güçlerin iradelerini ve boyutlarını aşmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumsal bir yara haline gelmiş olan bu sorun, her şeyden çok Kürdistan halk güçlerinin kendi öz çıkarları temelinde örgüt ve mücadele geliştirmedeki zayıflığını göstermektedir.
Bu noktada belirtilmesi gereken en önemli şey, sorunun çözümünün neye bağlı olduğu ve nasıl çözümleneceğinin doğru tespit edilmesidir. Soruna yüzeysel yaklaşımlar yerine; evrensel gerçekler, Kürdistan’ın yakın tarihsel geçmişi, günümüzde Kürdistan üzerinde çatışan güçlerin konumu ve ülkemizde şekillenen son sosyal ve siyasal gelişmeler bakımından yaklaşmak en doğru yoldur.
Öncelikle çağdaş gelişmelerin ışığında, ulusal ve sınıfsal mücadelenin genel konumlarına bakmakta yarar var: Marksizmin ilk büyük ustaları Marx ve Engels, 1850’lerde Komünist Manifesto’ya yazdıkları çeşitli önsözlerde, diğer şeyler yanında sınıf mücadelesinin gelişiminin temel bir kuralını da önemle ortaya koyarlar. Bu kural, bir ulusun bünyesindeki sınıfsal gelişmenin, o ulusun kendi kaderini özgürce tayin etmesine, yani kendi ulusal bağımsız devletini gerçekleştirmesine yakından bağlı olduğudur. Hatta Avrupa proletaryasının sınıf mücadelesini geliştirmesinin ön koşulu olarak Engels, Avrupa’daki çeşitli imparatorluklar altında kendi bağımsız devletlerini kurmayan ulusların, bu imparatorlukları mutlaka tasfiye ederek bağımsız uluslar haline gelmesi gerektiğini belirtir. Demek ki, sağlıklı bir sınıf mücadelesi ve proletarya hareketinin gelişebilmesi için, her şeyden önce yabancı işgal ve boyunduruğun kırılması gerekmektedir.
Güçlü bir sınıf mücadelesinin gelişimi, her şeyden önce yabancı egemenliğe karşı güçlü bir ulusal mücadelenin geliştirilmesine bağlıdır. Batı Avrupa’daki birçok mücadele bunun böyle olduğunu kanıtlamıştır. Yabancı egemenlik ortadan kaldırılmadıkça yapılması gereken şey tüm ulusal güçlerin yabancı egemenliğe karşı dikilmesini sağlamaktır. Nitekim proletarya ve diğer emekçi sınıf ve tabakaların, burjuvazinin çeşitli krallıklara karşı açtığı ulusal bayrak altında birleşerek mücadele etmeleri bu nedenledir. Ülke içinde yabancı işgal ve egemenlik alabildiğine güçlü olduğunda, sınıfsal mücadelenin gelişimi şurada kalsın, bir bütün olarak toplumun özgür gelişimi bile büyük engellerle karşı karşıya kalır. Bu nedenle bu tür toplumlarda gelişmenin ana yönünü belirleyen şey, öncelikle yabancı işgal ve egemenliğin ortadan kaldırılmasıdır.
Sınıf mücadelesinin daha çok yabancı işgal ve egemenliğe karşı mücadele içinde geliştiği gerçeği, kendisini en çok emperyalist sömürgeciliğe karşı geliştirilen mücadelelerde ortaya koymuştur. Yabancı boyunduruk altındaki toplumlarda sınıf mücadelelerinin en çok geliştiği dönem, milli kurtuluş dönemidir. Dış egemenlik altında bir türlü gelişemeyen sınıf mücadelesinin bu egemenliğe karşı mücadele temelinde iktidar mücadelesinin gündeme gelmesiyle büyük hız kazandığı ve tüm toplumsal güçlerin kendi konumlarını güçlendirmek için önderlik üzerinde büyük bir çekişme içine girdikleri görülmektedir. Çünkü, yabancı egemenliğin ortadan kaldırılması aynı zamanda bir sınıfın diğer sınıf üzerinde egemenlik kurmasının koşullarını da ortaya çıkarmaktadır. Çin pratiği bu konudaki en açık örneklerden biridir. Daha önceleri birbirleriyle savaş halinde olan toprak ağaları, komprodor-burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı arasındaki bu geniş iç savaşların yönü, Japon işgalinin gelişmesi ile değişmiştir. Yabancı hakimiyet henüz ortada yokken veya zayıfken iç sınıf mücadeleleri son derece yoğundu. 1924’den 1927’ye ve yine 1928’den 1935’lere kadar büyük iç savaşlar yaşandı. Fakat Japon işgalinin gelişip giderek ülkenin önemli bir kısmı üzerinde denetim kurmaya başlamasıyla; sınıflar da kendi aralarındaki çatışmayı ikinci plana iterek, bir uzlaşma ve cepheleşmeye yöneldiler. Hatta bu uzlaşma ve cepheleşmelere, daha önce emperyalizmle şu veya bu yönde işbirliğine girmiş kişiler bile dahil edilerek, Japon yanlısı güçler dışındaki tüm sınıf ve tabakaların birliği sağlandı. Milli kurtuluş cephesinde biraraya gelen bu güçler arasında artık bundan böyle hakim olan yan çatışma değil, uzlaşma olmuştur. Bir diğer örnek de Güney Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesidir. Ancak Güney Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesinin önemli bir ayırdedici özelliği vardır. Bu ülke emperyalizmin doğrudan işgal altında tuttuğu klasik bir sömürge değil, başında emperyalizmin kuklası bir yönetimin yer aldığı bir yeni-sömürgedir. Bu özelliğinden ötürü Güney Vietnam’da emperyalizme karşı mücadele, kukla yönetimine karşı verilen mücadele ile birleştirilmiş, dolayısıyla ulusal mücadele ile sınıfsal mücadele önemli oranda iç içe geçmiştir. Burada da ulusal kurtuluştan çıkarı olan tüm güçler birleşmiştir. Ama bu, şüphesiz ki, tüm bu güçler arasındaki çelişkilerin bittiği anlamına gelmez. Çelişkiler devam etmektedir. Söz konusu olan şey, çelişkilerin çözüm yöntemlerinin daha çok iknaya dayanması ve sert çatışmalara vardırılmamasıdır. Emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı kullanılan zor yönteminin, halk güçleri arasındaki çelişkilerin çözümünde kullanılmasından kesinlikle kaçınılmıştır. Mevcut sınıf çelişkilerinin çözümü ancak yabancı egemenlik ülkeden kovulduktan sonra gündeme gelebilmiş, bu durumda da daha çok politik yöntemlerle çözüme ulaşılmaya çalışılmıştır. Halk güçleri arasında da zor yöntemleri kullanılmıştır. Ama bu daha çok yabancı egemenlik kovulduktan ve tüm politik çözümler tükendikten sonra ortaya çıkan bir durumdur.
Çağdaş gerçeklerin ışığında soruna baktığımızda, Kürdistan’da çok farklı ve adeta bu gerçeklerle izah edilmesi güç, onunla çelişkili bir durum yaşandığını görmekteyiz. Yurtsever diye tanıdığımız çeşitli güçlerin kendi aralarında onlarca yıldır sürdürdükleri kanlı iç çatışmalara rağmen ve dört bir yandan düşmanla kuşatılmış bulundukları halde, düşmana karşı ortak bir cephe ve ortak mücadele için olumlu bir tek adım bile atmadıklarını ve işbirlikçiliği tasfiye için hemen hiçbir ortak tedbir ve faaliyet geliştiremediklerini biliyoruz. Bu durumun hem ulusal ve hem de sınıfsal kurtuluş mücadelesi açısından önemli bir sapma ve raydan çıkma olayı olduğu ortadadır. Bu keşmekeşlik mutlaka izah edilmeli, izahla yetinilmeyerek mutlaka üstesinden gelinmelidir. İşte bu nedenle sorunu derinliğine ele almak her şeyden önce de tarihsel geçmişe bir bakmak gerekmektedir.