HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Günümüz Yunan Helen Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu ve Türkiye Cumhuriyeti’yle ilişkilerini doğru
değerlendirmek, hata yapmamak ve büyük yanlışlıklara düşmemek açısından önem taşıyor. Buna
Avrupa ve AB ilişkileri de dahildir. Nasıl ki Mezopotamya uygarlığın beşiği olarak değerlendiriliyorsa,
Helen uygarlığı da kendini Avrupa uygarlığının beşiği olarak değerlendirmektedir. Her ikisinde de
gerçek payı vardır ve belirleyicidir. Kıbrıs sorunu gibi basit görünen bir konuda bile bir türlü çözümleyici
adım atılmaması, ardındaki karmaşık tarihsel gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Benim Atina
girişimimde de bir türlü kabullenilmeyen ve anlaşılmasında güçlük çekilen komploya dayalı ihanet
olayında, bu tarihsel gelişmeler temel teşkil etmektedir. Dolayısıyla gerek binyıllık Kürt-Türk ilişkileri,
gerekse bir bütün olarak Anadolu-Helen dünyası ilişkileri tarihi kapsamı içinde doğru tanımlanmadıkça,
günümüzde ülkelerimiz ve halklarımız için gerçek bir barış ve dostluk ilişkisine adım atılamaz. Bir nevi
Arap-İsrail kördüğümüne benzeyen bir ilişki dokusu söz konusudur. Çözümlemelerin inceliği ve
kapsamlılığı bu nedenledir. En çok trajedi doğuran bu ilişkiler yumağını ana hatlarıyla kavramlaştırıp
anlamak, ideolojik politik çatışmalarımızın can damarlarındandır.
a- Helen uygarlığı bir gerçektir. Ne küçümsenmeli ve inkar edilmeli ne de abartılmalıdır. Özellikle
doğuş kaynaklarını doğru değerlendirmeliyiz. Günümüzde halen yaşanan ‘Yunan paradoksunu’
anlamak için de bu gereklidir. Helen uygarlığı özünde Ortadoğu kaynaklı hem neolitik köy tarım
devriminin hem de kent devriminin Avrupa kıtasına taşınmasında aracı bir halka rolündedir. M.Ö
7000’lerde Anadolu üzerinden neolitik çağla tanışır. Henüz Helenler olarak şekillenmeden önce,
genelde olduğu gibi bir Akdeniz neolitik süreci bu yarımadada da yaşanır. M.Ö 2000’lerde ise meşhur
Troya örneğinde gördüğümüz gibi, kent uygarlığı da buraya taşınmaya başlar. Troya, aslında Sümer
kaynaklı Mezopotamya uygarlığının Hurriler ve Hititler kanalıyla Avrupa kıtasına taşınmasının
boğazdaki kapısı durumundadır. Büyük önemini bu özelliğinden almaktadır. Newyork ABD için nasıl bir
rol oynamışsa, Floransa Avrupa Rönesans’ı için neyi ifade ediyorsa, M.Ö 2000’lerden itibaren Troya
da Yunan yarımadası ve giderek tüm Avrupa kıtası için o rolü oynamaktadır. Binlerce yıllık uygarlık
değerlerini Batı’ya taşırmaktadır. Bir nevi ışık saçmakta, zenginliği temsil etmektedir. Avrupalı
aydınların bu kadar önem vermeleri aslında geçmişlerini doğru tanımayla ilgilidir. Günümüzde daha
çok sorulan soru, ‘Avrupa uygarlığının beşiği gerçekten Anadolu mu, yoksa Yunan yarımadası mı?’
sorunsalına dönüşmüş bulunmaktadır. M.Ö 2000’ler neolitik devrimle beslenen ve Avrupa’da Atlantik
kıyılarından doğuda Büyük Okyanus ve Çin kıyılarına kadar harekete geçen ‘Kuzey kavimler göçüne’ tanık olmaktayız. Bu göçler, güneylerinde Sümer kent uygarlığıyla beslenen Hint’ten Mısır’a kadar
uygarlık alanlarının zenginlikleri ve çekim güçlerine kapılmış olarak gelen üst barbarlık aşamasındaki
kavim kabile saldırılarıdır. Sonuçta kent uygarlığı içinde eriyerek Çin, Hint, Đran, Hitit ve en batıdaki uç
olarak Helen uygarlıkları biçiminde yeni bir tarihsel sürece katkıda bulunmuşlardır. Bir nevi taze
‘barbarizm’ kanıyla eski kent uygarlığının dev bir sentezidir. Yazılı tarihe geçişin en temel adımlarından
biridir. Helenlerin önem kazanması, Avrupa kıtasındaki ilk uç noktası olması kadar, hem Anadolu
üzerinden Mezopotamya uygarlığından hem de Girit üzerinden Mısır uygarlığından birleşik olarak
yararlanmasından ileri gelmektedir. Buna Lübnan üzerinden Fenikelilerin sentezledikleri Sümer-Mısır
uygarlığının doğrudan taşınmasını da eklemek gerekir. Gerçekten eski bir deyişle söylendiği gibi, ‘mal
bulmuş mağribi -batılı’ misali, M.Ö 1500’lere geldiğimizde, Helen kabileleri bu uygarlık alanları
tarafından yoğunca beslenirler. Đlk adım Miken uygarlığıdır. Girit uygarlığına son verip kendine katan
bu uygarlık, M.Ö 1200’lerde yeni kabile saldırıları ve iç nedenlerle sona ererken, M.Ö 1000’lerden
itibaren sel gibi yeni bir hamleye girişirler. Troya erkenden düşürüldükten sonra Batı Anadolu kıyıları
Dorlar, Đonlar ve Aiollar adı altında ismen de şekillenerek, çığır açıcı bir gelişme sürecine girerler.
Bu süreç ünlü Homeros’un Đlyada Destanı’nda en güçlü anlatım ifadesine kavuşmaktadır. Batı
kültüründe Đlyada Destanı’nın büyük önemi ve temel edebiyat kaynağını teşkil etmesi, Troya’nın tarihi
rolünden ileri gelmektedir. Đlk defa Doğu uygarlığının büyük bir uç kalesi Batı’nın yeni yetme çocuğu
Helenler tarafından düşürülmekte ve Doğu’ya yayılma yolu ardına kadar açılmaktadır. Troya’nın
düşüşü M.Ö 1200’lerdir. Artık ‘deniz kavimleri’ olarak da adlandırılan ve ağırlıklı olarak Helenlerden
oluşan yayılmacılar, Doğu Akdeniz’de Filistia adında, Karadeniz kıyılarında Pontuslulara kadar çok
sayıda topluluk adı altında yeni bir kültürel kimlikle Ortadoğu uygarlığıyla etkileşime ve sentezleşmeye
yönelirler. Tarihteki büyük Helen uygarlığı bu tarz bir oluşma ve gelişme diyalektiğine sahiptir. Bu
süreçte başta Hititler, Frigya, Lidya, Likya ve Luwiler olmak üzere çok sayıda halk ve kültürden
etkilenip, sonunda onları zor ve asimilasyon yoluyla içlerinde eritmeye muvaffak olurlar. Anadolu’da
Helenleşme çağının özünde bu gerçeklik, yani zengin bir uygarlığa konma, sahip olma yatmaktadır.
Bunlar, temelleri M.Ö 8000’lerde atılıp gelişen uygarlıklardır. Benzer bir gelişme Đspanya’dan Sicilya ve
Đtalya’ya kadar olmakla birlikte, ikinci sırada bir Helenistik özelliğe sahiptir. Esas gelişmeler Ege’nin iki
kıyısında gerçekleşmektedir.
Bu dönemde Helenleri Doğu’da durduran güçler öncelikle Asurlular, Urartu, Med ve Pers
Đmparatorluklarıdır. Hititlerin yenilmesinden sonra hakim güç haline gelen Asurlular, yıkılıncaya kadar
Helenleri sürekli Anadolu’nun batısına sürme, orada kalmalarına zorlama rolünü görmüşlerdir.
Urartular benzer bir role sahiptir. Asıl durdurma rolünü ise Med hükümdarı Keyaksar oynamış, M.Ö
585’te yapılan savaşla Kızılırmak kıyılarında bir sınır hat oluşturmuştur. Filozof Thales bu savaştan
bizzat bahseder. Medya kavramı Helen tarihinde ve mitolojisinde çok ilginç özellikler taşımaktadır ve
başlı başına bir ana madde olarak sürekli işlenir. Heredot Tarihi’nde en çok Medlerden bahsedilir.
Persler silik kalır. Nasıl günümüzün bir ABD işbirlikçiliği varsa, o dönemde de Helenlerde Medcilik,
Med işbirlikçiliği en gözde bir kavramdır. Med işbirlikçiliğine özenmek bir modadır. Temel politika Med
işbirlikçileri ve karşıtları biçiminde bir ayrım göstermektedir. Med sonrası Pers imparatorluk
aşamasında bu ayrım daha da gelişir ve tüm yaşamı etkisi altına alır. M.Ö 550’lerden 330’a, Đskender
istilasına kadar tam bir Med-Pers hakimiyeti söz konusudur. Bu süreç aynı zamanda Helenlerin Doğu
saraylarında iktidar sanatını özümseme dönemidir. Kısmen Mısır uygarlığını da siyasi alanda
özümserler. Dolayısıyla ekonomik, sosyal ve siyasal alanda alabildiğine beslenen Helenler, tarihte çok
övülen klasik Atina hamlesinde gelişme kaydederler. Atina merkezli sentezleşme gerçekten bir orijin
olmayı başarır. Sadece ‘karma bir yargılanma yeri’ değil, yaratıcı bir sentez oluşturma merkezidir.
Filozoflarıyla, sanat ve siyaset adamlarıyla çığır açan bir uygarlık söz konusudur. Altın çağını M.Ö
600-300 arasında yaşayan bu uygarlık, günümüz uygarlığının temel bir bileşenidir.
Đskender’in Helenizm hamlesi, özünde Pers saraylarında biriken büyük zenginliklerle iki yüz yıllık
hakimiyetlerine karşı büyük bir istila savaşıdır. Adeta Pers Đmparatoru Büyük Darius’un (M.Ö 520-485)
Doğu ve Batı’daki hamlesini taklit etme tutkusuna sahip gibidir. O da Tuna kıyılarından Hindistan’da
Ganj kıyılarına kadar en büyük istilaları başarıyla gerçekleştirme gücünü göstermiştir. Böylelikle bir kez
daha Tuna’dan Đndus-Ganj’a kadar Doğu-Batı uygarlık alanlarının ezici büyüklüğü Helen kültürüne
açılmış olmaktadır. Bu istila temelinde çok sayıda köleci devlet kurulmuştur. Mısır uygarlığı Ptoleme
hanedanlığı’nda yeni bir aşamada varlığını sürdürür. Başşehir Đskenderiye, dönemin başta gelen kültür
merkezidir. Anadolu’da uygarlık ağırlıklı olarak Bergama Krallığı altında yaşamını sürdürür. Selefkoslar
ağırlıklarını Mezopotamya’da merkezileştiren daha da geniş ve derinlikli bir Đskender sonrası dönemi
de oluştururlar. Tarihte Helenizm’in bu dönemi, M.Ö 30’dan M.S. 250’lere kadar, özellikle kültürel alan
başta olmak üzere, Doğu-Batı sentezinin en görkemli çağıdır. Köleci uygarlığın en son yaratıcı
gücüdür. Köleci Roma da özünde bu ruhu ve anlam gücünü temsil eder. Latinlerin bu döneme katkısı
şekli olmaktan öteye gitmez. Büyük Roma ve Bizans Đmparatorluklarının (yaklaşık M.Ö 500-M.S. l450)
Helenizm tarihindeki yerleri bir katkıdan ziyade, bu Doğu-Batı sentezini büyük bir iştahla yemedir.
Doğunun zenginlik alanlarında sınırsız istilalarla insanlık üzerinde en büyük baskı ve sömürü
mekanizmalarını geliştirme bu dönemin çarpıcı özelliğidir. Hıristiyanlık ve müslümanlık biçimindeki çıkışlar, özünde Doğu uygarlığının ideolojik, politik ve askeri olarak Batı’ya kayan Roma ve Bizans
üstünlüğüne karşı bir başkaldırı, kurtuluş ve barış hareketidir.
b- Helen uygarlığının doğuş merkezi Atina sitesidir. Atina bir kent olmanın ötesinde, yeni bir devlet
biçimi ve kültürel yaşam tarzıdır. Đçte Isparta, dışta Persepolis merkezli devlete karşı kendine özgü bir
biçimde mücadele etmiştir. Köleci sınıfın en gelişkin demokrasi silahını kullanmıştır. Sonuçta bu silah
tüm Helen kentlerine karşı olduğu kadar, Doğu kentlerine karşı da üstünlük elde etmiş, köleci
uygarlığın en olgun ve yaratıcı biçimlerinden birisi olmasını sağlamıştır. Đnsanlık zihniyetinde binlerce
yıl egemen olan mitolojik ve dinsel düşünce tarzından felsefi düşünce tarzına geçilmesine belirleyici bir
katkıda bulunmuştur. Sokrates, Platon ve Aristoteles bu tarzın peygamberleri durumundadırlar. Sanat,
dinsel törenlerden ilk defa kopup kendi bağımsızlığına kavuşmuştur. Felsefe ve sanat ekolleri çığ gibi
büyümüş ve bütün Helen alanlarında yeni yaşam tarzlarının doğuşunda silinmez izler bırakmışlardır.
Tıp, geometri, fizik, aritmetik, astronomi başta olmak üzere, bilim daha gelişkin bir aşamaya ulaşmıştır.
Bu gelişmelerle Atina demokrasisi arasında bir ilişkinin varlığı yadsınamaz. Fakat bu uygarlığın adeta
simgesi olan Sokrates’i de aynı Atina ölüme mahkum etmekten çekinmemiştir. Bu çelişkiyi nasıl izah
etmeliyiz? Çelişkili bir karakterini hemen yakalamak zor değildir. Atina’da bir yandan insanlığın soylu
çıkışlarının sentezini yapanlar varlık bulurken, diğer yandan köleci sömürü tarzının en kurnaz, en sinsi
ve sadece köleci yönetim sanatının incelikleriyle uğraşan parazit bir aristokrasi tabakası da güçlü
varlık bulmuştur. Öyle bir tabaka ki, yemeğini yerken belini doğrultma gereğini bile duymaz. Bu sınıfın,
demokrasinin en demagojik ifade tarzını bulup Atina demosunu ĞhalkınıĞ koyun gibi gütmesi de
gerçeğin diğer yüzüdür. Demokrasinin beşiği kadar, demagojinin, ince yalanın merkezi ve beşiği
olması da karakterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle bir duruma gelinir ki, demokrasiyle demagojinin
sınırı ayırt edilemez olur. Atina’nın insanlığa böyle bir hediyesi de vardır. Perikles’in gerçek
demokratlığının zıddı olarak, alçakça birçok ihanete gözü kırpmadan giden sayısız Atinalı politikacının
varolduğuna da tarih tanıktır. Sokrates yargılanması bu gerçeğin küçük bir örneğidir. Adeta Đlyada
Destanı’nda geçen tanrıça Athena’nın, bir türlü yenilmeyen Hektor’u kardeşi Deiphobos’un kılığına
girip yenileceği bir savaşa sürmesi gibi, Sokrateslere de aynı oyunu oynamıştır. Aslında bu gerçeklik,
Helen kültüründeki aristokratik, despotik öğenin daha baştan beri bir özellik olarak oluştuğunu
göstermektedir. Köleci sınıfın, Ğdaha da genelleştirirsekĞ hakim sömürücü sınıfın, ancak
komploculuğu eksik etmeyen demagojik bir kültürel özle halkı sömürüp yönetebileceğidir. Zeus’un
Athena’yı alnından yarattığı söylenir. Zeus’u yükselen Helen despotizminin simgesi olarak görürsek,
onun alnından doğan tanrıça Athena ve onun adıyla kurulan kent olan Atina’nın diğer bir yüzünün nasıl
oluşabileceğini daha iyi anlayabiliriz. Sokrates gibi bir filozofun bile Atina’nın bu özelliğini
çözememesine şaşmamak gerekir. Atina kişi ve sınıf despotizminin demokrasi cilası altındaki en
gelişkin örneklerini hep sergilemiştir. Isparta’nın haklı ve büyük öfkesi boşuna değildir. Isparta, Atina’ya
karşı sınıf soyluluğunu ve mertliğini krallık tarzında da olsa temsil etmektedir. Heredot’un kitabında
şöyle cümleler geçmektedir: Büyük Darius Atina’nın sinsiliklerine çok öfkelidir. Kendi aşçısına şöyle
dediği aktarılmaktadır. “Her bana yemek getirdiğinde şöyle diyeceksin: Ey Kral, Atinalıları unutma!”
Yine der ki, “Ey Zeus, bırak şu Atinalılara haddini bildirelim!” Demek ki, Atina demokrasisinin bir yüzü
Sokrates, Platon, Aristo ve Perikles iken, diğer yüzü sayısız demagog ve sinsi yalancılardan ibaret
oluyor. Helen kültüründeki bu çelişkili karakterin bütün Batı kültürünün temelinde de yattığı belirtilebilir.
Doğru söylemek Doğu kültürünün temel bir özelliği iken, yalan ve demagoji Batı kültüründe bunun
zıddı olarak yansıma bulmaktadır. Diyalektik gelişmenin diğer bir cilvesi! Doğru kendi zıddını yaratarak
gelişir. Bu gerçeğin de derininde yatan, Helen kültürünün dayandığı zengin kültür mirasıdır. Eğer bu
kültür dört koldan aşırılmışsa (Anadolu, Fenike, Mısır ve Girit), bunu gizlemek için muazzam bir
demagojiye ihtiyaç duyacaktır. Helenler yaratıcılık göstermiş, başarılı bir özümsemeyle dönüşüme
katkıda bulunmuştur, ama midesinde ve beyninde sindiremediği unsurları da demagojik ifadelerle
kendine mal etmekten çekinmemiştir. Helen tanrılar sisteminde Sümer ve Mısır’ın basit bir taklitçiliği
var iken, kendi katkıları da daha insan yüzlü bir teolojidir. Hesiodos aslında Sümer ağırlıklı ilahiyatın
Helen versiyonunun başta gelen peygamberidir. Homeros’un Đlyada ve Odyssea Destanları da özünde
Gılgamış Destanı’nın Hurri-Hitit versiyonlarının daha geliştirilmiş bir biçimidir. Sümer mitolojisi ve
ilahiyatı orijinal olmasına rağmen, dikkatlice değerlendirildiğinde, bunların yükselen köleci uygarlığın
tanrı kral simgelerini ifade ettikleri açıkça görülecektir. Daha sonraki tüm ilahiyatlar bu orijinal yapıyı
allayıp pullamışlar, kendi yerel koşullarına uyarlayarak insanlarına sunmuşlardır. Başta edebiyat ve
sanatın diğer biçimleri, hatta felsefe ve bilim bu geleneğin derin izlerini taşıyarak günümüze kadar
gelebilmiştir. Saddam ve Bush’un ‘benimki daha güçlüdür’ diye savaş arenasına sürdükleri tanrıları da,
acı bir tesadüftür ki, savaştıkları yerde doğmak gibi bir şansa sahiptirler. Đnsan emeği ve artıürününün
değerleri üzerine kurulan tüm uygarlıkların, doğdukları günden beri özlerini hiç yitirmeden tüm alt ve
üst yapılarında yaşayabilmeleri gerçek bir dehşeti ifade eder. Demagoji ve yalan sadece bu gerçeğin
çaktırılmadan yutturulması içindir. Bilim, felsefe, din ve sanatı ise insanlığı daha katlanır hale getirmek
içindir. Bu da yetmedi mi, binlerce kişilik çarmıha germeler, arenalarda vahşi hayvanlara
parçalatmalar, kopmuş insan başlarından harmanlar kurmaya dek giden bir katliam kültürü peşi sıragelir. Katliam seferlerine rahatlıkla kahramanlık, tanrısal kutsallık sıfatları taktırılır. Zindan ve her türlü
işkenceler eksik edilmez olur. Halkların ve insanlığın payına düşen, işte bu dehşet tarihine boyun
eğmektir. Burada Helen hakim tabakasının yaptığı katkı, daha inceliklerle yüklü bir demokrasinin
demagojik çarpıtmasıdır. Sokrates’in kendi eliyle baldıran zehrini içmesi, sistemin bu dehşet
kültürünün Helencesi olmaktadır. Şaşırmamak gerekiyor: Apo olarak bu gerçeği anlamanın, açık ki
sınıflı toplum uygarlığını ve bunun bir parçası olarak Helenizm’i doğru anlamaktan geçtiğini, ancak
içine ittikleri dehşet durumunu yaşadıktan sonra kavrayacaktım. Bazı öyle gerçekler var ki,
yaşanmadan anlaşılamıyor…
Şu sonucu da hemen eklemem gerekir: Tüm halklar, daha uygarlığın şafak vaktinde, yükselen efendi
despot sınıfın bu yalanlı, demagojili, işkenceli ve katliamlı toplum yönetimini ve sömürü tarzlarını
iliklerine kadar yaşamış olarak günümüze gelebilmişlerdir. Özgür birey ve halk olmak halen bir rüyadır.
Sadece hiyerarşik otoritenin kendi aralarında göreceli bir özgürlüğü vardır. Halklara ve bireylere
yansıttıkları, iflah olmaz umutlar, boş hayaller, aldatıcı sonuçlar vermenin sonu gelmez her tür
çabalarıdır.
c- Helenizm’in Kürtlerle ilişkilerini Hititlerle bağlantılı kılmak mümkündür. Hititlerin, Sümer uygarlığının
yukarı Mezopotamya’ya yayılma sürecinde, komşu dağlı halklardan olan ve en yakın proto Kürt halk
olarak Hurrilerin Anadolu içlerine yansımış bir kolu olarak şekillendikleri anlaşılmaktadır. Kuzeyden
gelen barbar kabilelerle yerel uygarlık öğelerinin karışımından bu şekillenmenin oluştuğu doğruya
yakın bir bilimsel ifadedir. Dil ve kültür olarak Aryenler ve Hurrilerle akrabalıkları kanıtlanmış
durumdadır. M.Ö 1700-1200’lere kadar Hattuşaş merkezli Hitit Đmparatorluğu, Ege kıyılarına kadar
dayanmış olup, uç noktasını da daha özerk bir konumda olan Troya kent devleti teşkil etmektedir. Ege
kıyılarını ilkin uygarlaştıran güç Hititlerdir. M.Ö 1200’lerde ‘su kavimleri’ olarak da adlandırılan başta
Helen kabile güçleri olmak üzere, Boğazlardan gelenlerle güneyden Sümer uygarlığının son temsilcisi
Asurların saldırıları altında merkezi yapıları dağılan Hititlerin yerlerinde yeniden beylikleşme sürecine
girilmiştir. Batıda Frigya, Lidya, Karya ve Likya adlarında daha merkezileşmiş siyasi yapılar oluşurken,
Hurrilerin orta Mezopotamya’daki yerleşim alanlarında diğer bir proto Kürt kol olan Mitanniler tarih
sahnesine çıkmışlardır. Asurlar tarafından Hititlerle birlikte onların da merkezi varlıkları dağılınca, Van
merkezli Urartu uygarlığı (M.Ö 900-600) gelişme göstermiştir. Urartular döneminde Helenlerle ilk kez
direkt karşılaşma ve etkilenmelerin oluştuğu görülmektedir. Batı Anadolu’daki tüm halk gruplarını
eritme sürecine almalarına karşılık, Helenler Kürt kabile aşiret yaşamında aynı etkiyi
gösterememişlerdir. Bunda belirleyici olan, çok eski bir geçmişe dayanan, yaklaşık M.Ö 10.000’lerde
ilk neolitik yapıları kurmaları, bundan kaynaklanan sağlam bir kültür çekirdeğine ulaşmış olmalarıdır.
Belki de tarihte hiçbir halk, Kürtlerin yaşadığı alanlarda bu kadar uzun süreli ve derinliğine neolitik
kültürü yaşamamıştır. Bunda asi coğrafyanın da önemli rolü vardır. Dolayısıyla ne kuzeyden akan Đskit
kavimleri, ne güneyden gelen Semitik kabileler ve Sümer uygarlık güçleri, ne de batıdan akan Helen
boyları Kürt kültürü ve coğrafyasına tam sahip olamamışlar ve kültür bünyelerine nüfuz
edememişlerdir. Urartular ve ardından kurulan Med Konfederasyonu’yla Kürt boyları ileri düzeyde bir
toplumsal ve siyasal birliğe doğru gelişme kaydetmişlerdir. Helenleri en çok etkileyen Medlerle temas
aşamasıdır. Öyle ki, Med kaynaklı tüm olgular, Helen kültürünün en önemli öğelerini teşkil etmiştir.
Atina kentinin kuruluş mitolojisinde adı geçen Thesseus adlı kahramanın Medya ilişkisi çok çarpıcı ve
ilginçtir. Yine Argonotlar seferinde Medya’nın başına gelenler hayli düşündürücüdür. Her ne kadar
mitolojik bir dille Medya olgusu kavramlaştırılmamış olsa da, özde Helenlerden çok Med gücünün kast
edildiği açıktır. Helen kültürünün Hitit, Hurri, Mitanni, Urartu ve Med ilişkisi araştırılmaya değer bir
konudur. Perslerle ilişki süreci de Heredot Tarihi’nde yoğunca işlendiği gibi, ağırlıklı olarak Med ilişkisi
biçiminde somutlaşmaktadır. Bunda Medlerin Helenlerle komşu olmaları da önemli bir etken
olmaktadır. Đskender’in Helen-Med-Pers çelişkisini çözme tarzı, günümüzde bile incelenmeye ve ders
çıkarılmaya değer bir deneydir. Đki kültürü harmanlayıp tarihi bir sentezi başarmıştır. Doğu-Batı kültür
sentezinin bu denli çarpıcı ve başarılı bir biçimde bir diğer örneğine tarihte ender rastlanmaktadır.
Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı coğrafyada Selefkoslardan sonra yüzyıllarca varlığını sürdürmüş üç
önemli siyasal ve kültürel oluşuma tanık olmaktayız. Bugünkü Adıyaman sınırlarında Samosat
(Samsat) merkezli Komagene, Urfa merkezli Abgar ve Kuzey Suriye’de Palmira’ya dayalı bu
oluşumlar, yaklaşık M.Ö 250-M.S. 250 yıllarına dek tarihlerinin en parlak kültürel dönemlerini
yaşamışlardır. 500 yıllık bu tarihsel evre tüm kültürlerin iç içe geçtiği, dil ve kültür alışverişinin en
zengin biçimde gerçekleştiği, sadece maddi değerlerin değil, manevi değerlerin Ğdinlerin, tanrıların,
fikirlerinĞ alışverişinin de bolca yapıldığı gerçek bir küreselleşme aşamasıdır. Hıristiyanlık, çok sayıda
gnostik mezhep ve çarpıcı Mani öğretisi bu dönemin ürünüdür. Çağın en ilerici dinsel öğretisi olan
Manicilik, Roma-Sasani ayrımına kafa tutan evrensel bir akım özelliğindedir. Doğuş kaynağı Orta
Dicle-Fırat havzası olup dünyanın dört yanına yayılma iddiası ve gücünü gösterebilmiştir.
Hıristiyanlıkla Helenizm eski özünü yitirirken, Bizans’ın yükselişiyle yeni bir aşama kaydetmiştir. Đran’da
Part hanedanlık döneminin yıkılıp Sasani hanedanlığının başa geçmesi, Doğu-Batı çatışmasını
yeniden alevlendirmiş, M.S 200-640 yıllarında bu çatışma süreci her iki uygarlığa çok şeykaybettirmiştir. Çatışmanın tam ortasında yer alan Kürtler için bu bir yıkım süreci olmuştur. Ardı sıra
gelen Arap-islam çıkışıyla Bizans-hıristiyan çatışmaları, tüm Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’yı bir
savaş ve cihat alanına çevirmiştir. Bu dönem aynı zamanda köleci sınıflı toplum uygarlığı yerine,
feodal sınıflı toplum uygarlığına dönüşün yaşandığı ortaçağdır. Artık Doğu-Batı ayrımı din
düşmanlığıyla kalın bir perde haline bürünmektedir. Kültürel alışveriş yerini gittikçe derinleşen
yabancılaşmaya bırakmaktadır. Kafir, gavur kavramları anlam bulmakta, komşu halklar arasına feodal
duvarlar örülmektedir. Đslamın Arap Emevi ve Abbasi dönemlerinde Bizans’a saldırılar, en kutsal cihat
kavramlarıyla yeni bir yaşamın aracı haline gelmektedir. Bizans ise Roma’nın mirasını ısrarla
korumaya çalışmaktadır. Sasanilerin yıkılışıyla tüm Đran ve Orta Asya islama açılmış, Doğu-Batı ayrımı
kalın bir hıristiyan-islam ayrımına dönüşmüştür. Ayrışan dünün komşu dost halkları, kendilerini din ve
mezhep düşmanlığıyla karşı karşıya bulmaktadır. Feodal güçler halkları en anlamsız bir düşmanlık
içine iterek, çıkarlarını yeni sultanlık sistemleri altında güçlü bir ideolojik ve siyasi temelde sürdürmeyi
başarmışlardır. Bu sürecin iki ucunda yer alan islamlaşmış Kürtlerle hıristiyanlaşmış Asuri, Ermeni ve
Anadolu Helenleri olan Rumlar en çok kaybeden halklar olmuşlardır. Din savaşları bu halkları
kültürleriyle birlikte sürekli güçsüzleştirip hakimlerin potası altında erimeyle yüz yüze bırakmıştır. Buna
M.S 11. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri’nin eklenmesiyle daha da içinden çıkılmaz bir hal
almıştır. Zorlanan Arap egemenler, Kürt ve Türk feodal hanedanlarına birçok askeri komutanlık
tanıyarak, onların komutası altında kendilerini güvenceye almaya çalışmışlardır. Kürt Selahaddin
Eyyubi hanedanıyla Selçuklu Türk hanedanlığı artık Bizans, Haçlılar ve Moğollara karşı islamı koruyan
temel güçler konumundadırlar. Kürtler açısından Helenler artık hatırlanmaz, yabancılaşmış bir unsur
durumundadır. Yüzlerce yıllık iç içe olma durumu yerini dinsel yabancılaşmayla yürütülen bir
düşmanlığa bırakmıştır. Đslamın yayılma ve koruma görevini Anadolu’nun içlerine doğru Türkler
devralmıştır. Kürtlerle Rumlar arasına giderek genişleyen kuşaklar halinde Türk boyları girmiştir.
d- Helen-Türk ilişkileri Ortadoğu tarihinin ortaçağdaki en önemli bir parçası, islamı koruma ve yayma
gücü olan Türk sultan ve beylikleriyle, hıristiyan-ortodoksluğun koruma ve yayma gücü olan Helenler
arasındaki ilişki ve çatışmalardan oluşmaktadır. M.S. 1071’deki Malazgirt zaferiyle bu ilişki ve
çatışmalardaki denge Türk boyları lehine değişmiştir. Türk boyları Mezopotamya’dan geçerken,
Kürtlerle işbirliği yanı ağır basan bir politikayı esas almışlardır. Hedef, Anadolu’da yayılmak için Kürtleri
bir islami müttefik olarak değerlendirmektir. Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’nda bu politika çok nettir.
Büyük Selçuklu sultanları daha çok Đran içlerine yayılırken, Anadolu Selçukluları batıya doğru
yayılmaya ağırlık vermişlerdir. Türklerin Anadolu’ya yayılması sürekli Hıristiyan Rum ve Ermeniler
aleyhine gelişirken, kültürel alanda da islamiyet giderek başat bir konum arz etmiştir. Bunda Bizans’ın
köhne feodal yapısı karşısında Türk boy beylerinin daha esnek ve nefes aldırtan yönetimleri de
oldukça etkili olmuştur. Gerek Selçuklular gerek hemen ardından gelen Osmanlı sultanları döneminde,
Anadolu’nun Türkleşme ve islamlaşma kaderi artık belirginlik kazanmış durumdadır. Sıra Balkanlara
gelmektedir. Bu dönemde Avrupa çok tutucu bir feodal dönemi yaşamaktadır. Türkleşme ve
islamlaşma sadece siyasi ve ideolojik üst yapıda yürümekle kalmaz, tabanda da dağ ve ovalarda
sürekli gelişim kaydeder. Üst hakim tabaka daha çok islamın sünni resmi mezhebini ve Arapça-Farsça
ifade edilen bir dili esas alırken, tabanda halk muhalif alevi mezhebini benimsemekte ve arı Türkçe
dilini kullanmaktadır. Yayılma sınıflaşmayla iç içe gelişmektedir. Đstanbul’un 1453’de fethiyle Helenizm,
tarihinde en büyük geri adımlarından birini daha yaşar. 2000 yıllık bir yerleşme yenilgiyle
sonuçlanmıştır. Sıra Helenlerin tüm yerleşim alanlarının fethine gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet’le bu
süreç 1470’lerde tamamlanır. Karadeniz’deki Pontuslar da egemenlik altına alınır. Osmanlı politikası
derinliğe işlemekten uzaktır. Dinsel ve kültürel özelliklerini ağırlıklı olarak korurlar. Fener
Patrikhanesi’ne özgürlük tanınır. Kilise en güçlü kurum olarak varlığını sürdürür. Yunan köylüleri isyan
konumundan uzaktır. Rum tüccarlar imparatorluk içinde etkilidirler. Batı Avrupa’da yükselen kapitalist
uygarlık ilk elde Helenleri de etkisi altına alır. Avrupa’da belli bir saygınlığı olan ve gittikçe adeta
yeniden keşfedilen Helen uygarlığı, milliyetçi duyguları kabartır. Kilisenin öncülüğünde 1821 Mora
Đsyanı’yla modern çağı yeni bir aşama olarak yaşamaya başlar. Adeta uykudan yeni uyanmış sersem
birisi gibidir Helenizm. Büyük tarihsel geçmişin ardından içine düştüğü durumu bir türlü kabullenemez.
Gittikçe derinleşen bir Türk sendromuna tutulmuş gibidir. Türk-Helen ilişkileri hem Batı Avrupa’nın hem
de Rusya’nın etkisiyle gittikçe gerginleşir. Đlk fırsatlar ele düştüğünde kaybettiklerini yeniden
kazanmaya çalışır. Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküş çağında bu hırs daha da bilenir. 1914 I. Dünya
Savaşı öncesi ve sonrasında tarihi fırsat doğduğuna inanılır. Balkan Savaşları’nda kazandıklarıyla
yetinmez. Sıranın Anadolu’nun yeniden fethine geldiğini düşünerek Đzmir işgaliyle bu konuda adım
atılır. Ankara önlerine kadar Helenizm bir kez daha şansını dener. Fakat karşısındaki Mustafa Kemal
gerçeği bu şansa fırsat tanımaz. Batılı güçlerin ihanetinin yarattığı zayıf durumla Doğu’da Ermeniler,
Batı’da Rumlar kendilerini trajik bir durumla karşı karşıya bulurlar. Aslında yüzyıllardan beri Ermeni,
Rum, Türk ve Kürt halkları barış içinde bir ortak yaşam geleneği sağlamışlardır. Üst burjuva feodal
tabakanın çıkar hırsları olmasaydı, bu halkların iç içe, dostça ve barış içinde yaşamları sürüp
gidebilirdi. Kapitalizmin milliyetçi hastalığı bu kutsal dostluğu adeta zehirleyip feodal dinbozulacak geçici ve aldatıcı ateşkes ittifakları ve sahte barış girişimleridir. Barışın ve dostluğun kalıcı
zemini, kapsamlı demokrasi rejimlerinin varlığıdır. ‘Ne kadar demokrasi, o kadar barış’ formülü
gerçekçidir. Her alanda geçerli olan bu formül, Türk-Helen ilişki ve çelişki alanı için de fazlasıyla
geçerlidir.
Sonuç olarak, tarihte karmaşık ve trajik bir yapıya sahip Helen-Kürt-Türk ilişkilerindeki diyalektiği göz
ardı etmemek büyük önem taşır. Doğu-Batı çekişmesinin karşılıklı cephe kültürlerini temsil eden bu
halklar, yoğun ilişki ve çelişkilerini günümüze kadar taşımışlardır. Binlerce yıllık Doğu mirasına
dayanan Helen kültür oluşumu, insanlığın zihniyet yapısına felsefeyi yerleştirerek büyük bir katkının
sahibidir. Doğu-Batı sentezini en kapsamlı gerçekleştiren kültürüdür. En son hıristiyanlık dini düşünce
biçimini Avrupa’ya taşırarak, Avrupa uygarlığının doğuşuna beşiklik etmişlerdir. Türkler ise, feodal
Đslam Devrimi’nden güç alıp vererek, bununla Anadolu’dan Orta Avrupa’ya kadar feodal uygarlığın son
ve en güçlü temsilini yapmışlardır. Helen uygarlığı nasıl köleci sistemin en son büyük yaratıcı gücü ise,
Türk-Đslam uygarlığı da feodal sistemin en son yaratıcı gücüdür. Bu iki gücün yaklaşık binyıl süren
boğuşması, en son Helen ve Türkiye Cumhuriyeti’yle sonuçlanmıştır. Helen kültürünün şafak vaktinde
Kürt-Medlerin rolü nasıl önemliyse, Türkiye kültürü ve cumhuriyetin kuruluşunda da o denli
vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Günümüzde her iki cumhuriyet, Ege ve Kıbrıs konularında barış ve
dostluk aramaktadır. Artık yıkıcılık dönemini aşıp yeni bir yaratıcılık dönemine geçiş, gerçekleşecek bu
barış ve dostluğa bağlıdır. Bu ise, tarihsel diyalektiğin gösterdiği gibi, Kürtlerin özgürlüğünden
geçmektedir. Bana yönelik komplonun çözülmesi ise bu özgürlüğün kaderini belirleyecektir.