HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Atina üzerinde 1 Şubat 1999’da uygulama sürecine konulan komplo şahsında, Kürt olgusu ve ondan
kaynaklı sorunları bir ikilemle karşı karşıya getirdi: Ya intihar, ya yeni yaşam koşullarını özde ve
biçimde yaratabilmek! Medyada işlendiği tarzda ‘paketlenip’ Ankara oligarşik yönetimine teslim
edildiğimde, dünya çapında etkili ABD hegemonik sistemi beni daha iyi tanıyor ve ne yaptığını
biliyordu. Đster ölü ister diri kalmanın kendi sistemi içindeki sonuçlarını hesaplıyordu. ABD ve Yunan
oligarşisi fazla yaşayabileceğime ihtimal vermiyorlardı. Đntihar veya değişik bir ölüm biçiminin güçlü bir
olasılık olduğuna emindiler. Başlangıçtaki beklentili halleri de bunu kanıtlıyordu. Beni teslim ederken
hiçbir güvence öngörülmüş değildi. Halk deyişiyle ‘Eti de senin, butu da senin’ tutumu içindeydiler.
Hem örgüt hem de halk içindeki azami seviyeye çıkarılmış karşıtlık duyguları intihar eğilimine yatkındı.
PKK beş bine yakın elemanlarını intihar kararlılığıyla eyleme sürmeye hazırlanırken,Türk kamuoyu
kısa süre içinde idam-infaz beklentisi içine sokulmuştu. Kendini yakma eylemleri devam ediyordu. ABD
ve yakın müttefikleri olarak Đsrail ve Yunanistan, Türkiye’nin içine gireceği bu yeni intiharvari karşılıklı
öldürme furyasında, kaosunda, en azından onlarca yıllık bir kargaşa, ekonomik iflas ve intikam
hisleriyle dolu bir dönem içinde kendi politikalarının başarı şansını yüksek görüyorlardı. Hem Kürt hem
de Türk şoven milliyetçi hisleri kabardıkça, içinden kolay çıkılamayacak bir kör çıkmazın sonunda her
iki tarafın da kendilerine bağlanacağından emindiler. Bağlanmaktan başka çare göremiyorlardı.
Geleneksel ‘böl-yönet’ veya ‘tavşana kaç, tazıya tut’ politikasının sonuç vermemesi düşünülemezdi.
Kaldı ki, son 15 yıllık süreç bu politikanın bütün ipuçlarını vermişti. Hem Türkiye hem de Kürtler dalga
dalga sistemin kollarına atılmaktaydılar. Başka yolları kalmamıştı. 1920’lerin gündemleştirilmiş bir
versiyonuyla, tarih tekerrür edilmek istenir gibiydi. Đngiltere zaten bu yıllardaki tecrübesi ile işin can
alıcı noktalarını bizzat planlayıp uyguluyordu. PKK’nin yeni bir önderlik altında kendine bağlanıp,
kendine bağlı bir işbirlikçi Kürt milliyetçi hareketiyle 1920’ler politikasını, 1990’larda Irak üzerinde
uygulama çabasındaydı. Irak’ın 2003’te içine düşürüldüğü durum bu politikanın güçlü temelleri
olduğunu gösteriyordu. Şahsımda bir Şeyh Saitçilik oynanıyordu. Öyle ki, idam kararım Şeyh Sait’in
idam edildiği 29 Haziran 1999’da verilmişti.
Bu gerçekler karşısında intiharı seçemezdim. Dayanılması zor koşullar karşısında, Kemal Pir’lerin
anısı gereği, ölüm orucu düşünülmedi değil. Daha uçaktayken, tek kelime konuşmadan bu yolu
denemek akla gelmedi değil. Ama geliştirilen oyunun da tam bunu beklediği ve oyunu oynayanların
karanlıkta kalacağı, ölmemesi ve öldürmemesi gereken insanların öleceği ve birbirini öldüreceği, belki
de etkisi yüzyıllara yayılabilecek bir intikam sürecinin birlikte yaşam kültürü güçlü olan halklarımız
arasında yeşereceği gerçeği, kişisel intikam hisleriyle ve acılarıyla kendi sonumu getirmeye hakkımın
olmadığını açıkça dayatıyordu. Trajedim ne kadar acı ve hak edilmedik olsa da, bazı değerler için
yaşama gücü göstermeliydim. Önemli olan benim kişisel onur ve gururum değil, sistematik değerlerin
hesabını doğruya yakın yapabilmek ve fırsatı olursa karınca kararınca hayata geçirebilmekti. Yaşam
kararlılığım ana hatlarıyla bu biçimde oluştu.
Açık ki, hem öz hem de biçimde beni tepeden tırnağa bir gözden geçirme ve dönüşüm görevi
bekliyordu. Yaşamam bu görevin başarısına bağlıydı. Tutukevlerinin zor koşullarına karşı, bu
dönemde ölümüne direnişler boy gösteriyordu. Benim koşullarım daha ağır olmasına rağmen, çıkışı bu
biçimde yapmamın gerçekçi ve doğru olamayacağının ve sonuç da vermeyeceğinin bilincindeydim.
Örgütü ve halkı kendim için ayağa kaldırmamın da doğru bir tavır olamayacağını düşünüyordum. Bu
yönlü yaklaşımların, düşünülen oyun gereği ezileceği öngörülmüş ve onay verilmişti. Tüm diri öğelerin
tasfiyesi, planın bir gereğiydi. Soyut bir şoven milliyetçilik politik olarak sürdükçe, her şeyi buna kurban
etmekten çekinmeyecekti. Đşbirlikçi ilkel Kürt milliyetçiliği ve PKK hainleri ellerini ovuşturarak bunu
bekliyorlardı. Böyle yapmadığım taktirde ise, “APO direnmedi, derin devlete teslim oldu” türünden
yaklaşımlarla ortamı istismar etmeye çalışacaklardı. Bunlara alet olmamalı, fırsat vermemeliydim.
Kaldı ki, Kemal Pir ve Mehmet Hayri Durmuş başta olmak üzere1982 Büyük Ölüm Orucu Şehitlerine,
yine Mazlum Doğan ve Ferhat’ların anısına bağlılık; Onları taklit etme biçiminde davranmak yerine,
özgür yaşamın daha gerçekçi ve onurlu bir çıkışını emrederdi. Sonuç olarak yaşam kararlılığı
kesinleştikten sonra, büyük dönüşüm sürecine cesaret edecektim. Tarihte özellikle Ortadoğu
kültüründe bu tür süreçler dönüşüm örnekleriyle doludur. Ha Eyüp gibi bir mağarada, ha Zerdüşt gibi
dağ başında inziva ve çileye çekilmişsin, ha Đmralı Tek Kişilik Tutukevine kapanmışsın; özünde fark
yoktur. Sorun dönüşümün niteliksel özelliklerini geliştirebilmekteydi. Şimdiye kadar ki tüm değişim ve
gelişim deneylerimi aşan özellikler kazanmadıkça, büyük çile sürecinden sağlam ve doğru çıkmam
anlamlı olmayacaktı. Benim sorumluluğum altında oluşan muazzam acılar ve umutlar yüklü değerlere
layık olmak da bu gerçekleşmeye bağlı olacaktı. Söz konusu olan, kişiliğim temelinde bireyi, kurumları
ve çözülen zihniyeti bağrında taşıyan sistemi görebilmek; bununla da yetinmemek, o sistemi aşmak ve
yeni sistemi gerçekleştirmekti. Ana hatlarıyla teorik ve bazı uygulama örnekleriyle kalın çizgiler halinde
bu süreci özetlemeye çalışırsam:
a- Her şeyden önce kişiliğimin ilginç bir özelliğinin sistematik karakter hastalığında olmasıdır. Bir
sistemi tam aşamadıkça, kendimi sürekli kriz içinde bulmam söz konusudur. Yüzeysel ve doğruluğu
kuşku götüren değerlerle uzun süre yaşamanın, özüme ters bu şüpheli yaşamın doğal bir sonucu
olarak, beni hep arayışa zorlaması söz konusuydu. Bu ise, evrenden tutalım bir toz zerreciğine kadar
her şeye doğru bir anlam vermedikçe rahatlamayacak bir karakter, mizaç taşımak anlamına geliyordu.
Tüm yaşam evrelerimi gözden geçirdikçe, bu hususu kalın bir çizgi gibi görüyordum.
Aile ve köy toplumunda kendimi tanımaya başlar başlamaz, doğru olan nedir sorunsallığıyla karşı
karşıya geldim. Sonuç, aile ve köy gelenekleri yerine, kendi çocukluk hayallerim yüklü ‘özgün
yasalarımı’ sezip yaşamaktı. Bilinen köy-aile isyancılığı bu özellikte gelişmişti. Topluma, şehre
açıldıkça, durum daha da sancılı bir hal aldı. Đlk genel ideoloji olarak dine sarılmak, çokçasında olduğu
gibi bende de ifadesini buldu. Đlk, orta ve lise sürecinde dinsel yanı ağır basan duygulu, mümince bir
yaşamı esas aldığım da itiraf etmem gereken bir husustur. Fakat Ankara’daki okul, Dev-Genç
hareketliliği, ilkel Kürt milliyetçi yansımaları bendeki krizi daha da derinleşecekti. Tüm bu süreçleri bazı
öğretmenlerim fark etmiş olup, yardımcı olma çabaları da vardı. Yaşanan sistematik düzeyde olduğu
için, bu çabalar yeterli gelmiyordu. 1970’lerde Kemalist Türkiye modernitesi çatallaşma sürecindeydi.
Bir yandan daha radikal sol çıkışlar, diğer yandan şoven milliyetçi ve dini ağırlıklı siyasal çıkışlar her
genci olduğu gibi beni de etkisi altına almakta gecikmeyecekti. Klasik Kemalizm’in etkileri sınırlı
kalmıştı. Yeni ideolojik-politik akımların etkisi altında daha da zorlanmakla birlikte, yeni bir karar süreci
yaşıyordum. Kürtlük ve dinsel kuşkuculuk peşimi hiç bırakmayan iki katı gelenek olmaya devam
ediyordu. Sol ideolojiye yönelmemde bu gelenekleri aşarak değil, yadsıyarak aşma kolaycılığı, kuşkulu
yapımı daha da derinleştirecekti. Kürt ilkel milliyetçiliğine düşmemek kadar, dinci özelliklerimi de yeni
gelişen dini siyasi akımlara kanalize etmemek önemli olmakla birlikte, yeterli bir çözüm değildi. Okulu
bitirmekle, küçük bir memurlukla tatmin olacak yapıda değildim. Üniversiteyi okumam sol çıkış için bir
basamak yapmaktan öteye bir anlam taşımıyordu. Dönem aynı zamanda sol parçalanmayı yaşıyordu.
Eylemler patlak vermişti. Eylemciliğin, karakterimin sistem analizi dışında, benim açımdan
değerlendirilebilecek bir özelliği yoktu. Militanlık hevesleri tatmin etmiyor, bir taklit karikatürü olmaktan
öteye anlam ifade etmiyordu. Mevcut sol ortam içinde, dürüst bir sempatizanlıktan öteye
gidemiyordum. 12 Mart hareketinin solda yarattığı boşluk, hiç hazır olmadığım halde, beni bir gençlik
önderliğiyle yüz yüze bıraktı. Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) yönetimi ve fiili
başkanı gibi bir konum, liderlik konumunu da önüme koydu. Daha önceleri sempatizanlığım, siyasi
yanı ağır basan THKP-C’ye yönelikti. THKO kaldırabileceğim bir yapı gibi gelmiyordu. Fakat arta kalan
THKP-C sempatizanları yeni örgütlenmede tutarsız kalınca, çıkışı bir sol Kürt hareketinde aramam ve
bunun bizzat sorumluluğunu üstlenmem kaçınılmaz oldu. 1972-73’te bu kararlılık kesinleşince, gerisi
pratik çabaydı. Bu kararlılığı çözdüğünüzde, hem Kürtlüğün hem de sol temelinin genel bir çizgi
slogancılığını aşamadığı görülecektir. O koşullarda dünya çapında Marksizm’in, solun yaşadığı kriz
göz önüne getirildiğinde, slogancılığı aşmak kolay değildi. Kısır tartışma ortamıyla oyalanmaktansa,
ana hatlarına emin olduğum bir Kürt Özgürlük Hareketinin, ne kadar maceralı gibi görünse de,
sonucun verimli olacağından kuşkum yoktu. Çünkü Kürt olgusu özgürlüğe, bin yıl suya hasret topraklar
gibiydi. Bu tercihe başta Kemal Pir ve Haki Karer gibi çok değerli Türk kökenli arkadaşlar da derinliğine
inanmışlardı. Onlar çıkışımızın soy damarıydılar. Yaptığımız yolculuk tipik bir inanmış mümin
yürüyüşüne benziyordu. Ortadoğu’daki tüm zorlanmalar bu temeli değiştiremedi. Diğer yandan
Avrupa’nın dayattığı eritmeye karşı da direnildi. Ortadoğu’nun feodal karakterini aşmamış politik
oyunlar ortamıyla Avrupa’nın çekici-eritici ortamı arasında uzun süre direnilmekle birlikte, derinliğine
bir dönüşümü yaşamamız söz konusu olmadı. Klasik Vietnam veya Küba türü hayallerimiz de hiç eksik
olmadı. Sovyetler çözüldüğünde bile, tüm eleştiri-özeleştiri çabalarına rağmen, dönemi başarıyla
aşacak sistematik yeniliği yakalamaktan uzaktık. Giderek sıkıştığım bir gerçekti. Ama inatçı bir çabayla
ne ABD ve AB’ye, ne de bir Ortadoğu devletine yönelik teslim olma eğilimine itibar edilmedi. Özgün
kalmak daha anlamlı ve özüme denk geliyordu. Đki binlere doğru daha çok mevcut hareketliliği ve bu
temelde onuru korumak, gerisine fazla aldırış etmemek veya kaderci-dogmatik bir anlayış içinde gün
saymak gibi geçiyordu. Ortadoğu’daki son dönemime damgasını vuran gerçeklik buydu. Hiç rahat
değildim. Kadın özgürlüğüne daha fazla yönelmem söz konusuydu. Belki bu kanaldan bir çıkış
bulabilirdim. Çünkü yeni düşüncelere daha açık, doğurgan bir alan gibi geliyordu.
Geneldeki sol düşüncenin Sovyet reel sosyalizminde yaşadığı çözümsüzlük ve çözülüş, temelindeki
derin boşluklara bağlıydı. Benim yaşadığım da bununla ilintiliydi. Kürt sorununa uygulanış sınırlı
sonuçlar vermiş, fakat derin bir uçurumun kenarına da getirmişti. Her ne kadar bu sosyalizm türüne
yönelik baştan itibaren eleştirisel yaklaşılmışsa da, köklü bir dönüşüme uğratmaktan uzaktık. Köksüz
bir mezhepleşme tehlikesini içeriyordu. Tarihsel temelden yoksunluk, geleceğin peygamberce
dogmatik öngörüsü, dünyevileşmiş bir materyalist dini anlayış durumuna düşürmüştü. Feodalizmin
güncelleşmiş dini-siyasi akımlarıyla kapitalizmin yeni liberalizminin kenarından bile yürümek
istemiyordum. Daha derinleşmiş kuşkular ve kurumayla yüz yüze bir zihniyette, gelişemeyen
duygularla yüklü, olabildiğince trajik bir pratiğin başında ayakta kalmayı tam bir onur savaşına
dönüştürmüştüm. Başarı ve çözüm, pratikten ve sistemin içindeki gelişmelerden bekleniyordu. Halbuki
her iki alan, kriz derecesinde bir bunalımı yaşıyordu. Her yönüyle bir kilitlenme durumuna gelmişti.
Fakat doğa durmadan değiştiğine göre, toplumsal gerçeklik de değişecekti. Tıkandığı noktalardan,
çözüme zorlanacaktı.