HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
b- Đmralı sürecine bu gerçeklik temelinde gelindi. Önemli bir tarihsel kesit yaratılmasına rağmen, kendi
sistemini yaratmaktan uzaktı. Her tarafa kullanılabilecek bir malzeme durumundaydı. Türk Devletinin
sorgulama yapan güçleri, sanıldığı gibi fazla geri değillerdi. Kilitlenme kadar çözümün de benden
geçtiğinin oldukça farkındaydılar. Kaba bir yaklaşım içine girmemekle birlikte, tam bir sistem savaşıyla
yüz yüze bıraktılar. Kendi deyişleriyle, her şeyi ben yapmak durumundaydım. Bir yanıyla doğruydu.
Diğer yandan ise, tüm dünya karşısında tek başına bırakılmıştım. Đçine düşürüldüğüm bu durumumda,
‘yeni dünya adaleti’ kendini bütün çıplaklığıyla gösteriyordu. Özellikle ABD küreselciliğinin (yeni) ilk
kurbanlarındandım. Aslında Türk-Kürt olgularının, basit bir kullanım değeri taşıdığı anlaşılıyordu.
Sorunun özünün bir Kürt-Türk çelişkisinden ibaret olmadığı kendini bütün yönleriyle gösteriyordu.
Đkinci, üçüncü kategorilerden çelişkiler olduğumuz ortadaydı. Dar bir ulusalcılık ve sınıfsallık bu
yüzeysel çelişkileri ifade ediyordu. Sistemli olamadığımız, karşı-sistemlerin içinde kaldığımız inkar
edilemez bir konum arz ediyordu. Đstediğiniz kadar ezilen ulusçu veya sömürülen sınıfçı olduğunuzu
iddia edin, pratik sizi karşıt sistemin basit bir avı halinde tutmaktan öteye taşımıyordu. Eğer
yaşadığınız sistemi köklü gözden geçirmez, alternatifini geliştiremezseniz, bu konumu
aşamayacağınız da ortadadır. Kocaman Sovyet sistemini kullanan emperyal hegemonik sistem, bir
Kürt-Türk ilişkiler ve çelişkiler odağını haliyle kullanacaktı. Öyle yaptığı da bütün marifetleriyle
karşımdaydı. Bu durumu sadece dostların, PKK’nin eksiklikler ile izah edip aşmak gerçekçi değildi.
Hatta görünür komploculara bağlamak da yeterince bir izah olamazdı. Ne kadar Kürt, Türk, Arap
çözümlemesi yapılsa da durum yine aşılamazdı. Buralardan dünya hegemonik sistemini çözmeye
yönelmedikçe, içinde kıvranmaktan kurtulunmayacaktı. Benim durumum her yönüyle bir sistem
çözümünü dayatıyordu. Öyle sıradan parçasal, farklı zaman-mekan çözümlerini değil; bütünsel
derinlikli ve tüm boyutlarıyla bir evrensel çözümü dayatıyordu. Bu tür bir çabaya ve düşünsel
yoğunlaşmaya yöneldim. Tümüyle etli butlu olmasa da, kendi sisteminin iskeletini oluşturduğum
kanısındayım. Evrensel bakış açım, mevcut bilimsel bilgi düzeyini rahatlıkla karşıladığı gibi, hiçbir
gelişme karşısında şaşmayacak bir olgunluğa ulaşmış seviyededir. Yaşam-ölüm diyalektiğinde tüm
gelişim evrelerini yorumlayabilecek ve karşısında yeterince cesaretle durabilecek durumundayım.
Dönüştürdüğüm sadece bilimsel zihniyet yapısı değildir. Đnsanlık tarihi boyunca yaşanan mitolojik, dini,
felsefi ve bilimsel düşünce tarzlarının iç içe diyalektik gelişmesini zihniyetimin temel kalıpları haline
getirmişim. Buna sağlam mantık yapısı da denilebilir. Bu mantık yapısı içinde toplum, doğa ve evren
kavramına şüpheli karakterimi doyurabilecek denli bir derinlik, doğruluk kazandırmış durumdayım.
Benmerkezli bir düşünce yapısı veya hastalığından kurtulmuş durumdayım. Ta çocukluktan beri en
güçlü baba, kabile, aşiret, ulus, devlet vb. kavramlarla kendini özleştirme, tekleştirme hastalığı, aslında
insan psikolojisindeki en derin bir zaafı da teşkil ediyor. Belki de canlılar aleminde kendi başına
yaşayamayacak denli zayıf bir hayvan olan insan türü, bu zayıflığını toplum olmak ve toplum olmakla
da kendini onun bir kategorisi (aile, hanedan, devlet, ulus, aşiret) olan biçimler altında tanrısal bir yansı
haline getirmekle benleştiriyor, tekleştiriyordu. Aslında tek tanrılaşmayla, benlikte bir zirveleşme ve
kendini gizleme söz konusudur. Buradan çıkarak firavun tarzından son ABD tarzına kadar bir uygarlık
gücü halinde korkunç güçlendirmesine varıyor; temel insani zayıflığı böyle yanıtlıyor. Tabii bu tür
tanrısallaştırmayla hastalık aşılmıyor, tüm insanlığı tehdit edecek bir genelliğe ulaşıyordu.
Ortadoğu kültüründeki büyük çile dönemleri, özünde bu yapıyı kırmaya yöneliktir ve çok zengin bir
içeriğe sahiptir. Sosyal mücadele tarihini Batıda aramak, aslında özümüze saygısızlıktır. Her tür sosyal
ve çevreci mücadelecinin binlercesine Ortadoğu kültürü tanıdıktır. Descartes, Marks, Lenin vb gibi
Batının son 500 yıllık birikimleri bu kültür karşısında zayıf kalır. Batının üstünlüğü, eleştirisel-diyalektik
düşünceyi sistemli ve sürekli uygulamasından ileri gelmektedir. Buna rağmen bireycilik hastalığını
aşamadığı gibi, insanlığı genelleşmiş bir firavunlaşma sistemi içine atmaktan öteye gidememiştir.
Sümer rahip birey ve devletinin aynısını temsil etmektedir. Yalanlı ve kanlı uygarlığı esas olarak
aşamamıştır. Sistemin ya tek tanrının hiçleşen kulları ya da tanrısallaşan insanlar üretmekten öteye
gitmediği anlaşılmıştır. Kendi çözümümde, Batı uygarlığı dahil, Sümerlerden beri süregelen bireydevlet ikileminin tüm sorunların kaynağını teşkil ettiği ve son on yıllardan beri gittikçe derinleşen bir
krizi yaşadığı biçiminde bir anlayışa sahibim. Bu ikilem tüm ekonomik ve ideolojik toplum
yapılanmasını cenderesine alan temel çelişkiyi teşkil etmektedir. Çelişki serf-derebeyi, köle-efendi,
işçi-patron arasında olmaktan öteye, tüm resmi sınıflı uygarlık sistemi ve cenderesine aldığı herkes ve
her kurum arasındadır. Sınıf sorunları, çevre, kadın (cinsiyet) sorunundan etnik sorunlara kadar tüm
toplumsal sorunlar bu sistem çelişkisinden kaynağını alır. Fakat devlet sahibi sosyalite kendi sistemini
kurmasına karşın, devletle çelişki halindeki tüm sosyalite yapıları kendi bileşik sistemlerini kurmaktan
uzaktırlar. Devlet sistemlerinin sürekli gittikçe yoğunlaşan ve bileşik özellikleri karşısında, söz konusu
sorunları yaşayanlar, gerek uğradıkları zor, gerekse ideolojik saptırımlar yoluyla sistematik düşünce
yapısına ve toplumsal kurumlara ulaşmaktan yoksun bırakılmışlardır. Bilinç ve iradenin parçalanmış
hali sürekliliği ve bütünsel bir kurumsallığı oluşturamamakta; tarih boyunca sergilenen büyük özverilere
rağmen, sistematikliği sağlayamamaktadır. Çoğunlukla devlet sosyalitesinin iç çelişkilerinin bir aleti
olarak kullanılmaktan kurtulamamaktadır. Bu haliyle devlet ve dayandığı sosyalite, zayıf bacaklar
üzerinde şişen bir gövde ve dev başına benzemektedir. Gerçek bir toplumsal kanserleşme
yaşanmaktadır. Devletin bu haliyle yürüyemeyeceği gerçeği, sistemin motor gücü ABD’nin yeni küresel
hamlesine yol açmıştır. Sistem, karşıtlarınca çözümlenemeyince, kendi içinde çözüme gitme
çabasındadır. Son Irak operasyonu bu bağlamda anlam ifade eder. Çözüm bulanacağı da kuşkuludur.
Sistemin buna yetenekli olup olmadığı yoğun tartışılmaktadır. Fakat bizim tartışmamız bunu aşmak
zorundadır.
Mevcut sistem dışı bir sistem tartışmasında vardığım sonuç, toplumun değişim-dönüşüm çabalarında
devletçi tüm yaklaşımları aşmak biçimindedir. Devlete götüren tüm düşünce ve hareket yapıları,
iddiaları ne denli eşitlikçi ve özgürlükçü olursa olsun, ters sonuç doğurmaktan kurtulamazlar. Son
Sovyet deneyimi iyi bir örnektir. Devletçi sosyalizmin olamayacağı kanıtlanmıştır. Marksizm’in temel
zaafı bu gerçeklikte yatmaktadır. Ezilen sınıf diktatörlüğü de dahil, her devlet doğalında eşitsizlik ve
özgürlükle sonuçlanmak durumundadır. Çünkü devletin temel mantık ve dokularında bu gerçeklik
esastır. Eşitleştiren, özgürleştiren devlet olamaz. Fakat bu demek değildir ki, sınırlı eşitlik ve özgürlük
amacına hiç katkıda bulunamazlar. Mevzii ve dönemsel bu tür özellikleri kazanabilirler. Ama bu
özellikler asli olmayıp geçici karakterdedirler. Dolayısıyla devlet dışı sosyalitenin, kendine uygun
zihniyet ve siyasal yapılanmaları oluşturma görevi vardır. Tarih boyunca birçok mezhepsel ve etnik
adımlar atıldıysa da, bir sisteme ulaşılamadığı açıktır. Köleci, feodal ve kapitalist çağdaki tüm
ezilenlerin hareketleri muazzam deneyimler yaşamalarına rağmen, sistematik, sürekli gittikçe
yoğunlaşıp kurumsallaşan geleneklere ulaşamadılar. Varolanlar parçasal ve adeta müzelik
konumdadır. Buna rağmen tüm insanlığın devlet sosyalitesince yutulduğunu, hiçbir gelenekten eser
kalmadığını iddia etmek sübjektivizm olur. Bu, aşırı abartma ve küçülmek anlamına düşmek olur.
Gerçeklik biraz daha farklıdır.
Ezilenlerin tümünün, bir dağ ve orman kovuğundan çöl kabilesine, köleden işçiye, cinsiyet ezileninden
çevreciye, çocuk, genç ve yaşlı katmanlaşmasına kadar bileşik bir sistem arayışına hiçbir dönemle
kıyaslanmayacak kadar ihtiyaç vardır. Devlet sosyalitesinin zihniyet ve siyaset-askerlik yöntemlerine
düşmeyen, o sınırlara koşmayan, kendi doğalarına uygun hem zihniyet hem de politik yapılanmalarını
oluşturmaları gerekir. Bu temelde tarih ve gelenek, araştırma ve bilinçlendirme, mantık kazanma
çabalarıyla en geniş Demokratik Ekolojik Toplum Koordinasyonlarını teşkil etmeleri gerekir. Klasik sol
ve liberal kalıplarla hiç vakit harcamamak, verimlilik ve boş çarpıtmalara uğramamak açısından
önemlidir. Küresel sistem bunalımına karşı küresel bir demokratik ekolojik hareket insanlık için gittikçe
aciliyet kazanmaktadır. Mücadele biçimleri olarak klasik sol dönemde olduğu gibi devletle
çarpışmamak kadar, devlete koşmamak da ilkesel bir değere sahiptir. Ne devletle çarpışarak, hatta
onu yıkarak, ne de devletle sorunlar çözümlenir. Tersine, ‘ne kadar devlet, o kadar sorun’, yine ‘ne
kadar az devlet, o kadar çok çözüm’ formülü daha gerçekçidir. Devletten uzak durmak, gerekiyorsa
demokratik-ekolojik toplum çabalarında sınırlı bir uzlaşmadan öteye gitmemek büyük önem taşır. Son
150 yıllık sosyalizm çabalarının iflas etmesinde, devlet yaklaşımları belirleyici rol oynar. Milyonlarca
kahramanın ölümü, emek çabaları bu ideolojik ve siyasi körlükten ötürü sonunda emperyalizme hizmet
etmekten kurtulamamıştır. Birçok ezilen ulus ve sınıf hareketi bu tür yaklaşımların kurbanı olmuştur.
300 yıllık Roma Đmparatorluğuna direnen yoksulların hareketi, Hıristiyanlık devlete yöneldiğinde
yozlaşıp engizisyona kadar gitmekten kurtulamamıştır. Zerdüşt’ten Mani’ye, Nuh’tan Đbrahim ve
Muhammet’e kadar çözüm araçları, Sümer rahip devletine doğru koştukça, kurtarmak iddiasında
oldukları insanlığı aslanlara yedirmekten öteye gidememişlerdir. Bu yaklaşım, Leninist tarzı bir
emperyalist devlet yıkıcılığı ve proleter diktatörlük kuruculuğuna götürmüştür. Leninizm’in düştüğü
durum da aynıdır. Maoizm ve benzerleri de aynı geleneği paylaşırlar.
Yeni demokratik-ekolojik arayış, rijit, kesin sınıf, ulus ve devlet kategorilerinden hareket etmez.
Umudunu salt geleceğe taşımaz. Kuru bir geçmiş inancına da dayanamaz. ‘Tarih ve gelenek neyse,
günümüz ve gelecek odur’ büyük ilkesine göre düşünme ve davranmayı bilmek gerekir. TARĐH VE
GELENEĞĐ NE KADAR DOĞRU BĐLĐYORSAN, GÜNÜMÜZ VE GELECEĞĐ, BU TARĐHĐ
ĐÇSELLEŞTĐRDĐĞĐN DE ÜSTÜNE EKLEYECEĞĐN KADAR DEĞĐŞTĐREBĐLĐR,
DÖNÜŞTÜREBĐLĐRSĐN. Değişim ve devrimin altın kuralı, bu büyük harfli formülün uygulanmasından
geçer.
Ötekiyi tanımak, zihniyet dönüşümünde diğer önemli bir ilkesel yaklaşımı ifade eder. Firavunlaşma,
yani kendini devletle tanrı yerine koyma, tüm siyasi hastalıkların özüdür ve karşısındakileri küçük, kul
gibi görmeye zorlar. Günümüzde bu hastalık, Nemrutlar ve Firavunlar döneminden daha az yoğun
yaşanmıyor. Dolayısıyla ötekiyi bir kul, etkisiz bir varlık gibi değil, eşit ve özgür bir diyalektik öğe olarak
görmeyi gerektirir. Doğaya ve çevreye boş, şuursuz varlıklar olarak değil, evrensel yasaların ahengine
göre yaşayan varlıklar olarak, ilkçağ insanının kutsallığı içinde bakmayı gerektirir. Bunlarla birlikte kanlı
uygarlığın daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği cinsellik, kadın, çocuk ve yaşlılara; sınıf, din ve
tarikat gibi daha toplumsal kategorilere de aynı zihniyet perspektifinden yeni ve geliştirici bir yaklaşımı
esas alır.
Eylem ve örgütlenmede zorunlu meşru savunma dışında zora başvurmaz. Büyük ayaklanmaları
yöntem olarak seçmez. Bunu tümden reddetmese de, esas olarak bilinçle dolu toplum biçimlerini esas
alır. ‘Ne kadar akıl-duygu gücü, o kadar toplum ve hareket gücü’ ilkesine bağlı olmak esastır. Duyguya
dayanmayan aklı devletçi sosyalitenin acımasız bir kalıntısı sayar. Kadının duygu yüklü zekasına
çözümleyici yüce bir değer verir. Çocuk hayallerine en az akıllı bilgelerin düşünceleri kadar anlamlı
yaklaşır. Yaşlıların tecrübelerine sürekli saygılı yaklaşır. Gençliğin coşkusundan hayatın hiçbir
döneminde vazgeçmez. Đyi olan güzeldir, güzel olan iyidir. En gelişmiş zeka ve türettiği kavramlar
güzelliğin özünü oluşturur. Đlkesel yaklaşımı esas alır. Yaşama gerekli coşkuyla yaklaşırken, ölümü
yaşamın bir bedeli olarak görür ve yersiz korkuyla karşılamaz. Ne kadar anlamlı yaşamdan yanaysa, o
kadar anlamsız ölüme karşıdır. Ölüme ancak anlamlı yaşamın gereği olduğunda cesaretle göğüs
gerer.
Đdeolojik sistem dönüşümümün ana çizgilerini böyle formüle etmek mümkündür. Şüphesiz bu yeni
paradigma yaşama bundan sonra daha derinlikli, evren, doğa, toplum yasalarını görerek bakmak ve
yaşamak anlamına gelir