1971’in sonlarına doğru İstanbul Hukuk’a kaydımı yaptırdım, ama hiç okula gitmedim. Bakırköy’de bir kadastro memuruydum. Avcılar’a doğru Şambayat köyü müydü, öyle bir köyde iyi bir kadastro memurluğu yaptım. İşte biraz orada da para birikimi gerçek- leşti. Bakırköy, Ataköy’den edindiğim izlenim, orada yaşamın ol- dukça geliştiğiydi.
Kendimi İstanbul yaşamına hiç kaptırmadım. Yine tektim. Kendi kendimi çözmeye çalışıyordum, hesaplıyordum. Duygularım biraz daha gelişmiş olmakla birlikte, İstanbul yaşamı bende hiçbir zaman kendini açığa vurmadı.
İşte o dönemde, kitap raflarında Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” kitabını gördüm. İlk defa burada gerçekleşti ve bu düşünceyi kendime mal ettim. Okumaya da başladığımı hatırlıyorum. İstanbul Site Öğrenci Yurdu’na yakın bir pansiyonda kalıyordum.
Ondan sonra DDKO kurulmuştu, Dev-Genç kurulmuştu. Artan bir eylemlilik vardı. Ben üyeliğimi DDKO’ya yaptım. En belirgin olan, bunun feodal-küçük burjuva aile çocukların bir örgütü olmasıydı. Ben bu anlamda, sınıf orijini itibariyle yalnız biriydim.
İlk üstlendiğim bir seminer vardı. Sanırım konusu “Toplumlar Tarihi ve Kürt Meselesi” olabilir. Ve oldukça cesaretli ve döneme göre en ileri düzeyde bu semineri verdim ve herkesi şaşırttım. Ol- dukça da tehlikeli buldular beni. Bu da nereden çıktı, diyorlardı. Çünkü orada söylediğim şu sözleri hatırlıyorum: Güya, dedim, peygamberimiz “yarabbi, sen Kürtlere devlet kurma imkanı verme” demiş, “verirsen dünyanın başına bela olurlar.” Bu sözleri söylediğimde, Kürt devleti lafını kullandığım için, orada bulunan herkesin dili uçukladı. Eleştirel yaklaştım. “Din ideolojisinin bu konuda yaptığı haksızlık ortada” dedim. Sanıyorum o zaman ulusal soruna kesin doğru bir yaklaşımım söz konusuydu ve tartışmaları biraz daha boyutlandırmıştım. Benden ısrarla ne istediğimi soruyorlardı. Tabii ne istediğimi tam bilmemekle birlikte, o zamanki DDKO’yu eleştiriyordum.
Sonrasında DDKO’nun son bir kongresi düzenlendi. O, bitiş kongresidir.
İstanbul’da benim için bambaşka bir dönem başlamıştı. Seminer verdiğim 1972 başlarında, Barzani’lerin ve diğer birçok isyancının ağzına bile almadığı bir şeyi, ben tek başıma dile getirdim. Verdiğim derste, “Kürt devleti neden olmasın?” sorusunu soruyorum. Hatırlıyorum, mavi bir takım giymiştim ve kıravat takmıştım. Herkes için yeni bir simaydım.
DDKO’nun son kongresinde Hikmet Kıvılcımlı da konuşmuştu. Hatırladığım kadarıyla “Mezopotamya’nın çocukları” diye bir deyim kullandı. Hâlâ aklımdadır. Dev-Genç’in sorumluları da konuşuyorlardı. Ayriyeten bir eleştiri vardı. Ondan sonra üçüncü önemli konuşmayı ben yaptım. Oldukça ilgi çekmiş tahmin ediyorum ve çok cesur bir konuşmaydı. Zaten beni hemen asli üyeliğe almışlardı ve ondan sonra da kapatıldı.
Bu dönemin diğer önemli bir anısı da, Teknik Üniversite’de yapılan bir Dev-Genç toplantısıydı. Daha sonra THKP-C’nin en vurucu üç kişisi olacak, en etkileyici üç siması olacak Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Sinan Kazım Özüdoğru bu toplantıdaydılar. Siluetleri hâlâ aklımdadır. Bunlar o zaman sanıyorum Mihri Belli’nin Dev- Genç’ine karşı tavır almışlardı. Ve THKP-C’nin temelini atmışlardı. Ayrışma, kopuşma söz konusuydu. Esas ideolojik noktalarda kemalizm, revizyonizm hususlarına ilişkin, Mahir oldukça cesur konuşmuştu. Yeraltına geçmeden çok kısa bir süre öncesine denk geliyordu.
Kürt meselesinin ilk defa çok cesur bir biçimde orada tartışmaya açıldığını gördüm. Mahir’in kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşma cesurcaydı ve bizi etkilemede en ileri düzeyi ifade ediyordu. Sanıyorum kemalizmin etkisinden yeni yeni kurtulmaya başlamıştı. Aynı şeyi revizyonizm için de ifade etti.
Galiba illegal örgüt, devrimci şiddeti ele almaktan çekinmemesi gereken örgüt üzerine de bir tartışması, eleştirisi oldu Mahir’in. İki konuşma yaptı, sert oldu. Hatta bir silah da patladı hatırladığım kadarıyla. Benim için son derece cesur, hatta ideal denilebilecek bir tavırdı. İstanbul’daki yaşamımda dikkate değere en önemli nokta budur.
1971 sonlarına gelindiğinde, bende oldukça sempati oluşmuştu. Dernek üyeliği yapabiliyorum dikkat edilirse. İyi bir sempatizanım, ama henüz kendi yolumu tam bulmuş değilim. DDKO üyesiydim, ama devrimci gençliğe de sempatim vardı. Yine devrimci önderleri, izlemekte herhangi bir tereddüt göstermiyordum.
Arayışım giderek şiddetlendi ve zaten hemen 1971 sonuna doğru Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdım. Siyasal puanlamada yirminci olarak kazanmıştım, bu da bana maliyeden burs getiriyordu. Zaten 1971 sonu ve 1972 başlangıcıyla birlikte 12 Mart olmuş, kalburüstü gençlik sorumluları içeri alınmış, Ankara’da sıra bizim gibi ikinci düzeyde kalan veya yeni gelen kişilere gelmişti.
Bu nokta salında çok önemlidir. Eğer bizim önümüzde Dev- Genç’in etkili önderleri olmasa, aslında bizim için öncülük etme şansı olmayacak. 12 Mart bilmeden bu konuda bize büyük bir ortam açıyordu. Sanıyorum sonradan dergilere konu oldu bu: “Baki Tuğ Apo’yu neden tutuklamadı?” dediler. Düzen sonradan kahrol-du. Benim o zaman fazla tutuklanacak halim de yoktu. Apo hiçtir o zaman, dikkati çekecek fazla yönü yoktur. Baki Tuğ’u da suçlamanın hiçbir anlamı yok. Gerçi sonradan parlamentoda savunma komisyonu başkanı oldu. Herhalde beni izlemiş olmayı, beni yargılamış olmayı bir şeref payesi olarak düşünüyordu.
1972’nin Ocak, Şubat, Mart aylarında SBF, tamamen THKP- C’nin etkinliğindedir. Benim için de bu dönem bir yerde onların sempatizanlığıyla geçti. Bazıları kendilerine üye olduğumu söylüyorlardı. Doğru, ben onlarla derhal örgütlenmeye çalışmıştım. Fakat öyle tutarlı bir örgütlenmeye girmedikleri için, bir anlamda kendim amatör bir önder gibi ortaya çıkmaya çalıştım.
Maltepe Cezaevi’nden kaçış büyük heyecan yaratmıştı. Bunun derin etkisi altındaydım ve bunu çok kahramanca değerlendiriyordum. Bundan sonra büyük iş yaparlar beklentisi içindeydik. Ancak bu kaçış Kızıldere’de trajik bir biçimde sonuçlanınca, amatörce bir boykot gösterisine öncülük etmekle karşılık verdik. Ardından 7 Nisan 1972’de tutuklandık.
Giderek öncülüğümü bu dönemde kanıtlıyorum. 12 Mart sonrası önderlik boşluğuna yavaş yavaş yürüyorum. Gerek Türkiye devrimciliğinde, gerek Kürt devrimciliğinde bir çözüm aranıyor. Sanırım o zamandan bir grup olma niyetimiz beliriyor. Her taraftan, öğrenci gençlikten adaylar alınıyor. Kuzeyli, Güneyli, ama her aşiretten, kabileden, yöreden birisi içine girsin deniliyor. 12 Mart sonrası Anka- ra ortamı, öğrenci gençliğin yeniden hareketlenmesine sahne oluyor. Okullar sıcak bir tartışma atmosferine sahipti. Bu ana çerçevede, içine girdiğimiz bir grup ilişkisi var. O zamanlar grubun ilişkilerine Haki ve Kemal’i çekmiştim. Diğerleri de sanıyorum yavaş yavaş geliyorlardı.
Bu dönemde öğrenci militanlığımla kendimi kanıtlıyorum. An- kara ortamı, sosyal yaşam itibariyle Türkiye’nin en gelişkin düzeyini ifade ediyor. Siyasal, en zenginlerin (eski Türkiye cumhurbaşkanı Korutürk’ün oğlu bile okuldaydı), yine çok sayıda bürokrat, su- bay çocuğu ve tek tük de olsa halktan gelen gençlerin okuduğu bir okuldu. Bu okulda 31 Mart direnişçileri anısına koyduğum boykot eylemi, çok cüretli, kesin önderliğe oynayan bir eylemdir.
Öğrenci hareketinin inisiyatifini daha 1972’nin Mart’ında böylece ele geçirmiştik. O gün bugündür bu önderlik devam ediyor. Aslında o da ani atılan bir adımdır. 12 Mart’ın etkilerini ilk defa silip süpüren siyasal bir dalga oldu ve bu giderek Türkiye’ye yayıldı. Fakat Özal’ın deyimiyle “kılıç artığı” kaldık, yani 12 Mart kılıcı biçtiğini biçmişti. Birinci kuşak gittiğinde, biz ikinci kuşak olarak girdik ve bizi görecek ve tekrar bir kılıç sallayacak durumda değildi. O boşluğu değerlendirerek biz planlı bir adım attık.
1972’de zaten önder olanlar aşağı yukarı belirlenmişti. Dev- Genç’in önderleri belliydi, DDKD zaten kapatılmıştı, o dosya İstanbul’da kalmıştı. Adım geçse bile, Ankara’da hiç yok, tümüyle dikkatler aniden başkalarının üzerine çekilmişti. 12 Mart’ın kılıcı belki saç tellerimizi kesiyor, ama bir yerimize değmiyor. 12 Mart’ı karşılayan Dev-Genç’tir ve kahraman önderleri, bilindiği gibi şehit düştüler. Bıraktıkları miras önemliydi. Onların militanı olacaktık, kendimizi onlardan sayıyorduk. Artık kahramanlarımız kan revan içinde gittiler. Madem arkadaşları olmaya karar vermişiz (ne de olsa yiğitliktir), silahlarını yerde bırakmamak gerekiyordu. Vuruşanlar vuruşuyor, dövüşüyor, şehit düşüyorlar. Kalanlar üçüncü elden sempatizanlardı ve ben hızla onların içinde öncülüğü elde ediyordum.
Önemlidir, kendimi hareketten olmaya sayıyorum, hatta üye olmaya bile varım. Ben kendimi nasıl kattım? Partim henüz yok. THKP-C, TİKKO ve bilmem benzeri örgütler ismen var, ama onların kapısını bulmak çok zor. Kaldı ki, örgütleyecek pek kimse de yok ortalıkta. Ama ben aday olmaya hazırdım. İyi niyetli ve çok iyi bir sempatizan olarak sahiplenmeye çalışıyordum. Bu önemli bir sahiplenmeydi. Çabam vardı, gruplaşmayı tüm iyi niyetlerimle, iyi hareketlerimle çok dikkate değer bir biçimde yürütüyordum.
Haki ve Kemal, bu dönemde çok yakın olmalarına karşın, henüz sonradan gerçekleşecek temelde bir grup anlayışı yoktu. Bunun dışında, toplumun her sınıf ve tabakasıyla ilişkiliydik. Özellikle egemen sınıflardan gelen çok sayıda gençle de ilişkilenmek zorunluydu. Kemal ve Haki gibi emekçi sınıflardan gelenlerin sayı sınırlılığı yanında, yeteneklerin de fazla gelişkin olmayışı, bunun yanında sosyal-ekonomik yönleri gelişkin olanlardan çocukların daha fazla geleceği, dolayısıyla onlarla daha fazla ilişkilenme zorunluluğu bu yıllarda kaçınılmazdır. Böylece birçok ağa-memur çocuğuyla ilişkiler kurduk.
Tabii, sosyal-siyasal önderliği de ele geçirmek, bilindiği gibi kolay değil. Çok özen ve anilik kadar, gözü peklik kadar, ilke düzeyini ister. Bir de zamanlamayı iyi yapacaksın. Yine bunları planlı yapmanın sabrı, gözlemi var.
Fakat bir adım atıldı, 7 Nisan tutuklaması Mamak’la sonuçlandı. Mamak’ta altı-yedi aylık bir süreç geçirdim. Bu süreçte zindanı çok iyi gözlüyorum. Zindan nedir, ne verir, ne götürür? Çok ciddi bir okul görevi gördü Mamak ve çıktım. Yine burada da çok soğukkanlı, sabırlı bir biçimde okul devrimcisi maskesi altında bir pratik da- va veriliyor.
Mamak’ta ne olgunlaştı? Orada önderlerimizi gördük. Denizlerin idama gidişini gördük, TİP’lileri, PDA’cıları, THKP-C’lileri gördük. Az çok tanıştık, tartıştık. Yine de ben kesin tercihimi henüz yapmamıştım. Arayışım devam ediyordu.
Baki Tuğ’un bize 7-8 yıl vermeye niyeti vardı. Fakat tanık olmadığı için vermedi. Yanımda Doğan Fırtına vardı. O dönemin hâlâ canlı tanığıdır. Sanıyorum 1990’lı yılların başından itibaren İHD’de çalışıyordu. Onun babası bir albaydı. Bilemem, acaba mahkemede bir etkide bulundu mu? Eğer bulunduysa ve o nedenle oğlu çıkmışsa, kesin değil, ama benim çıkmamda da rolü olabilir.
Çıkar çıkmaz Anıtkabir’in dibindeki evde kaldım. Sıkça Anıtkabir’i ziyaret ediyordum. Bu çok ilginçtir. Babası astsubay olan Muş’lu bir genç vardı. Oraya bazı yaramaz veya dost kadınlar geliyordu. Bizi düşürmeye mi çalışıyorlardı? Ben onlardan bir şey anlayamadım. Bir takip olabilir mi? Çok ilgilendim. Yani o zaman
da hâlâ kapalı bir yaşamım vardı.
Kemalizmin merkezinde ve Anıtkabir’in dibinde karargah kurmuşum. Çok serseri bir arkadaşımın eviydi. Babası astsubaydı, anası da galiba Muş’luydu. İsmini hatırlıyorum, Atilla mıydı? Atilla koyduğuna göre babası kemalist bir astsubay. Oraya gelen bayanlar, zaten o dönemin öğrencileriyle ilişki kurmak veya öğrencilerin durumlarına göre macera yaşamak isteyen kadınlar da olabilir. Öyle iki üç bayandı. Bilemiyorum, fazla zengin de sayılmazlardı. Ama ilginçti, o astsubay çocuğu arkadaşımın yanına geliyorlardı. Polis denetimi olması bir ihtimaldir. Fakat kesin düşmedim.
O zaman durum o kadar birbirine karışmış ki, sahte Kürtçülük yapanlar bizden kırk türlü daha büyük laflarla ortadaydı. Solculuk yapan da öyle. Fakat benim içten içe çok yerinde bir hazırlığım var- dı. Ben bu çizgiyi, PKK’nin bugünkü çizgisinin ilk belirlemelerini işte bu Anıtkabir’in dibindeki evde yaptım. İşin ilginç yanı, her gün gidip kabri ziyaret edişim de neyin nesidir? Herhalde kendimde yo- ğunlaştırdığım çelişkileri yakınen görmeme yol açıyor.
…
12 Mart’ı Dev-Genç karşılamış ve kahraman önderleri şehit düşmüştü. Yüreğimiz yanıyordu, ama henüz onların militanı olmuş değildim. Fakat bıraktıkları miras önemliydi.
15 gün ders çalışarak siyasal ikinci sınıfa geçtim. O başarıyı gösterdim.
Grup eğilimimi henüz tam açığa vurmamıştım. Fakat olgunlaşan yeni bir grubun bağımsız adımlarının atılması vardı. Bu 1972’nin sonu ve 1973’ün başında yoğunlaştı. Kendimi yoğunlaştırıyorum. Fuat (Ali Haydar Kaytan), Haki Karer, Kemal Pir, Cemil Bayık gibi arkadaşları görmeye çalışıyordum. Bunlar o dönemde benim yakın arkadaşlarımdı…
Bu arkadaşlarımı henüz tam grup kapsamına almamışım, gruba ilave etmemişiz.
O zaman Ankara’da bütün koşullar bana şunu söylüyordu: “Bu devrime ısınabilirsin, yaşadığın deneyimler seni yürütebilir. En azından üçüncü sınıf sempatizanlar içinde kesin rol oynayabilirsin.” Sonuçta hemen ve dürüstçe katılıyorum.
12 Mart faşizmi döneminde, bütünüyle devlet beni ağır bir cezayla karşılamak istemiş, ancak başarısız kalmıştı. Aslında belki Baki Tuğ şahsında o zaman faaliyetlerimi sezmişti, ama bir şey yapamıyordu. Benim eylemliliğim bir noktaya kadar gelmişti. Devlete isyan, burada başlıyordu. Birinci elden militanlar gitmiş, kalanlar biraz pasifize edilmiş, boşluk doğmuş ve biz içine giriyoruz. Devlet baştakilerle uğraşırken, bizi fazla tehlikeli görmüyor ve ben bu süreci değerlendiriyorum.
Arkadaşlarım henüz grup olacaklarının farkında değildiler. Ama onun kendi içindeki düzeyi giderek olgunlaşıyordu ve 1973’ün baharına yaklaştığımızda, sömürgecilik tartışmamı geliştirdim.
Kesin içine girilecek yol beliriyordu. Kürdistan temelinde bir çı- kışın bütün öngörüleri kadar, kişilikte kendine güvenli adımlarımız oluyordu. Hatırlıyorum, iki-üç kapıyı kilitler, bir arkadaşımın kula- ğına “Kürdistan sömürgedir” sözünü söylerdim. Büyük bir ihtiyatlı- lıktı, ama içinde büyük bir cesaret gizliydi. Çokları daha sonra bu sözü duyduklarında, “biz çoktan söylüyorduk” dediler. Yalan. Bu sözü ilk defa biz birçok kulağa fısıldadık. Ve adım adım olgunlaştı. Bu tez etrafında gruplaşma gereğini ortaya çıkardık.
Burada yirmi yaşımı hatırlıyorum. Savaş adına hiçbir şey ortada yok. İki kelime haklı söz söyleyecek durumum yok. Ve tabii ruhum bana yine senaryolar düzenlettirdi. Herhangi bir dağ yamacında olduğum zaman kendi kendime “acaba asker gelse, dayanabilir misin?” derdim. Tabii, o zaman tavşan gibiydim. Çünkü hiçbir şey yok. Bir şey olmadan asker gelse dayanılabilir mi? Ama kafamdan geçiriyorum; acaba bir vatan savaşı verebilir misin? Bağlarda dolaşıyordum, tarlalarda. Tabii bu yine yüreğimin bir tavşanınki gibi atmasına yol açardı. Bu yerlerde nasıl bir savaş vereceksin? Ama düşünüyordum ve hâlâ hatırımdadır: “Tek başına veremezsin” diyordum kendi kendime. O büyük yalnızlık, ne doğurdu bende? Büyük örgütlenme ruhunu. Büyük örgütlenme ruhu bende nasıl gelişti? O büyük zorluklar, büyük yalnızlıklar karşısında doğdu.
Benim bu yıllarda sorduğum sorular, bende hâlâ tam cevabını bulmuş değil. Savaş bu soruları sormakla başlar. Birçok şeyi düşünüyordum vatan için, halk için. Ve bütün onlar yüreğime işleye işle- ye örgüt bilincine dönüştü. Çünkü tek başına hiçbir şey yapamazsın, yapabilmen için insanlarla birleşmen gerekir. İşte benim büyük ölçüm.
Silahların tehlikesini gördüm. Silahın her şeyi bastırdığını gördüm. Silahın iradesizliği doğurduğunu gördüm. Ve bu büyük silahlı mücadeleye amansız kendimi verdim. Hâlâ da öyleyim. Silahlı insanı yaratmak, hâlâ benim yüreğimde bir tutkudur. “Gelin gruplaşalım” diyeceğim, ilk çocuklukta olduğu gibi “gelin oynaşalım…” Dosta düşmana en anlaşılır dille sesleneceğim, doğru düşünceleri söyleyeceğim. Bütün bunlar yetmezse örgütü kuracağım, örgütü savaştırmak için uğraştıkça uğraşacağım. Yenilgiyi kabul etmeyeceğim, her yenilgide bir çıkış nedeni göreceğim. Ve bütün bunları savaşa götüreceğim, savaşta hatayı kabul etmeyeceğim. Savaşta taktiği yetkinleştireceğim. Savaşta kızılca kıyamet koparacağım. Ne zamana kadar? Özgür yaşamı yakalayana kadar. Karşımızda özel savaş varmış, dünya varmış, hiç umurumda mı?
Zordan, şiddetten bu kadar çekinen birisinin böylesine “dünya bir yana, ben bir yana” demesini nasıl karşılamak gerekir?
Bizim o Çubuk Barajı’na gidişimiz gerçekten Newroz muydu? Nisan veya Mart olacak galiba. Burada ilk defa tek tek aktarımdan toplu aktarıma geçtim. Ve grup olduğu açıkça belirtildi. Bundan önce bu arkadaşlar tektirler. Onlara iyi bir içerikle sömürgeciliği anlatıyorum. Kürdistan’ın bir ülke olarak ele alınması gerektiği, buna göre bir ulusal kurtuluş düşüncesinin yerinde olduğu ve ayrıca gruplaşmayı bu temelde yapmamız gerektiği… Bütün bunlar netti ve sanırım mesaj buydu.
“Kürdistan sömürgedir.”