VAN- Önder Apo , 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmasıyla başlayan uluslararası komployla 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye kaçırılmıştı. Önder Apo’nun avukatlarından İbrahim Bilmez, 9 Ekim Komplosuna giden süreci ANF’ye değerlendirdi.
Bilmez; 9 Ekim’e giden süreçte, Türkiye’nin Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusunda baştan beri hegemonik güçlerin ve bölgesel güçlerin desteğiyle arkasına almasının çeşitli sebepleri olduğunu söyledi. Abdullah Öcalan’ın paradigmasının ve ideolojisinin o dönemdeki hem bölgesel devletler hem hegemon güçler için büyük bir sorun teşkil ettiğini söyleyen Bilmez, bu çizginin, sorunları daha o dönem barışçıl yollarla çözme potansiyeline sahip bir paradigma olduğunu belirtti.
‘ÇİZGİSİNDEN TAVİZ VERMEDİ’
Bu durumun hem bölgesel hem hegemonik güçlerin işine gelmediğini belirten Bilmez, “Sayın Abdullah Öcalan ve PKK, kendileri için bir tehlike arz ediyordu, tasfiye edilmesi gerekiyordu. 9 Ekim’e giden sürecin başlama sebebi bu olarak gösterilebilir. Ve dönem koşulları buna göre hazırlandı. Bu ülkeler Sayın Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusunda işbirliği yaptılar. NATO ve Amerika büyük bir deniz gücünü Doğu Akdeniz’e kaydırmıştı. Türkiye, Suriye sınırına askeri yığınak yapmıştı. Diğer yandan İsrail’in çabaları vardı. Bütün bunları şöyle özetleyebiliriz; bütün bu güçler bir olmuşlar, kendileri için tehlikeli gördükleri Abdullah Öcalan’ı tasfiye etmeye çalışıyorlardı” dedi.
‘KOMPLOYU BOŞA ÇIKARDI’
Önder Apo’nun Kürt sorununun barışçıl yönden çözümünü ortaya koyduğunu vurgulayan Bilmez, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Öte yandan Kürtlerin bütün kazanımlarını tehlike olarak gören güçler var. Özellikle Türkiye’nin konumu o şekildeydi, savaşı sürdürmekten, meseleyi şiddetle çözmekten yana olan bölgesel güçler vardı. Sonuç alarak Abdullah Öcalan, bu işbirliği neticesinde biraz da Suriye’yi zor durumda bırakmamak için, bir vefa duygusuyla hareket ederek 9 Ekim’de Suriye’den çıktı, Avrupa’ya gitti. Tabii Avrupa’yı tercih etmesinin sebebi de şudur. Sayın Abdullah Öcalan çok açık şekilde ifade ediyor, diyor ki; “Benim Avrupa’ya gidişimin altında yatan sebep, Kürt meselesinin demokratik, barışçıl yollardan çözümünün koşullarını oluşturmaktı. O dönem ‘Avrupa uygarlığını’ toplumsal, siyasal sorunlara, problemlere daha uygar çözümler sunmak açısından daha iyi bir zemin olabileceğini düşünüyordum.”
Bu amaçla oraya gidiyor. Kendisi yıllarca hayalini kurduğu Zagroslara gitme seçeneğinden neden vazgeçtiğini bu şekilde açıklıyor. Aslında bunu yaparak kendisinden taviz vermiş oluyor ama sorumlu davranarak meselenin barışçıl şekilde çözülmesi konusunda ne kadar samimi olduğunu göstermek için Avrupa yolunu seçiyor. Meselenin diplomatik yollarla çözülmesi için çaba harcıyor. Bütün o süreç boyunca da gittiği ülkelerde bunun çabasının gösteriyor. Hem Atina’da hem Moskova’da hem Roma’daki görüşmelerde ve oradaki devletler adına oraya gelen temsilcilere ve heyetlere hep bunun çağrısını yapıyor. Meseleyi çözmeye hazır olduğunu söylüyor. Fakat ilginçtir ki ve ne yazık ki Sayın Abdullah Öcalan bu çağrıları yapmasına, PKK ateşkes ilan etmesine rağmen barış çabalarına Avrupalı devletler ve Amerika tarafından cevap verilmiyor, tam tersine PKK “terör” listesine alınıyor. Yani bütün bu çabalar boşa çıkartılıyor. Bu da aslında hegemonik güçlerin, o komplo sürecinde rol oynayan güçlerin niyetlerinin ne kadar kötü olduğunu çok iyi gösteriyor. Bütün bu süreç sonunda Sayın Abdullah Öcalan, ‘medeniyetin ve insan haklarının beşiği’ olan Avrupa’da iltica hakkından bile yararlandırılmıyor. Hem Atina’da, hem Moskova’da hem de Roma’da iltica talebinde bulunuyor ama yüz binlerce Kürt’e verilen bu hak ve yüz binlerce insanın “liderimizdir, irademizdir” dediği Abdullah Öcalan’a verilmiyor. Bu da çok açık şekilde şunu gösteriyor. Aslında komplo sürecinde hedeflenen şey, Kürt meselesinin çözümsüz kalması ve devam etmesidir. Böylelikle bu çatışmalı durumun hem Türkiye’yi hem bölge devletlerini, diğer Kürt nüfusunun yaşadığı ülkeleri zayıf bırakması ve bu hegemon güçlere bağımlı hale getirilmesi. Yani siyasi çözümün, demokratik ve barışçıl çözümün önüne geçilmesi. Bu süreçte hedeflenen şey buydu.
Hatta bu süreçte Abdullah Öcalan’ın canına kast edilebilseydi, daha büyük bir çatışmanın da önü açılmış olabilecekti. Uzun yıllara yayılacak bir Kürt ve Türk çatışması hedeflenmiş olabilirdi. Fakat Sayın Abdullah Öcalan, bütün bunları görerek önüne geçti ve boşa çıkardı. Takındığı tutumla, barış çizgisindeki samimiyetiyle bu çabaları boşa çıkardı. Ve en sonunda da 15 Şubat’ta Türkiye’ye getirilip İmralı adasındaki hapishaneye bırakılmasıyla sona erdi. Ama aslında hiçbir şey bitmemişti. Süreç yeniden başladı. Sayın Abdullah Öcalan İmralı’da da barışçıl çizgisinden asla taviz vermedi. O duruşuyla Kürt-Türk savaşının önüne geçti.”
‘9 EKİM SÜRECİNDE BİRÇOK KİRLİ PAZARLIK YAPILDI’
9 Ekim sürecinde birçok kirli pazarlığın uluslararası arenada yapıldığına şahit olduklarını dile getiren Bilmez, şunları ekledi: “Hem Amerika, hem Rusya, hem Almanya, hem Avrupa’nın başka ülkelerinin hem de İsrail’in işin içinde olduğunu gördük. Abdullah Öcalan’ın Moskova’da olduğu süreçte Amerika, Rusya üzerindeki diplomatik ve ekonomik baskılarını artırıyor. Ekonomiyi adeta bir silah olarak kullanıyor. O dönem Rusya’nın ekonomisi kötü. ABD, Rusya ve Türkiye arasında yapılan görüşmelerde resmen bir pazarlık yapılıyor. ABD, Abdullah Öcalan’ın Rusya’dan çıkarılması şartıyla IMF musluklarını açacağını söylüyor. O dönem 8 milyar dolar kredi verileceğini söylüyor. Aynı şekilde Mavi Akım Projesine ilişkin Türkiye, Rusya’ya söz veriyor. 800 milyon dolarlık bir yardım sözü veriliyor.
Mesela Rusya’nın Duma Meclisi’nin alt kanadı, önemli kararların aldığın parlamentonun bölümünün 1’e karşı, 298 oyla Sayın Abdullah Öcalan’a verdiği siyasi sığınma hakkına rağmen ne yazık ki bu ekonomi çıkarlar ve pazarlıklar ağır basıyor. Abdullah Öcalan Rusya’dan çıkmak zorunda kalıyor. O süreçte yine Amerika, bir yandan Türkiye’ye yardım ediyormuş gibi görünürken, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi için çaba sarf ederken, gerek Atina gerekse Rusya nezdinde, daha sonra İtalya-Roma nezdinde baskılarını artırırken, bir yandan Kürt meselesinin çözümsüz kalmasını sağlamış oluyor, öte yandan da bu yardımlar karşılığında Türkiye’den taleplerde bulunuyor. Mesela, o dönem Saddam Hüseyin’in devrilmesi konusunda Türkiye’den kara güçleri dahil olmak üzere çeşitli askeri taleplerde bulunduğunu öğreniyoruz. Bunun gibi birçok pazarlıklar yapılıyor.
Ne yazık ki, kimse o dönemde ne Türkiye ne de uluslararası güçler, Kürt meselesinin demokratik olarak çözümün herkese kazandıracağını düşünmek istemiyor, hesaba katmak istemiyor. Sayın Abdullah Öcalan Roma’dayken Türkiye İtalya’ya karşı büyük bir ambargo uyguluyor. O dönem Türkiye’nin üç büyük ticari partneri, ABD, Almanya ve İtalya’dır. Bir süre sonra da İtalya’da bu ekonomi baskılara boyun eğmek zorunda kalıyor. Hem Türkiye’nin, hem Almanya’nın, hem ABD’nin baskısı bütün kapıların kapanmasına neden oluyor. Yine Almanya için Türkiye büyük bir silah pazarı. Bu yüzden bu ülkeler için savaşın sürmesi onların işine geliyor. Bu yaşananlardan 24 yıl sonra, bugün geldiğimiz noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O dönemde yaşanan komplo, şu an da İmralı’da tecrit olarak devam ediyor. Zaten 15 Şubat’ta kurgulanmış olan sistem, buna dönük bir sistemdi. Fakat Sayın Abdullah Öcalan’ın barıştan yana taviz vermeyen duruşu, demokratik çözümde ısrarı amaçlanan sistemi boşa çıkardı. Aslında tecrit sistemini de boşa çıkardı.”
ANF