İSTANBUL- Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektör tarafından 3 kez görevden alınan akademisyen Can Candan ile 4 Ocak 2021’den bu yana devam eden direnişini konuştuk…
- Nöbete katılan arkadaşlarımızın sayısı düştü denilebilir ama sayımızın düşmesi direnişin bittiğini mi gösteriyor sanıyorsunuz, tabii ki hayır. Milyonlarca insan bize destek veriyor ve bizimle birlikte direniyor. Nöbet sadece mücadelenin sembolik kısmı. Bir iki arkadaş nöbet eylemine katılır, bir başka gün daha fazla insan katılıyor. Önemli olan süreklilik.
- Bizler orada olduğumuz sürece eğitim kalitesi düşmeyecek ancak bir yandan da Boğaziçi kan kaybediyor. Batmadık ama ciddi bir şekilde su alıyoruz. Bu böyle giderse Boğaziçi diye bir yer kalmayacak. Boğaziçi’ni yakından takip edenler üniversitenin kalitesinin henüz düşmediğini ancak çok ciddi hasarlar olduğunun farkında.
- Hiçbir zaman bir anda hak, hukuk, adalet gelmiyor. Bu yüzden uzun soluklu mücadelelerdir. Ancak uzun soluklu oldukları için de kanıksanmaları, unutulmaları, normalleştirilmeleri olağan şeyler ama mümkünse buna müsaade etmemek lazım. Bir avuç insan sadece kendileri için mücadele vermiyor. Herkesin yapabileceği bir şey var.
Tam anlamıyla karakola çevrilen Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektöre karşı başlatılan direniş 3. yılını tamamladı. 2021 yılında kayyum rektör Melih Bulu’nun görevden alınmasıyla ilgili kurulların hiçbiri muhatap alınmadan, kurum iradesi hiçe sayılarak bu kez Naci İnci, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmıştı. Tepeden inme bir gece yarısı kararnamesi ile Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan rektör atamalarına karşı ilk tepki üniversite öğrencilerinden gelmişti. Öğrencilerin başlattığı direnişin büyümesi ile öğretim görevlileri ve akademisyenler de sırtını rektörlüğe dönerek bu kararı kabul etmeyeceklerini deklare etmişti. 4 Ocak 2021’den bu yana devam eden direnişte hocaların nöbet eylemi devam ediyor. Hocaların bir yandan hukuk mücadelesi de sürüyor. Rektör atamasına karşı bu güne kadar açılan 170 dava var. Biz de Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektör tarafından 3 kez görevden alınarak üniversiteden uzaklaştırılan belgesel, sinemacı ve akademisyen Can Candan ile 4 Ocak 2021’den bu yana devam eden direnişini konuştuk.
Kayyum rektörler meselesi Boğaziçi Üniversitesi ile başlamadı. Nerdeyse Türkiye’de var olan bütün üniversitelere rektörler atanıyordu. Ancak Boğaziçi Üniversitesi bu uygulamaya karşı güçlü bir tepki ortaya koydu. Boğaziçi’ni burada farklı kılan nedir?
Bu uygulamaya karşı çıkılmasının Boğaziçi Üniversitesi’nin demokrasi kültürü ile bir ilgisi var. Boğaziçi Üniversitesi uzun yıllardır Türkiye’de üniversite içi demokrasi konusunda başı çeken üniversitelerden bir tanesi. Örneğin 1992 yılında Türkiye üniversitelerine rektör seçimlerini getiren Yüksek Öğrenim Kurumu’nu (YÖK) bu konuda ikna edip bunun kabul edilmesini sağlamıştır. Boğaziçi’nin demokratik değerleri arasında yöneticilerin seçimle göreve gelme ilkesi var. Boğaziçi daha çok Türkiye’deki azınlıklara hizmet vermek için 1863 yılında bir misyoner okulu olarak kuruluyor. Dolayısıyla Boğaziçi’nin biraz bu kurumsal kimliğinden gelen demokratik bir yapısı var. Biz böyle bir gelenekten geldiğimiz için Türkiye’deki diğer üniversitelerden biraz farklı olarak demokratik değerlere inanma ve ses çıkarma geleneği var. Tüm bunları yan yana koyduğumuz zaman Boğaziçi direnişinin kaynağını görebiliriz.
Rektör atamasına karşı büyük bir direniş gösterildi ama Barış Akademisyenleri’ne dönük yapılan baskılara yeterince tepki gösterilmediği yönünde eleştiriler olmuştu. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Yapılan bu eleştirilere ben katılmıyorum. Barış Akademisyenleri’ne baktığınız zaman imzacılar arasında yüzde olarak en çok imzacının olduğu üniversite Boğaziçi Üniversitesi. Dolayısıyla “Onlar kendi fildişi kulelerinde kendi işlerine bakıyorlar. Ülkede olup bitenden bihaberler ya da yaşanan sorunlara dair söz söylemiyorlar” gibi söylemler gerçeği yansıtmıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin temel değerlerinden biri insan hakları olduğu için doğal olarak Türkiye’deki insan hakları ihlallerine karşı ses çıkarma geleneği var. Bu belki daha farklı şekillerde yapılıyordu ama hiçbir zaman tepkisiz kalmadı. İşte Barış Akademisyenleri süreci de bunlardan bir tanesiydi. O metin bizim önümüze geldiği zaman biz gözümüzü kırpmadan imza attık. Yapılan eleştiriler akademiye yönelik olmuş olsaydı haklı olabilirdi.
Birçok üniversitede hocalar yalnız kaldı, hatta rektörler tarafından listeler yapıldı ve hocalar hedef gösterildi. Ancak Boğaziçi’nde bu hedef göstermelere karşı kendi içinde bir dayanışma da oldu. Bunun geçmişten bu yana gelen özerk yapısından kaynaklı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz tabi. Hatırlarsanız Ocak ayında bu bildiriye imza attık ama hemen arkasından Erdoğan tarafından hedef gösterildik. Bunun sonucunda taşra üniversitelerinde olan hocaların ofislerinin kapısı işaretlendi. Emniyet müdürlüklerinden “Hocam biz sizin güvenliğinizi sağlayamıyoruz” şeklinde mesajlar atıldı. Bir gecede eşyalarını toplayıp bulunduğu şehri terk etmek zorunda kaldı arkadaşlarımız. Bunların yaşandığı bir dönemde bizim kendi meslektaşlarımıza sırt dönmemiz mümkün değil. Tüm bunlar yaşanırken biz tüm bu ihlalleri 2016 yılının Mart ayında basınla paylaştığımız bir toplantı yaptık. O basın toplantısından sonra açıklamaya katılan 4 arkadaşımızın evlerine polis baskınları yapıldı, gözaltına alındılar ve 5 hafta cezaevinde kaldılar. O tutuklanan hocalardan biri de Boğaziçi’nde görev yapan Esra Mungan’dı. Yapılan bu baskıları biz Boğaziçi’nde de yaşadık ama tek farkı şuydu, o dönem de atanan bir rektörümüz vardı ve bu rektör tüm üniversiteden güven oyu almıştı. Peki nasıl güven oyu aldı, “Ben Boğaziçi Üniversitesi’nin ilkelerine zarar getirmeyeceğim” diyerek güven oyu aldı. O ilkelerden bir tanesi ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğünü kullanan bu ülkeye barış gelsin diye barış talebini dillendiren insanların birtakım rektörler tarafından listeler oluşturularak üniversiteden ihraç edilmesi, Boğaziçi’nin kabul edemeyeceği bir şeydi. Onun için Boğaziçi’nde kimse ihraç edilmedi. Davalar açıldı, yargılandık ama işini kaybedip de sivil ölüme kimse mahkum edilmedi. Bu da içerdeki dayanışmanın bir sonucudur.
Boğaziçi’nin bu dayanışmacı yapısı 2016 yılında atanan rektöre karşı da kendini göstermişti. Ancak buna karşı gelinmiş olsa bile bu kadar uzun soluklu bir mücadele biçimine dönmedi. Ve 4 yıl boyunca atanan rektörle yola devam ettiniz. Bunun nedeni nedir?
Birinci kayyum dönemi diyeceğimiz dönemde 2016 yılında seçtiğimiz rektör atanmadı. Atanmayınca da yerine kendi ekibinden başka birini öne sürdü ve o kişi atandı. O dönemde yapılan atamaya karşı bir direniş sergilendi ama o direniş çok uzun soluklu olmadı. Neden olmadı? Çünkü Olağanüstü Hal dönemindeydik ve bu dönemde hareket alanımız kısıtlanmış durumdaydı. Öyle olunca da biz bu zoraki evliliği kabul etmek zorunda kaldık. Dört yıl boyunca bu böyle devam etti. Bu zaman diliminde istenmeyen bir sürü şey de oldu. Örneğin bir takım akademik özgürlükler ihlal edildi ama biz buna karşı güçlü bir tepki ortaya koyamadık. Bu tepkisizlik gün geçtikçe devam etti. Yani 4 yıl boyunca üzerimize bir ölü toprağı serpildi. Böyle bir dönemden sonra ikinci kayyum dönemi diyeceğimiz 2021 yılının başında Melih Bulu’nun atandığı dönemde böyle bir tepkinin ortaya çıkacağını kimse öngörmüyordu. Daha önce kayyumun kabul edilmesi ve güven oyu alması sürecinde bile bizim söz hakkımız vardı. Burada hiçbir şekilde bir söz hakkımız yoktu ve irademiz tanınmıyordu. Hal böyle olunca da insanlar tepki gösterdiler. Bu direniş bugün hala devam ediyor.
Boğaziçi direnişi 3. yıl dönümünde. Bugün direnişin geldiği boyut nedir?
Boğaziçi direnişinin önemli bir özelliği de 6 ayaklı olması. Şöyle tarif edeyim. Üniversite ile alakalı 5 bileşenimiz var, bir de dışarıdan bir bileşenimiz var. Üniversite içindeki bileşenler şöyle, öğrenciler, akademisyenler, üniversite çalışanları ve mezunlar. Bir de bu bileşenlerin aileleri var. Bunlara ek olarak da bizi destekleyen kamuoyu desteği var. Bu kadar ayak üzerinde oluşmuş bir direnişi bitirebilmek o kadar kolay bir şey değil. Gösterilen dayanışma aslında yürüttüğümüz mücadelenin sadece Boğaziçi’nin mücadelesi olmadığını diğer hak mücadelelerine eklemlenerek sürdüğümüz haklı bir mücadele olduğunu gösteriyor. Nöbete katılan arkadaşlarımızın sayısı düştü denilebilir ama sayımızın düşmesi direnişin bittiğini mi gösteriyor sanıyorsunuz, tabii ki hayır. Milyonlarca insan bize destek veriyor ve bizimle birlikte direniyor. Nöbet sadece mücadelenin sembolik kısmı. Bir iki arkadaş nöbet eylemine katılır, bir başka gün daha fazla insan katılıyor. Önemli olan süreklilik.
Evet direniş bazen yükseliyor bazen de düşüyor ama Boğaziçi’nde “biz rektörü kabul ediyoruz” diyen birini henüz görmedik…
İşte tam da önemli olan şey de bu. Çok güzel ifade ettiniz. Evet hiç kimse “Ben kayyum rektörü kabul ediyorum” demiyor. Biz 2021 yılında Melih Bulu görevden sürpriz bir şekilde alındıktan sonra YÖK ‘Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması yapılacak’ diye başvuru ilanı çıkardı. Başvuran adaylar arasında Melih Bulu’nun rektör yardımcılığını üniversite içinden aylar sonra kabul eden Naci İnci, Gürkan Kumbaroğlu vardı. Biz bunu duyunca güven oylaması yaptık. Bu oylamaya 650 akademisyen katıldı ve Naci İnci yüzde 95 oranında güvensizlik oyu aldı. Yani oy veren akademisyenlerin yüzde 95’i “Naci İnci’yi biz rektör olarak görmek istemiyoruz” dedi. Böyle bir ortamda kim çıkar da “Ben kabul ettim kayyum rektörü” der ki.
Türkiye’nin en prestijli okullarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi 3 yıldır kayyum rektörle yönetiliyor. Bu süre içinde pek çok öğrenci kulüpleri ve komisyonlar kapatıldı. Türkiye ortalamasının üzerinde bir prestije sahip olan okul, kayyumdan sonra bir prestij kaybı yaşadı mı?
Üniversiteyi yakından takip edenler şunun farkında Boğaziçi Üniversitesi içinde çok ciddi bir şekilde direnen bir akademisyen kitlesi var. Bizler hiçbir şekilde akademik standartların düşürülmesini kabul etmiyoruz ve bunun içinde mücadele ediyoruz. Verdiğimiz mücadele sadece kayyum rektöre karşı değil, okula verilen bütün hasarlara rağmen görevimiz olan yüksek kalitede işimizi yapmaya devam etmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bizler orada olduğumuz sürece eğitim kalitesi düşmeyecek ancak bir yandan da Boğaziçi kan kaybediyor. Batmadık ama ciddi bir şekilde su alıyoruz. Bu böyle giderse Boğaziçi diye bir yer kalmayacak. Boğaziçi’ni yakından takip edenler üniversitenin kalitesinin henüz düşmediğini ancak çok ciddi hasarlar olduğunun farkında. Zaten bir sürü insanın görevine son verdiler. Örneğin benim 5 dönemdir ders vermem engelleniyor.
Verilen hasarlardan bahsettiniz. Bu hasarların boyutu nedir? Biraz daha açabilir misiniz?
Verilen en kötü zararlardan biri öğrenciler okula gelirken korkarak geliyorlar. Verilen en büyük hasar, kampüsteki güven ortamının kalmamış olması. Tanımı gereği üniversiteler tüm bileşenlerinin güvenli bir şekilde var olabildiği alanlar olmalıdır. Verilen en büyük hasar bu güven ortamının ortadan kalkması. Verilen bir diğer hasar da akademisyenlerin üniversiteden uzaklaştırılması. Ben 5 dönemdir ders veremiyorum. Benim bu üniversiteye ve kamuya katkı sunmam gerekiyor benim görevim ve bu engelleniyor. Ben ders açmayınca benim derslerimi almak isteyen öğrenciler hiçbir dersimi alamıyorlar. Üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenlerin yeri ya boş kalıyor ya da liyakatsiz bir şekilde birilerinin alınması akademik kalitenin düşmesi anlamına geliyor.
Peki sizin yerine ders vermek için birileri alındı mı?
Hayır. 5 dönemdir benim belgesel sinema derslerimi kimse vermiyor. Örnek verecek olursam 1 Şubat 2021 yılında ‘İletişim fakültesi kurduk’ dediler ancak bu fakülteye akademik ahlak dışındaki durumu kabul eden bir kişi bulabildiler şimdiye kadar.
* * *
Kayyum rektörün ilk işi tacizi önleme komisyonunu kapatmak oldu!
Boğaziçi Üniversitesi’nde “Cinsel tacizi önleme komisyonu” vardı. Bu komisyonun okulda yaşanan cinsel suçlara karşı etkinliği neydi. Kayyum rektörden sonra bu komisyonun işlevi hala devam ediyor mu?
Cinsel taciz, üniversitelerde çok fazla yaşanan bir durum. Çünkü üniversiteler yapıları gereği güç ilişkilerinin olduğu yerler. Belli bir hiyerarşi var o hiyerarşide hoca var, asistan var, çalışan var, bu güç ilişkilerinin olduğu yerlerde cinsel taciz maalesef çok fazla yaşanıyor. Örneğin akademisyenin öğrencisini taciz etmesi olayına baktığımız zaman nedir oradaki durum? Çoğunlukla erkek olan akademisyenler, “Ben hocayım cinsel tacizde bulunabilirim. Bulunduğum zaman da başıma bir şey gelmez” şeklinde düşünüp öğrencilere karşı yapılmaması gereken davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu bazen sözlü oluyor bazen de fiziksel oluyor. Bunlar bu tür güç ilişkilerinin olduğu ortamlarda yaşanabilen vakalar.
Bu vakalara karşı siz ne yapıyordunuz?
2012 yılında Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nu kurduk. Bu komisyonun kurulmasında öğrencilerin katkısı çok önemliydi. Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün zaten bu konuda yaptığı çalışmalar vardı. Kadın Araştırmaları Kulübü ve akademisyenler bir araya gelerek böyle bir komisyon kurduk. O zamanki rektör de bu komisyonu destekledi. Tabii komisyon sadece yeterli değil. Okulda böyle bir vaka ortaya çıktığı zaman cinsel saldırıya uğran kişinin bir uzmana danışması gerekir. Komisyondaki hocasına danışması çok sağlıklı olmayabilir. Komisyonu kurduktan sonra buna bağlı Cinsel Tacizi Önleme Ofisi kurduk ve bu ofise bir uzmanı istihdam ettirdik.
Bu da şu anlama geliyor. Cinsel tacize maruz kalan kişi önce ofise gidiyordu, oradan gerekli yönlendirmeler yapıldıktan sonra gerekiyorsa Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’na vaka isimsiz olarak geliyordu. Komisyon da yapılan şikayeti değerlendirip disiplin soruşturması açılmasını tavsiye ediyordu ve disiplin soruşturması açılıyordu. Soruşturmada komisyondan bir temsilci mutlaka oluyordu. Kayyum rektör atandığında ilk yaptığı şey Cinsel Tacizi Önleme Ofisi’ni kapatmak oldu. Uzman olarak istihdam edilen kişinin işine son verdiler. Komisyonun adı var ama bir işlevi yok. Cinsel Tacizi Önleme Ofisi’nde toplanan vakaların tümü rektör yardımcısına verildi. Bu da korkunç bir durum.
***
Herkesin yapabileceği bir şey var
Siz üç kere okuldan uzaklaştırılmanıza rağmen hala direnişi devam ettiriyorsunuz. Direniş başladığı dönemle kıyasladığımızda verilen desteğin düştüğünü görüyoruz. Bu anlamda akademi dünyasına, öğrencilerinize, demokrasi güçlerine bir çağrınız var mı?
Direniş uzun soluklu olunca unutulması, kanıksanması anlaşılır bir şey. Hak ve hukuk mücadeleleri zaten uzun soluklu mücadeleler. Hiçbir zaman bir anda hak, hukuk, adalet gelmiyor. Bu yüzden uzun soluklu mücadelelerdir. Ancak uzun soluklu oldukları için de kanıksanmaları, unutulmaları, normalleştirilmeleri olağan şeyler ama mümkünse buna müsaade etmemek lazım. Bir avuç insan sadece kendileri için mücadele vermiyor. Siyasi görüşümüz ve dini inancımız ne olursa olsun bu toplumu daha ileriye götürmek için mücadele veren insanlar. Bu insanların verdikleri mücadelede arkalarında olabilmek, herkesin kendine “Ben ne yapabilirim bu konuda” sorusunu sorması çok önemli. “Zaten bu konuda ben bir şey yapamam bir şeyi değiştiremem” derse, bu doğru bir yaklaşım değil. Herkesin yapabileceği bir şey var.
Kaynak: Yeni Özgür Politika